Mü’min, iddiadan uzak insandır!..
*İman, insanı iddiadan alıkoymalı. Olmayacak şeyleri iddia eden müddei, hakiki mü’min olamaz.
*Her şeyi yüzde yüz ihlas dairesi içinde, rıza hedefli ve sonuçta bir aşk u iştiyakla Cenâb-ı Hakk’a müteveccih olmaya vesile sayarak yapıyorsak, yaptıklarımız bir şey ifade eder. Yoksa dağlar cesametinde yaparız da -bu mülahazalardan uzaksa şayet- boşuna samanlar üzerinde döven yürütmüş oluruz; başaksız samanlar üzerinde döven yürütmüş oluruz.
*İnsanı esfel-i sâfilîne sukuttan alıkoyacak iki zümrütten kanat: Allah’a yürekten iman ve sâlih ameldir.
*İnsan, iman, marifet, muhabbet ve aşk u iştiyak hususlarında doyma bilmemeli, hep “Daha yok mu?” demeli. Zira nâmütenâhî istikametinde seyr ü sülûk nâmütenâhîdir, bitmez.
Meyveli ağaçların dalları sarkık olur!..
*İnsan terakki edip yükseldikçe daha bir tevazu ve mahviyet eri olmalıdır. Dalları meyve ile dolu olan ağaçlar aşağıya doğru sarkarlar. Çamlar, kavaklar, meyve vermeyen ağaçlardır ki, onlar hep dik dururlar, kendilerini ifade ederler. Mü’minin namazı esasen her zaman böyle bir hususu hatırlatır.
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin yeni sohbeti: 487. Nağme: Ey nefis haddini bil!. | Samanyolu Haber
*Allah’ın varidâtı karşısında kula düşen, eğilmek ve yüzünü yerlere sürmektir.. ama hayatın her safhasında: Kalem safhasında.. daktilo safhasında.. mastır safhasında.. doktora safhasında.. vaaz u nasihat safhasında.. hutbe safhasında.. imamet safhasında.. aktif hizmette bir eleman olma safhasında… Bir ülkeye gidiyorsunuz; Allah vüdd (gönülden alaka ve hüsn-ü kabul) vaz etmiş orada sizin için, gönüller sevgiyle sonuna kadar kapılarını -kale kapıları gibi- açıyor ve insanlar size hüsn-ü teveccühte bulunuyorlar, siz de iş yapıyorsunuz. Bir ülkeye gidiyorsunuz, orada birden bire bir iki sene içinde yüz tane okul açıyorsunuz. Bu sizin asâ gibi bükülmenizi gerektirir.
O “mış”lar Şeytanın Karbondioksit Atması
*“Gitmiştim de ben oraya.. demiştim de.. arkadaşlar da böyle yapmışlardı.” gibi bu “mış”lar var ya!.. Bunların hepsi şeytanın karbondioksit atmasıdır ve biz onları yudumluyoruz demektir hafizanallah. Evet, gitmiştik, etmiştik fakat o işleri yaratan Allah’tı (celle celaluhu).
*Hazreti Pir-i Mugan’ın ifadesiyle, birisi sana güzel bir cübbe giydirse, sen de o cübbeyle ayna karşısına dikilip kendi edana endamına bakıp kırıtsan ve “Ben çok güzel oldum, var mı benim gibi bir güzel?” desen, bu gurur olur, kibir olur. Fakat “Nerede o güzellik nerede ben, hiçbir şey yok bende!” desen, bu da nankörlük olur. Bu ikisi ifrat ve tefrittir. Bir de bu ikisinin ortası vardır; ona sırat-ı müstakim diyoruz. Orta yolu şudur: “Evet bir güzellik var fakat o güzellik bana o cübbeyle, o atlasla geldi, dolayısıyla da o güzellik o atlası bana giydirene aittir.” Bu da tahdis-i nimet olur.
*Hizmetimiz içerisinde en tehlikeli faktörlerden biri belki budur: Muvaffakiyetleri kendimizden bilmek ve gurura, kibre kapılmak. Hâlbuki Cenâb-ı Hak teveccüh sağanaklarını başımızdan aşağıya yağdırırken ve biz O’nun karşısında eğilirken, üzerimize düşen, daha bir mahviyet, daha bir tevazu, daha bir hacâlettir.
İstidraçtan kork ve kendini sıradan biri gör!..
*Tevazu, mahviyet ve hacâlet!.. “Ben yaptım.” değil, “Yaptın Allahım, yaptırdın! Kullandın.” demeli ve nimetlerin birer istidraç olabileceği endişesiyle yaşamalı.
*İstidraç, nimet şeklinde gelen, insanı Allah’tan uzaklaştıran nıkmettir.
*Mülahazalarımızı çok duru, çok temiz ve O’na karşı çok ciddi bir saygı içinde korumamız lazım. Mülahazalarımızı koruduğumuz nispette korunmaya mazhar oluruz.
