Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:
Bir insan -debbağın deriye yaptığı gibi- sürekli kendisini yerden yere vurmazsa, hep kadere taş atar ve etrafta mücrimler arar durur.
Kendini yerden yere vurmayan, Hakk’ın takdirini yerden yere vurma durumunda olur. Başa gelen her musibeti insan kendinden bilmelidir. “Size gelen her musibet, kendi elinizle ettiğiniz şeyin sonucudur. Her yaptığınız şeyi de cezalandırmaz; Allah, çoğunu affeder.” (Şûrâ, 42/30) Kur’an-ı Kerim, öyle buyuruyor ve bu mevzuda Sâhib-i Şerîat’tan şeref-sudûr olmuş hadis-i şerifler var. O musibetleri sabır ile karşılarsanız, ayağınıza batan bir diken bile günahlarınızdan bir kısmını alıp götürmüş olur. Bir sıkılıp terleme, bir hafakan yaşama, bir baskı altında bulunma; sizi kirleten nice şeyleri alır götürür ve böylece arınmış olursunuz. Sâhib-i Şeriat Söz Sultanı’ndan (sallallâhu aleyhi ve sellem) mazmun olarak bu istikamette şeref-sudûr olmuş beyanlar var.
Debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi, kendini yerden yere vurmayan, kadere taş atmaya ve başkalarını suçlamaya durur. Başkalarını suçlamaya kendini salmış bir insan da ömür boyu kendi kusurlarını görmez, hep başkalarına çamur atar-durur. Hiç farkına varmadan, ta’yîr u ta’yîbe (başkalarını kınayıp ayıplamaya) girer; bu da er-geç gelir, kendi başına dolanır.
Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz buyuruyor: “Bir insan, mü’min kardeşini bir ayıp ile suçluyorsa…” Mesela, çalmayan bir mü’mine/mü’minlere “hırsız” diyorsa, “haramî” diyorsa, “firak-ı dâlle” diyorsa, “terör örgütü” diyorsa… “O, o iş başına gelmeden ölmez!” Ama geniş dairede, ama dar dairede; ama kendisine, ama evlâd ü ıyâline, eşine, yoldaşına, onu mutlaka inletecek bir şey, dize getirecek bir şey, “Offf!” dedirtecek bir şey isabet eder; Allah, ona maruz bırakır.
Yarınsız yaşamak, bir insan için en büyük felâkettir.
Bu açıdan da bugünü yaşayan insanlar, hep, yarınları hesaba katmalıdırlar. “Yarınsız” yaşamak, bir insan için en büyük felâkettir. “Yarın” dediğimiz; yarın, öbür gün, daha öbür gün.. ve “ûlâ”nın mukabili olan “uhrâ”; tâ öbür gün.. Ma’dele-i ulyânın, mahkeme-i kübrânın, mahşer-i uzmânın tahakkuk ettiği gün. Hafizanallah, orada insan, kendini yerden yere vurur. “Yarınlı” yaşamak lazım… Bugünün zevk u sefasından dolayı bu çağ biraz o hastalıkla malûl; “Bilerek dünya hayatının ahiret hayatına tercih edildiği” bir çağda yaşıyoruz.
Halbuki, Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği şeyler karşısında, bunların ne önemi olur?!. Lütfettiklerine bakıp, Alvar İmamı gibi; “Değildir bu bana layık, bu bende / Bana bu lütf ile ihsan, nedendir?!.” demek gerekir. Bunca arkadaşın, kardeşin, yoldaşın olması, sizin ile beraber aynı mefkûreyi paylaşmaları, Cenâb-ı Hakk’ın öyle engin bir lütfudur ki, buna mukabil siz, ömür boyu zindanda kalsanız, azap görseniz, akla hayale gelmedik işkencelere maruz bırakılsanız, yine hafif kalır. Çünkü burada sadece “i’lâ-ı kelimetullah”, “i’lâ-ı Hakk”, “i’lâ-ı mefkûre”, “i’lâ-ı gâye-i hayal” için yaşıyorsunuz. Bunlara bağlı yaşadığınızdan dolayı, evet, bunların bir yönüyle bedelini/karşılığını dünyada bulmak mümkün değildir ama Cenâb-ı Hakk’ın bir teveccühü, dünyanın binlerce mesûdâne hayatına mukabildir. Şayet çektikleriniz o teveccühe vesile ise, “Kaybettik!” dediğiniz yerde kazanıyorsunuz demektir. Ki, böylelerinin durumu “kaybetmeler kuşağında kazanma”dır. Bir de birileri “Kazandım!” diyorlar; onlar da kazanma kuşağında kaybediyorlar; şehrâhta yürürken -farkına varmadan- patikada yürüyormuş gibi düşüyor, sürüm sürüm hale geliyorlar; tökezliyor, kündeye geliyor, derbeder oluyorlar; der-be-der; dilimizde çok kullanılan Farsça bir kelime.
Evet, zavallı insan!.. Muvakkat hayatında, ebedî kalacakmış gibi, tûl-i emel ile, tevehhüm-i ebediyet kaynaklı tûl-i emel ile, “Şuyum da olsun, şuyum da olsun, şuyum da olsun!..” düşüncesiyle aldanıyor. Siz görüyorsunuz, bazen şurada çayın içine sakarini katıyorum; ben kendim için hazırlıyorum; “Bir yudum alırım, dudaklarımdaki kurumayı götürürüm!” diyorum. Fakat gördüğünüz gibi, bazen bana nasip olmuyor.
Bir yerde, o dünya adına böyle yığanlara, Kârûn gibi yığanlara, “Buraya kadardı!” derler. O yığar-durur; gelir ona “Buraya kadardı!” derler. Tatmadan, zevk etmeden, “Derken Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçiriverdik. Ne yardımcıları Allah’a karşı kendisine yardım edip onu kurtarabildi ne de kendi kendisini savunabildi.” (Kasas, 28/81) tokadıyla yerin dibine batırılır. Zira hangi şeyde hak ve adalet olmazsa -o arş-ı kemâlâta da çıksa- geçer zemine bir gün mutlaka. Ziya Paşa’nın sözü: “Olmazsa devletin efrâdı beyninde adalet / Geçer zemine, arşa çıkan pâye-i devlet.” O saraylar, o villalar, o yalılar falan, birer mâtemhaneye döner. Tam “Alacağım, edeceğim, yapacağım!” dediği anda, yukarıdan “Buraya kadardı!” derler, keserler sesini/soluğunu!..
Bu mübarek dünya hayatında “yarınlı” yaşamak gerekir. “Mübarek” dedim âhireti kazandırdığından, “ahiretin mezrası” olduğundan, “esmâ-i İlahiyenin tecelligâhı” olduğundan, “sıfât-ı Sübhâniye’nin mezâhiri” olduğundan. Bunlardan dolayı kıymeti olan bu dünyayı -yarınlı yaşamazsan- beyhude, üç-beş kuruşa -bir yönüyle- satmış olursun. Oysaki onun ile âhiret, onun ile Cennet, onun ile Cenâb-ı Hakk’ın Cemâli, onun ile Rıdvân pekâlâ peylenebilirdi. “Ben, bunları Senin için, hep Senin için, hep Senin için değerlendirdim!..” denebilirdi.