Bütün
Türkiye tarafından hemen lânetlenen bu meşum olay, son yıllarda artan
PKK terörünün ve
Kuzey Irak'ta yaşanan gelişmelerin
ülke kamuoyunda yarattığı gerilimi zirveye çıkardı. Gerek muhalefet partileri gerekse medya kuruluşları, Kuzey Irak'a askerî
operasyon yapılması için seslerini iyice yükselttiler. Bu zamana kadar benzeri olaylara itidalle yaklaşmayı
tercih etmiş olan
iktidar partisinin söylemleri de hissedilebilir derecede sertleşti. Bu olaylar aklıma ister istemez 1897
Osmanlı-
Yunan Savaşı'nı getiriyor. Gerçekten de bu savaşın arka planı ile son zamanlarda Türkiye'nin PKK ve Kuzey Irak'a dair yaşadıkları arasında şaşırtıcı paralellikler var.
Yunanistan, 1830'da
Avrupalı büyük devletler "(Düvel-i Muazzama / Great Powers)" tarafından bizzat kurdurulmuş, siyasi yapılanmasını dâhili
kavga ve karışıklıklardan dolayı uzun süre tamamlayamamış bir devletti. Milli bir devlet olarak kurulmuştu, ama nüfusunun birkaç misli kadar Yunan hâlâ Osmanlı
topraklarında yaşıyordu. Kaldı ki bu dışarıda kalanlar, Yunanistan'daki Yunanlardan çok daha zengin ve aydın bir topluluktu. Dolayısıyla bu yeni ve
küçük devlet, kuruluşundan kısa bir süre sonra milli politikasını oluşturdu: "Kardeşlerini
Müslüman boyunduruğundan kurtarıp anavatana bağlamak!" İşte o meşhur Megali İdea (Büyük Ülkü) kısaca buydu. Bu ülkü doğrultusunda hareket eden Yunanistan, Osmanlı'nın Avrupa ile olan ilişkilerindeki hassasiyetten istifade ederek kuzey yönünde genişledi. Tesalya'nın 1881'de alınmasından sonraki hedefler
Girit adası ve
Makedonya idi.
17. yüzyılda fethedilen Girit,
Osmanlı Devleti için yıllarca sorun olmuştu. Özellikle 19. yüzyıl ortalarında Giritli Hıristiyanların kurdukları
örgüt (Epitropi) Osmanlı'yı hem askerî, hem de siyasi anlamda çok uğraştırdı. Padişahlar evvelâ Girit valisinin yetkilerini artırıp bölgedeki silahlı kuvvetleri güçlendirme yolunu izlediler (Bir nevi
OHAL). Bundan bir netice çıkmayınca, Avrupa'nın
teşvikleri sonucunda Epitropi ile masaya oturuldu. 1878 yılında
padişah adada Hıristiyanlar lehine düzenlemeler yapmayı kabul etti. Ama
anlaşma sonrası ortalığın sütliman olacağı beklenirken tam tersi oldu. Ada Hıristiyanlarının bir bölümü yeni durumdan memnun olsa da bir bölümü enosis'i istemekten vazgeçmedi. Yunanistan'daki milliyetçiler zaten Megali İdea'nın peşini bırakmıyorlar, hükümeti ve kralı daimi bir
baskı altında tutuyorlardı. Sonuçta 1896'da Girit'te çok büyük bir
isyan patlak verdi. Bunu müteakiben bir Yunan alayı Girit'e çıkarak adayı "anavatana bağladığını" açıkladı.
Yunanistan'ın Devlet-i Aliye'ye kafa tutması
Bu durum Osmanlı-Yunan ilişkilerini iyice germekle beraber bir savaşa yol açmadı. Çünkü büyük devletler Girit'teki durumu kendilerinin çözümleyeceklerini söyleyerek 2.