*Mefkûre insanı, bütün hizmetlerinde sırf Hakk’ın hoşnutluğunu hedeflemeli, muvaffakiyetleri kendisinden bilmemeli, kimseden takdir bile beklememeli ve her zaman Hazreti Ali’nin ifadesiyle “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol, kendini sıradan biri gör!” düsturuna riâyet etmelidir.
Gavs mı, kutup mu, mehdi mi?!.
*İnsanların içinde çok değişik şeyler karşısında başı dönen dengesiz kimseler vardır. Üç beş tane insana tesir edince, “Acaba gavs mı derler, kutup mu derler?” diye düşünen ve -günümüzde enflasyonu yaşanıyor- mehdi, mesih sapıklığı içinde bulunan bir sürü sergerdan var. Evet, o mevzuda aldanmamak lazım. Milyonlar arkanıza takılabilir ve gözünüzün içine bakabilirler. O zaman genel mülahazanız itibarıyla, Alvar İmamı’nın dediği gibi, “Değildir bu bana layık bu bende / Bana bu lütf ile ihsan nedendir?” demelisiniz.
*İnsan övgü dolu sözlere muhatap olduğunda hemen şu hadisi hatırlamalıdır: “Allah (dilerse), İslam dinini fâcir bir kişi ile de te’yid edip kuvvetlendirir.” Hazreti Üstad, “Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma. ‘Allah bu dini fâcir bir adamla da te’yid ve takviye eder.’ sırrınca, müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin!” diyerek bu hususa dikkat çekiyor.
*İnsanın aldanma noktalarıdır bunlar: Yazınız okunuyorsa, şiirinize kulak veriliyorsa, besteniz zevk u şevkle dinleniyorsa, Hizmet adına aktiviteleriniz takdir ve alkışla karşılanıyorsa, siz bir imtihandasınız demektir. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, Allah Teâlâ, bazen hasene ile, bazen de seyyie ile imtihan eder.
Duygu ve Düşüncedeki İsi Pası Silecek İksir
*Duygu ve düşüncelerdeki isi pası silecek bir iksir varsa o da ortak akla müracaat etmek, meşveretle iş görmektir.
*Kur’ân-ı Kerîm’de istişâre, iki âyette sarâhaten ele alınır; işâreten şûrâya temas eden âyât-ı Kur’âniye ise pek çoktur. Te’vilsiz, yorumsuz açıktan açığa şûrâ ile alâkalı bu iki âyetten biri, “Bu iş hususunda onlarla istişârede bulun!” (Âl-i İmrân, 3/159), diğeri de “Onların işleri kendi aralarında meşveret iledir.” (Şûra, 42/38) mealindeki fermân-ı Sübhânîdir. Bu konuda, “Meşverette bulunan pişman olmaz. İstişâre eden zarar görmez.” beyanı gibi, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’den sâdır olmuş pek çok güzel söz ve tavsiye de vardır.
*İnsan birileri tarafından takdir edilebilir; saf kimseler azıcık parıltı gördükleri insanları hemen kutup, gavs zannedebilirler. Önemli olan, takdir edilen insanın o övgüleri temellük etmemesi ve “ben oyum” dememesidir. Aksini düşünmek aldanmışlık olur.
Firavunları küstahlaştıran kibirdir!..
*Hadis-i şerif olarak rivayet edilir:
“Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.”
*Kişiyi imana ve kurbiyete götüren tevazuya karşılık kibir ve gurur imana girmeye mâni ve imandan çıkmaya da sebep olarak görülmüşlerdir. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kalbinde zerre miktarınca kibir olan cennete giremez.” buyurarak tekebbürün kötülüğüne dikkatleri çekmiştir.
*Firavun’u küstahlaştıran kibirdir. Deccal’ı küstahlaştıran kibirdir. Abdullah İbn-i Übey İbn-i Selül’ü küstahlaştıran kibirdir. Hitler’i küstahlaştıran kibirdir. Mussolini’yi küstahlaştıran, en aşağı mahluk haline getiren kibirdir. Çağdaş firavunları firavunlaştıran kibirdir, büyüklük tutkusudur, komplekstir. Onlar küçük olduklarından dolayı -bir yönüyle- Allah’ın mazhar kıldığı bir kısım nimetleri, kendi hususiyetleri, kendileri için mutlaka olması lazım gelen şeyler gibi gördüklerinden dolayı, kendini ifade etme kompleksine girmiş insanlardır.
Övülmeyi sövülme gibi kabul etmeliyiz!..
*Olgun insanlar, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (radiyallahu anhü ecmaîn) gibi hareket ederler. Mesela, Hicret esnasında Kuba’da istirahat buyurduğu esnada Allah Rasûlü’nü ziyaret için koşan insanlar ancak Hazreti Ebu Bekir’in işaret etmesiyle Kendisine yöneliyorlardı; zira o farklılık ifade eden hiçbir tavır sergilemiyordu.
