Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:
“Merhametin yok diyelim nefsine / Merhamet etmez misin evlâdına?!.”
Nasıl ki sadaka belayı defeder; öyle de ekseriyetin hâlis duası ferec-i umûmîyi cezbeder. Umumun gam, keder ve sıkıntıdan kurtulmasına vesile olur ekseriyetin hâlisâne duası. Öyle bir dua ki, annesi, babası ve çocukları ölüm döşeğinde olan birine diyorlar: “Öyle yüreğini yırtarcasına, beynini burnundan kusarcasına dua edersen, bunlar geriye dönecek!..” İşte o mülahaza ile dua etmek… Ağızdan dua adına çıkan her kelime, mızrap yemiş bir kalbin, heyecan mızrabı, “imân-ı billah” mızrabı, “marifetullah” mızrabı, “muhabbetullah” mızrabı yemiş bir gönlün sesi gibi olmalı!.. Belki ıztırar hali bizi böyle bir teveccühe sevk ediyor. Ama bazılarımız -benim gibi nâdânlar- belki böyle bir ıztırar halinde bile yürekten O’na teveccüh etmesini bir türlü düşünmüyorlar, sadece kendilerini düşünüyorlar, başlarına geleni düşünüyorlar.
Nâdânlar… Allah’ı doğru bilmeyen nâdân.. “İman”ı derinlemesine duymayan nâdân.. “İslam”ı hayatın olmazsa olmazı olarak görmeyen nâdân.. “İhsan” ufkundan haberi olmayan nâdân.. “Yakîn” derinliği olmayan nâdân.. “Tevekkül” mefhumundan habersiz olan nâdân.. “Teslim” bilmeyen nâdân.. “Tefvîz” bilmeyen nâdân.. “Sika” ufkundan habersiz olan nâdân…
“Nâdânlar eder sohbet-i nâdânla telezzüz / Divanelerin hemdemi divâne gerektir.”
“Nâdânla zordur sohbet, bilene / Zira nâdân, söyler ne gelirse diline.”
Üç asırdan beri toplumu öyle nâdânlaştırdılar ki?!. Siz, sıyrılmaya çalıştınız ondan. Fakat belli köşe başlarında gulyabaniler önünüze çıktı ve “Hayır, gaflet daha iyi!.. Uyumak daha iyi!.. Hayvanî yaşamak daha iyi!.. Dünya ve mâfîhâya inhimak etmek, balıklamasına dalmak daha iyi!.. Asıl mesele dünyayı yaşamak, dünya muhabbetiyle meşbû bulunmak!..” dediler. Düzeninize tosladılar, azminize tosladılar, ümidinize tosladılar.
Size/bize, yeniden, bir kere daha derlenip toparlanmak düşüyor. Bunca toslamalar karşısında kırılmaların tamir edilmesi için, yeniden kendimize dönmemiz, kendi değerler atmosferimiz içinde her şeyi değerlendirmemiz ve Allah ile münasebetimizi bir kere daha gözden geçirmemiz gerekiyor. Ölesiye bağlı mıyız O’na?!. Hafizanallah, bir günün yarısında O’ndan kopuk yaşayacaksak, “Emanetini al!” diyecek kadar O’nunla irtibatımız adına cesur muyuz, mert miyiz?!.
Sızıntı’nın ilk sayısının kapağıydı: “Merhametin yok diyelim nefsine / Merhamet etmez misin evlâdına?!.” (M. Akif) Merhamet etmez misin evlâd-ı evlâdına, evlâd-ı evlâdına… Onlara İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, Râşid Halifeler’in, “iman-ı billah” adına, “marifetullah” adına, “muhabbetullah” adına, “zevk-i ruhanî” adına, “aşk u iştiyâk-ı likâullah” adına bıraktıkları miras gibi bir miras bırakmak üzere… Onları ihyâ etmek, dirilmelerini sağlamak.. gelecek nesillerin İsrâfîl’i olmak.. heyecanınızı bir sûr gibi kullanmak ve onlara hayat üflemek… Toruna, torununun torununa, torununun torununa, torununun torununa… Üç asır, dört asır, beş asır, on asır, dipdiri kalma adına, eriyip kül olmak iktiza ediyorsa, Hazreti Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (radıyallahu anhüm ecmaîn) gibi eriyip kül olmak lazım!.. O nesiller adına…
Onca zulme rağmen, dilsiz şeytanlar kol geziyor; maalesef, bir Hızır Çelebi sedası gürlemediği gibi, bir Emile Zola sesi de duyulmuyor!..
