Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Osman Can: “Egemenliğin yasama, yürütme ve yargı üzerinden ulusa ait olmadığı bir sistem, demokratik sistem değildir. Demokrasi çağını 50 yıl gecikmeli olarak takip etme utancı bir kader olmamalıdır. Neyi oyladığımızı bilelim!”
Osman Can / Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı
Anayasa Mahkemesi'nin değişikliklerin “Cumhuriyetin temel niteliklerine” uygun olduğuna yönelik kararının ardından 12
Eylül'de yapılacak
referandumun önünde hukuksal herhangi bir engel kalmadı.
Avrupa Birliği de ısrarla, bu değişikliklerin
demokratikleşme için önemli olduğunu vurguladı. Ancak köşe yazılarından başlayarak,
siyaset aktörleri ve Yüksek Mahkeme temsilcilerinin
eleştiri ve propagandalarını dinledikçe,
toplumun her kesiminden vatandaşlar bu soruyu kendine sormakta ve şaşkınlığını gizleyememektedir. Sahiden neyi oyluyoruz?
Türkiye tarihi, neredeyse 100 yılı aşkın süredir, asker ve
sivil bürokrasinin ideolojik olarak meşrulaştırmaya çalıştığı
iktidardan kurtulma mücadelesinin tarihi olarak da okunabilir.
Egemenlik ulusun olacak
Devletin temel siyasal,
ekonomik, idari ve yargısal yapılanmasını yüz yıllık süreçte üreten bu bürokratik iktidar, meşruluğunu,
modern bir kutsallıkla temellendirmiş, ulusal irade ve ulusal
egemenlik ilkeleriyle herhangi bir ilişki de kurmamıştır. Kurumsal olarak örgütlenirken, kendince
tayin ettiği bir ulusal yarar olgusunu öne çıkarmaya çalışmış, ancak ulusal yararın böyle olduğunu veya ulusun da aynı doğrultuda bir iradeye sahip olduğunu
test etme ve sınama yoluna başvurmuş değildir. Zira ulus adına en doğruyu, ancak okumuş, devletin çeşitli kademelerinde “devlete
hizmet” etmiş bürokratlar bilebilirdi. Zamanın koşullarını dikkate aldığımızda bu kapsama girenlerin öncelikle askerler olduğu çok açıktır.
Ulusal egemenliğin yalnızca Anayasanın genel kısmında yer alan bir maddesinde “küpe gibi sallanan” süslü bir ifadeden ibaret olduğu, sanırım siyasal tarihimize kısa bir bakışla kolaylıkla anlaşılabilir. Ulus artık kendi siyasetine sahip çıkmalıdır. O halde birinci
oylama konusu, egemenliğin bürokrasiden alınıp ulusa verilmesi konusudur.
Meclis iradesine darbe
Ulusal egemenlik ilkesinin varlığından söz edebilmek için, ulusun demokratik seçimlerle ortaya çıkmış iradesinin, a) Anayasasını hiçbir bürokratik müdahale olmaksızın kendi özgür iradesiyle ve kendi temsilcileri eliyle yapmış olması, daha da önemlisi Anayasa hakkında son söz hakkına sahip olması, b) yasama ve yürütme yoluyla doğrudan, yargı yoluyla da dolaylı biçimd
e devlet aygıtına egemen olması, c) temel siyasal kararların ise her halükarda egemenlik yetkisini doğrudan doğruya kullanan “yasama” ve “yürütme” erkleri tarafından veriliyor olması gerekir.
Bu koşullardan ilki yalnızca 1921 Anayasasının hazırlanması sırasında gerçekleşmiştir. 1924 Anayasası, daha sonra
ülkeyi diktatörlükle yönetecek olan Tek Parti iktidarı tarafından, 1961 ve 1982 Anayasası ise Türk siyasi tarihinin karanlık aktörleri olan
darbeciler ve destekçileri tarafından hazırlanmış, ulusa dayatılmıştır.