*Oysa İnsanlığın İftihar Tablosu olmasaydı, ne yazardık ki biz? Bilebilir miydik kâinatın manasını, tekvini emirlerin mahiyetini, esmâ esrârını, sıfât esrârını bilebilir miydik? Zat-ı Baht nedir? Orada insanın tevakkuf etmesi gerektiğini bilebilir miydik? Cennet’e giden güzergâhı bilebilir miydik? Bütün bunları O’nun sayesinde, O’nun neşrettiği nurlar sayesinde, O’nun önümüze tuttuğu projektörlerin aydınlatması sayesinde öğrendik ve o işi öyle götürüyoruz.
*Kardeşlerimiz, övülmeyi sövülme gibi kabul etmeliler. Hazret Pir’in bir sözüyle irtibatlandırayım bunu: “Ben beni beğenmiyorum, beni beğenleri de beğenmiyorum.” Sizi takdir ettikleri zaman, belki “Bu adamlar bir çeşit hüznüzanlarını ifade ediyorlar.” demelisiniz. Eğer övgüleri vicdanımızda sövme gibi hissedip rahatsızlık duymuyorsak -hafizanallah- boynumuzun kırılması kuvvetle muhtemeldir. Hadiste ifade edildiği gibi, birisi birinin yüzüne onu methedince İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kardeşinin boynunu kırdın!” buyurmuştur.
*İnsanız; unutabiliriz. En büyük nisyan, insanın kendi konumunu unutmasıdır; sadece bir sanat-ı ilahi olduğunu ve her türlü takdirin Allah’a ait bulunduğunu unutmasıdır.
İlmin arttıkça zühdün de ziyadeleşmelidir ki, Allah’tan uzaklaşmış olmayasın!..
*İlim hakkında rivayet edilen bir hadis-i şerifte, İnsanlığın İftihar Tablosu şöyle buyurmuştur:
“Dünyada kimin ilmi arttıkça zühdü de artmazsa, onun sadece Allah’tan uzaklığı artar.”
*Zühd kısaca dünya ve içindekileri kalben terk edip, yüzünü ahirete çevirmek ve gönlünü hep Allah’a müteveccih tutmak olarak anlaşılabilir. Hazreti Pir’in tarifiyle, zühd, dünyayı kesben değil, kalben terketmek; dünya bütünüyle gelse sevinmemek, bütünüyle elden gitse hiç üzülmemektir.
*Bazıları zühdü dünya ve mafihayı bütünüyle terketmek şeklinde anlamışlar. Mesela, Fuzuli’ye göre “Hikmet-i dünya vu mafiha bilen arif değil / Arif oldur bilmeye dünya vu mafiha nedir?” diyebilendir zahid. Fakat onun ötesinde gönlünü Allah’a kaptırmış, âşık-ı dilhaste vardır. “Zahidin gönlünde Cennet’tir temenna ettiği / Ârif-i dilhastenin gönlündeki dildârıdır.” (Şeyh Galib)
*O’na hasta olan gönlün sahibi, her şeye O’nun emrettiği çerçevede bakar: “Eşim bir emanettir; emanet vermiş, emanete hıyanet olmaz ki! Münafıklıktır bu! Evlatlarım bir emanettir, sahibi O. Mal mülk adına verdikleri birer emanettir. Sa’y ü gayrete terettüp eden muvaffakiyet bir emanettir. Bunların hepsi O’nun değişik tecelli dalga boyunda iltifatlarıdır. Hepsi O’na aittir.” der.
*Evet, bir insan ilim açısından donanımını artırdıkça artırdı ama o istikamette dünyayı kalben terk etmediyse, o sadece Allah’tan uzaklığını artırmış olur. Sâdî de Gülistan’ında “Bir insan malumatıyla amel etmiyorsa, o cahil sayılır.” der.
“Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil!..”
*Bir insan bilgisiyle amel etmiyorsa, o bilgisini kalbinin bir derinliği haline getirmiyorsa ve malumatını aksiyona çevirmiyorsa, sırtında çok ağır bir yük taşıyor demektir. Kur’an böylelerini hımara ve kelbe benzetir ki, Kur’an’ın nezih lisanı açısından o kimselerin bu türlü resmedilmeleri, meselenin ciddiyetini aksettirmesi bakımından çok önemlidir.
*Bu açıdan, Cenâb-ı Allah’ın lütufları karşısında ister ilim, ister beyan gücü, ister yazma kabiliyeti, isterse çevreye müessir olmak, bütün bunlar sahibinden bilinirse, sırtımızda anlamsız bir yük olmaktan çıkar ve Allah’ın eltâf-ı sübhaniyesi olur. Hele öbür tarafta bunlar nasıl buutlaşır, nasıl derinleşir, farklılaşır, karşımıza ne şekilde çıkar, bunu kestirmek mümkün değil!..
*Allah Teâla bir hadis-i kudsî de şeyle buyurmuştur: “Salih kullarıma öyle nimetler hazırladım ki: ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de beşerden birinin hatırından geçmiştir.”
*Cenâb-ı Allah, bizlere o iman ufkuna ulaşmayı -liyakatimiz olmasa bile- lütfeylesin. Bunlar şu paye, bu paye ile değil esasen gönlünü Allah’a vermekledir. “Dervişlik dedikleri Hırka ile taç değil / Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil” (Yunus Emre)