Ve izafî planda, nisbî planda sizin emced ceddiniz, -cedd-i emcediniz- Orhan Gazi’ler, Osman Gazi’ler, Süleyman Şâh’lar, Murad Hüdavendigâr’lar… Öyle bir mülahazaya bağlı yaşadılar. Sağlam bir miras geriye bıraktılar. Eskiye eskiye belli bir dönemde o da kıvamını, rengini, desenini, muhafaza edemedi, partallaştı. Koca devlet, paramparça oldu!.. Bir kargaşa dünyası… O kargaşa dünyası -nesi diyelim- sarmalı içinde mübarek Anadolu. Analarla dolu; hep sağlam evlatlar yetiştiren analarla dolu, mübarek ülke.. Asırlarca cihanın kaderine hâkim olan ülke… Şimdi yürekleri yakacak mahiyette zâlimlerin hay-huyu ile, mazlumların iniltisiyle inliyor!.. Öyle bir inliyor ki, Türkiye’nin dört bir yandan işgal edildiği Cihan harbini müteakip, İngilizler bir taraftan, İtalyanlar bir taraftan, Fransızlar bir taraftan, Adalar’da halayığınız gibi gözünüzün içine bakan başkaları İzmir’e bayrak dikecek kadar bir taraftan taarruz ettikleri zaman bile, ne o ölçüde zâlimin hay-huyu ne de mazlumun iniltisi duyulmuştu!..
İslam dünyası, âdeta zâlimlerin hay-huyunun korosu haline geldi; mazlumların iniltisinin korosu haline geldi. Bir, toptan bağırıp çağırma, hay-huy etme; bir de toptan inleme, âh u vâh etme. İki tane ses duyuluyor; bir yerde ezenin zâlimce hay-huyu; beri taraftan sesini çıkarmadan ezilenin, öldürülenin, ırzı çiğnenenin, namusu doğrananın, haysiyetiyle oynananın iniltileri, âh u efgânı duyuluyor. Tarihte belki bir-iki-üç defa, bir kısım zâlimler sebebiyle yaşanmış bir tablo; İslam dünyasında, hususiyle beş asır, altı asır devletler muvazenesinde dümende bulunan bir milletin vatanında, acı acı!..
O çığlıklar, o çığıltılar, kulaklarımda çınlıyor gibi!.. Evet, onu söylemek belki doğru değil: Her gün birkaç defa kendimi yataklık, yatağa düşmüş bir hasta gibi hissediyorum; sonra başımı seccadeye koyuyor, “İçimi Sana döküyorum!” diyorum.
Çevrede hâlden anlamayan, dilden anlamayan bir sürü dilsiz şeytan var. “Dilsiz şeytan” diyor Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm. Bunca mezâlim karşısında, sesini yükseltebilecek bir Ebu’s-Suud yok!.. Bir Molla Gürânî yok!.. Yok!.. Bir Hızır Çelebi yok!.. İsterseniz Frenkçe ifadesiyle deyin, “Bir Emile Zola yok!..” Yok!..
Müslümanlara Şi’b-i Ebî Talib’de boykot yapıldığı dönemde, üç tane insan, kabilelerinin gücünü de arkalarına alarak, bütün Mekke müşriklerinin, bütün kabilelerin altına imza attıkları, “Beni Hâşim’i iflah etmemek lâzım!” muahedesine karşı çıktılar. İnsanlığın İftihar Tablosu da o mağdurlar arasında, o mehcûrlar arasındaydı; mübarek eşi annemiz de. Anneler annesi, annelerimizin hepsi ona kurban olsun!.. Hadîcetü’l-Kübrâ. Hadîce, “erken doğan” demektir. En erken hakikate uyananın o olması itibariyle, isim ile müsemmâ arasında ne kadar da bir mutabakat var?!. Analar anası… Kurban olayım!.. Bilmem ki Âişe validemizin de durumu nasıl; Âişe validemizin büyüklüğünü ölçecek kantarım yok. Ahiretteki mizana konulduğunda bile, o mizanın kırılacağına inanıyorum!.. Ama Efendimiz, kendisine öyle bende olan Hazreti Âişe validemizin yanında, hep “Hadîce’nin yakını…”, hep “Hadîce’nin -bilmem- akrabası…” demek suretiyle, o “erken doğan”ı yâd-ı cemil olarak zikredip duruyor.