Abdülhamid'i Yunanistan'a savaş açmamaya ikna etmişlerdi. Osmanlı Devleti o dönemde Avrupa'ya gerek
ekonomik, gerek siyasi bakımdan fazlaca bağımlıydı. Hatta devletin ekonomisini ve toprak bütünlüğünü bir anlamda padişahın büyük devletler ile yürüttüğü uzlaşma ve denge siyaseti ayakta tutuyordu. Osmanlı'nın ekonomik ve sınaî özkaynakları uzun bir savaşı kaldırabilecek düzeyde değildi. Bununla beraber padişah, ülkede başta Doğu Anadolu'daki
Ermeni isyanları olmak üzere ciddi iç sorunlar mevcutken bir savaş macerasına girişilmesini
intihar olarak görmekteydi. Öte yandan, Yunanistan gibi ufak ve nispeten yeni kurulmuş bir devletin, asırlarca dünyayı idare etmiş koskoca Devlet-i Aliye'ye böylesine kafa tutması Osmanlı'da gerek devlet adamları gerekse kamuoyu için ciddi bir rahatsızlık kaynağıydı. Onlara göre Yunanlar Osmanlı'nın bu pasif tutumundan cesaret alabilir ve yeni maceralara kalkışabilirlerdi. Bu maceralar sonucunda da, o güne kadar olduğu gibi, Avrupa'nın bir veya birkaç ülkesinin desteğiyle yine toprak kazanabilirlerdi. Abdülhamid her ne kadar büyük devletlerin mümkün olduğunca suyuna gitmeye çalışsa da aslında onlara hiç mi hiç güvenmiyordu. Girit'te ipleri bir şekilde Avrupa'nın ellerine bırakmıştı, ama Yunanistan'la olan kara sınırının bizzat korunması şarttı. Zira Yunan milliyetçilerin orduyla ortaklaşa olarak örgütlediği Milli Komite (Etniki Eterya) Makedonya'nın Yunanistan'a katılması için çalışmalara başlamıştı. Bu örgüte bağlı silahlı çeteler sınırı geçerek Makedonyalı Yunanlıları isyana teşvik etmekteydiler. Bir taraftan da Tesalya'da yaşayan Müslüman Türklere yönelik yıpratma kampanyaları yürütülüyordu (Kerkük'le mukayese edin). Bu gelişmelere karşılık derhal bütün Anadolu'dan Yunan sınırına asker sevk edildi. Fakat sınırdaki orduya hemen her gün gönderilen telgraflarda tedbirli olunması, merkezden emir gelmeden sınıra en ufak
tecavüzde bulunulmaması emrediliyordu. Çünkü ordunun zorlayıcı sebepler oluşmaksızın sınırı geçmesi Osmanlı'yı büyük devletler nezdinde çok zor durumda bırakırdı.
Osmanlı'nın sınıra büyük bir askerî kuvvet sevk etmesi karşısında, o zamana dek Megali İdea'yı hararetle savunmuş olan
Başbakan Deliyannis, barış yanlısı nutuklar atıp Osmanlı'yı
saldırgan taraf olarak göstermeye başladı. (Bugünkü PKK ve yandaşı
Kürt gruplarla karşılaştırın.) Halkına da ordunun her türlü saldırıya hazır olduğu mesajını vererek içerideki itibarını korumaya çalıştı. Harekete geçmek için sabırsızlanan Etniki Eterya'nın silahlı çeteleri ise Osmanlı sınırını tecavüz edip karakollara ve köylere saldırmaya başladı. Bu durum, Osmanlı kamuoyundaki savaşın kaçınılmaz olduğuna yönelik kanaati iyice pekiştirdi. Padişahın ihtiyatlı tutumu gitgide daha fazla kişiyi rahatsız etmeye başladı. O kadar masraf yapılmış, sınıra koskoca ordu sevk edilmişti; padişah hâlâ ne bekliyordu? Birçok kişiye göre Osmanlı Devleti Yunanistan'a "dersini vermezse" uluslararası itibarı ayaklar altına alınacak; dahası, Makedonya'da çıkacak isyan, ülkenin diğer kesimlerine de sıçrayıp devleti parçalanmaya kadar götürecekti. Harbiye Nazırı Rıza Paşa da padişahın derhal
sınır ötesi harekât emrini vermesini istiyordu. Bu gergin ortamda, 17
Nisan sabaha karşı Yunan çetelerinin sınırı geçip Osmanlı karakoluna
baskın düzenlemeleri bardağı taşıran son damla oldu. Bu defa çetelerin Yunan ordusunca teçhiz edildiğine dair sağlam delillere de ulaşılmıştı. Artık bu son haberlerden sonra ne ordudaki ne de kamuoyundaki savaş arzusuna gem vurulabilirdi. Derhal Yıldız Sarayı'nda bir zirve gerçekleştirildi. Padişah ve bazı bakanların, ordunun Tesalya dağlarında batağa saplanacağına, savaşın uzayıp ülkeye büyük zararlar getireceğine yönelik korkusu devam ediyordu. Fakat başta Harbiye Nazırı olmak üzere diğer bakanlar bıçağın kemiğe dayandığını, bu
tahrik ve tehditlere karşılık verilmemesi durumunda herkesin tarih önünde sorumlu duruma düşeceğini kararlılıkla dile getirdiler. Rıza Paşa ayrıca savaşın bir yıldırım harbi olacağı, Osmanlı'nın çabuk ve kesin bir
zafer elde edeceği ve sınırın bundan böyle artık çete tecavüzlerine sahne olmayacağı konularında padişahı ikna etmeyi başardı. Neticede zirveden savaş ilânı kararı çıktı.