İkinci koşulun gerçekleştiğinden de tam olarak söz edemeyiz. Çünkü yasama erki yani meclis, serbest seçimlerle oluşuyor olsa da, darbeciler tarafından dayatılmış Anayasa çerçevesinde çalışmak zorundadır. Bu çerçevenin dışına çıktığı andan itibaren kendini oluşturan
siyasi partiler kapatılır. Çıkardığı yasalar ise, yine darbe kurumları veya darbecilerle aynı ideolojik eksende yer alan kurumlar tarafından durdurulur, iptal edilir. Bu kurumların temel referansları hiçbir zaman
demokrasi,
insan hakları ve hukukun üstünlüğü ekseninde biçimlenmiş bir ulusal irade olmadı. Dolayısıyla yasama erki, ulusun devlet aygıtına egemen olmasının ifadesi değildir. Aksine darbecilerin biçimlendirdiği devlet aygıtının denetim altında tuttuğu bir erktir. Yürütme erki de devlet aygıtına egemen değildir. Çünkü yasama erki için az önce dile getirdiğimiz sorunlar meclisin içinden çıkan yürütme erki için de geçerlidir.
Öte yandan devlet aygıtının çekirdeğini oluşturan ve 100 yıllık
vesayet organı olarak demokrasiye engel oluşturmuş bulunan ordu, yürütme erkinin kontrolünde değildir. Adeta devlet içinde, hatta devlet üstünde devlet olarak nitelendirebileceğimiz, yurttaşların cebinden çıkan vergilerle siyasal etkinliğini sürdüren ordu,
Anayasanın 117. maddesi uyarınca, demokratik iradeye karşı “sorumlu”, ancak ona “bağlı” değildir. Özellikle idari yargının hukuksal nitelendirmeleri aşar şekilde, yani ideolojik ve politik gerekçelerle yürütmenin geri kalan kısımlarıyla ilgili idari tasarruflara müdahalesini de dikkate aldığımızda, yürütmenin devlet aygıtına egemen olduğundan söz etmemiz zorlaşmaktadır.
Üçüncü koşulun gerçekleştiğinden söz etmemiz de güçtür. Gerçi son dönemlerde, özellikle
Avrupa Birliği'ne giriş müzakerelerinin başlamasından, daha net bir ifadeyle 1999
Aralık ayında DSP-MHP-
ANAP koalisyonu ile birlikte, bu yönde önemli adımlar atılmış, AKP iktidarı döneminde ise bu adımların içi doldurulmuş, askeri ve sivil bürokratik vesayet bir ölçüde geriletilmiş bulunmaktadır.
Ancak, bir ülkedeki temel siyasal kararlardan anlaşılması gereken, ülkenin iç ve dış siyasetine ilişkin temel kararlardır. Bu kararlar Mecliste “yasama iradesi” olarak; halka
hesap vermek zorunda olan
Bakanlar Kurulu'nda ise “yürütme iradesi” olarak tecelli eder. Bu önermenin Türkiye bakımından geçerli olup olmadığına bakalım:
Yasama demek, bir ülkedeki “anayasa” ve “yasa”ların üretilmesiyle ilgili erk demek.
Anayasalar, yargıya ilişkin istisnasız tüm yasalar, toplumsal ve siyasal yaşamımızı düzenleyen yasaların neredeyse yüzde 80'i darbeler ve darbecilerle
işbirliği içindeki kurumlarca üretilmiş ve topluma dayatılmıştır; yani 27
Mayıs, 12
Mart,
12 Eylül ve 28
Şubat iradesinin ürünüdür. Meclis iradesi bu dönemlerde yoktur veya sakatlanmıştır.
Neyi oyladığımızı bilelim
Bu yasalara karşı her darbe döneminde hukuksal denetim yolu ya Anayasada açık bir hükümle veya “
yüksek yargı” ile yürütülen daha alt pazarlıklar ve operasyonlarla kapatılmıştır.