Evet, “Mezâlim yaşanıyor.” dedim: Mesâvî irtikâp ediliyor, me’âsî meşrû gösteriliyor. Bohemce yaşayış âdeta alkışlanıyor, ona göz yumuluyor. Suiistimaller örtbas ediliyor, tecavüzler örtbas ediliyor… Nâm-ı Celîl-i Nebevî dört bir yanda şehbal açsın diye, dünyevî herhangi bir beklentiye girmeden, o bayrak omuzlarında, sağa-sola koşan insanların yolları kesiliyor. Yolları kesiliyor kırk haramîler tarafından; “O bayrağı her yerde dalgalandıramazsınız!” diyerek, o bayrağı aşağıya çekiyorlar. O bayrağın dalgalandığı müesseseleri kapatmaya çalışıyorlar. Bir şeytan dürtüsüne uymuşlar ki, hiç sormayın?!. Tarihte ender zâlimler dahi mesâvînin bu ölçüde insanı çıldırtanını yapmamıştır zannediyorum.
Soluklarımız bu kadarına yetti ya Rasûlallah!..
Bütün bunlara rağmen, yılmadan, usanmadan o bayrağın, nâm-ı Celîl-i Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem), nâm-ı Celîl-i İlâhî’nin şehbal açmasını; Hazreti Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali mirasının bir bayrak halinde dalgalanmasını devam ettirmek lazım. O bayrağın indirilmemesini sağlamak için -bence- cansiperane o mevzuda mücadele etmek lazım, cansiperane. Kaba kuvvete başvurmadan, terörün en küçüğüne “Evet!” demeden… Ama o mevzuda öldürürlerse, ezerlerse, bir işkence ederlerse şayet, cân u gönülden, Ashâb-ı Uhdûd gibi, hepsine katlanarak… Çukurlara atsınlar.. mezarlar kazsın dursunlar.. mezarları “mel’un mezar” ilan etsinler… Bunların hiç birine aldırmadan, “Allah’a iman, Allah’ı bilmek bize yeter! Muhabbetullah bize yeter! Marifetullah bize yeter! Aşk u iştiyak bize yeter! Likâullah’a iştiyak bize yeter!..” deyip, durmadan, atı mahmuzluyor gibi mahmuzlayıp veya bir üveyik gibi kanat açıp enginliklere açılıyor gibi sürekli, enginliklere açılmak, “Daha, daha, daha!..” deyip bir “Hel min mezîd” kahramanı gibi, nâmının ulaşmadığı her yere Nâm-ı Celîl-i Nebevî’yi ulaştırmak lazım.
Huzuruna gittiğimiz zaman, “Soluklarımız o kadarına yetiyordu yâ Rasûlallah!” diyecek kadar… “Bir yerde kalbimiz durdu, soluklarımız da bitti; biz de orada döküldük, biçildik; başaklar gibi biçildik!.. Ama Sen de biliyorsun ki, Allah da biliyor ki, sonuna kadar nâm-ı Celîl-i Nebevî’ni cihanın dört bir yanına ulaştırma azmi içindeydik!..” O Cân’a (sallallâhu aleyhi ve sellem), o nâm-ı Celîl-i Nebevî’ye binlerce canımız kurban olsun!.. Ondan başka bir derdimiz, bir davamız olmadı!.. Olsaydı zaten, Kıtmîr gibi -zannediyorum- yüzde doksan dokuz virgül dokuz, sizin de yeryüzünde bir dikili taşınız olurdu!.. Başınızı sokacağınız, kendinize göre bir kulübeniz olurdu!.. Gelecek adına birilerine, bir şeylere dilbeste olur, gönül bağlardınız!.. Dû cihandan el yuma ve hânümânın kalmaması gösteriyor ki, kalbiniz ile siz, O’na müteveccih yaşıyorsunuz. Allah, o teveccühü artırarak devam ettirsin!..
O teveccühü yeterli bulmamalı, “Daha teveccüh, daha teveccüh, daha teveccüh!..” demeli. Teveccühler sâlih dairesi… Zira siz O’na samimi teveccüh ettikçe, O da size bakar. “Kulum, Bana bir ayak gelirse, Ben bir adım…” buyuruyor. Müteşâbih bir ifade bu. “O Bana bir adım atarsa, Ben yürüyerek gelirim; o yürüyerek gelirse, Ben koşarak gelirim…” Buna Belagat ilminde “mukâbele” ve “müşâkele” denir. Yani “karşılıksız bırakmam!” Ama nasıl bir karşılık?!. Bazen bire on vererek.. bazen bire yüz vererek.. Bakara sûre-i celîlesinde ifade edildiği üzere, “Yüz başak veren bir dâne gibi…” bazen bire yüz vererek.. bazen de hâlisâne olursa, ihlasla olursa, ihsan şuuru ile içli-dışlı olursa, bire bin vererek mukabelede bulunur.