Darbeciler, yönetimi biçimsel olarak sivillere devrettiği 7 Aralık 1983 gecesine kadar yasa çıkarmış, adeta Meclise “sakın ola, sosyal, güvenlik, ekonomi ve işsizlik konuları dışında hiçbir alanda karar alma!” demiştir (Bugünün siyasal muhalefetinin de işsizlik, ekonomi gibi konular dururken, diğer alanlara müdahale edilmemesi gerektiği yönündeki çağrıları da ilginç bir paralellik oluşturmaktadır).
Bu tablo karşısında Meclis'te temel siyasal kararların alındığından söz etmek mümkün değildir.
Egemenliğin yasama, yürütme ve yargı üzerinden ulusa ait olmadığı bir sistem, demokratik sistem değildir. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye demokrasiye henüz geçmemiş veya uluslararası kuruluşların ifadesiyle “yarı-demokratik” bir ülke niteliğindedir. Demokrasi çağını 50 yıl gecikmeli olarak takip etme utancı bir kader olmamalıdır. Neyi oyladığımızı bilelim!
Bozkurt yargısı
Faşist bir geleneğin temsilcisi olan Mahmut Esat Bozkurt tarafından kurumsal ve zihinsel olarak biçimlenmiş yargı,
27 Mayıs Darbesiyle tek parti ideolojisiyle bağdaşmayan tüm
yargıç ve savcıların görevden uzaklaştırılmasının ardından, hukuk ve
adalet aygıtı olarak çalışmayı bütünüyle bir yana bırakmış, 1930'ların demokrasi karşıtı siyasal uygulamaların koruyucusu ve kollayıcısına dönüşmüştür. Bunun için yargı ile toplum arasındaki meşru ilişkiyi bütünüyle ortadan kaldırmak gerekti. Bu da tabii ki, yasama ve yürütme erklerinin yargıçların seçiminde devre dışı bırakılmasıyla, yargıçların yalnızca ideolojinin bekçiliğine razı olanlar arasından seçilmesiyle mümkün hale gelecekti.
Yargı erkinin meşruiyeti
27 Mayıs Darbesi bu sistemi kurumsallaştırdı,
12 Mart Darbesi güçlendirdi. 12 Eylül Darbesi ise bu demokrasi karşıtı kurumsal yapıyı mutlaklaştırdı. Dr. Orhan
Gazi Ertekin'in ifadesiyle “mikro Milli
Güvenlik Konseyi” olarak kurguladı. Bu eksende bakıldığında yargı erki, demokratik meşruiyetten bütünüyle mahrum, devlet içinde devlet, toplumdan gelen tüm
özgürlük ve demokratik talepleri tehdit olarak gören bir yapı olarak, ulusal iradeye tabi olmayı bir yana bırakın, darbeci bir ideolojiyi ulusal irade karşısında, gerektiğinde hukuku ihlal etmek suretiyle, koruma misyonunu üstlenen bir erktir. Ulusal iradenin egemen olmasının aracı değil, ulusal iradeye vesayet etme aracı durumundadır.
Milli Güvenlik Kurulu siyaset yapıcı olamaz
Demokratik bir ülkenin güvenlik, ulusal ve uluslararası politikasının oluşturulması ve icrası siyaseten sorumlu olan Bakanlar Kurulu'na aittir. Günlük siyaseti izleyen ortalama bir vatandaş, güvenliğe ilişkin temel siyasal kararların adeta
Genelkurmay ile birlikte veya onun onayıyla alındığını fark eder. Türkiye'nin ekonomiden eğitime, etnisiteden din konusuna kadar neredeyse tüm sorunlarının “güvenlik” sorununa dönüştürüldüğü ve Milli Güvenlik Kurulu'nda masaya yatırıldığını unutmayalım. Burada alınan kararlara Bakanlar Kurulu fiili olarak uyar ve Meclisteki çoğunluk da bunları yasalaştırır. Darbelerin temel gerekçesinin, ülkenin temel politikalarına demokratik temsilcilerin uymaması olduğunu da dikkate aldığımızda, başka söze gerek kalmamaktadır.