Okuyucularımız için yukarıda anlattığım tarihçe ile bugün içinde bulunduğumuz durum arasındaki tesadüfleri fark etmek çok da zor olmasa gerek. Yine de yardımcı olmak amacıyla bugüne bir göz atalım: Bugünkü Irak devleti, ABD'nin işgali sonrası oluşturulmuş, idari yapısı ve geleceği hakkında büyük soru işaretleri taşıyan, bir anlamda suni bir devlet. Kuzey Irak'taki hâkimiyeti ise neredeyse kâğıt üzerinde. Bu bölgede, iktidarını tam olarak tesis edememiş, henüz yapılanma aşamasında bulunan Kürt yönetiminin sözü geçiyor. Bu idare ise her türlü yokluk ve yoksunluğuna bakmaksızın, egemenliğindeki Kürt bölgesini milli bir devlete dönüştürme amacı peşinde. Ne var ki, bu amacın gerçekleştirilmesi durumunda daha zengin ve sayıca daha büyük bir Kürt nüfusun sınırların dışında kalacak olması Kürt yönetimini düşündürüyor (1897'deki Yunanistan gibi). Kuzey Irak'ta fiili özerkliği elde etmiş,
bağımsızlık yolunda hızla ilerleyen Kürtlerin bir kısmı bu durumdan cesaret alarak "Kuzey
Kürdistan" dedikleri Türk toprakları ile
birleşme planları yapmaya başladı bile (bu da onların Megali İdea'sı). PKK'nın (onların Etniki Eterya'sı)
Ekim 2007'de Türk ordusuna yönelik yoğunlaştırdığı saldırıların da bu emellere yönelik olduğu aşikâr.
Askerî zaferin hezimete dönüşmesi
Kuzey Irak'ta beslenen
terörist grupların yarattığı tehdit Türkiye'de yıllardır endişe ile takip ediliyor. Bilhassa son yıllarda artan terör olaylarına karşılık Doğu ve Güney
doğu Anadolu'daki askerî birliklere takviyeler yapıldı. 12 Nisan 2007'de
Genelkurmay Başkanı Büyükanıt'ın sınır ötesi operasyon çağrısının ardından başlayan süreçte
TBMM, 17 Ekim günü bu operasyona müsaade eden tezkereyi kabul etti. Fakat
AK Parti hükümeti, Avrupa ve ABD (yani bu devrin Düvel-i Muazzama'sı) ile kurduğu güçlü siyasi ve ekonomik bağların zedelenmemesi için askerî güç kullanımından mümkün mertebe imtina ediyor (
2. Abdülhamid'in politikasının bir benzeri). Yine de hükümet, 21 Ekim'deki saldırının ardından gelen kamuoyu baskısı karşısında bu politikayı çok uzun süre devam ettirecek gibi görünmüyor. Nitekim hemen o
akşam gerçekleştirilen
terör zirvesi neticesinde yayınlanan basın açıklamasında yakın zamanda sınır ötesi operasyona girişilebileceği ima ediliyor.
Peki, Abdülhamid'in aylarca süren gerginliğin ardından kılı kırk yararak onay verdiği savaşta neler oldu?
Askerî açıdan bakacak olursak savaş çok parlak bir zaferle neticelendi. Osmanlı ordusu Yunanlara nazaran daha fazla kayıp vermesine rağmen bir aylık süre içinde Yunanistan içlerine kadar ilerledi. Fakat tam bu sırada devreye giren büyük devletler, padişahtan artık tehdidi bertaraf ettiğine göre ordusunu geri çekmesini istediler.
Sınırlarda hiçbir değişikliğe müsaade etmediler. Sadece 4 milyon liralık bir savaş tazminatı karşılığında iki ülkeyi barış yapmaya sevk ettiler. Uluslararası şartlar statükonun korunmasını (veya Osmanlı lehine bozulmamasını) gerektiriyordu ve bu noktada bütün büyük devletler uzlaşmış durumdaydı. Osmanlı bu devletleri karşısına aldığı takdirde Dimyat'a pirince gitmişken evdeki bulgurdan olabilirdi. Böylece Abdülhamid, içi kan ağlayarak da olsa Avrupa'nın taleplerini kabul etmek zorunda kaldı. Alınan tazminat, savaşın maddi zararlarını, şehitleri geri getirmedi. Milona'daki, Dömeke'deki zaferler ile Şehit Abdülezel Paşa'nın kahramanlığı ise yalnızca birer hatıra olarak kaldı. Savaştan çok değil, birkaç ay sonra Avrupa, Girit hakkındaki kararını açıklayarak burayı Yunanistan prensinin uhdesine bıraktı. Adada Osmanlı'nın dalgalanan bir bayrağı dışında hiçbir şeyi kalmadı.
Kısacası, 1897 yılında güvenlik kaygılarıyla başvurulan askerî yöntemlerde elde edilen başarı, siyasi ve ekonomik bakımdan fayda getirmediği gibi Yunanların Megali İdea'sını da dizginleyemedi. Çok geçmeden, Makedonya'nın yanı sıra Batı
Trakya, Ege Adaları ve 12 Ada da Yunanistan'ın eline geçti. Böylesi bir neticeyi önlemek için yalnızca askerî metotlara başvurmanın yeterli olmadığını, aynı zamanda çok ciddi ve basiretli bir siyasi ve ekonomik plan da takip etmek gerektiğini tarih bize işaret ediyor. Terörün sona erdirilerek ülke bütünlüğünün korunması, palyatif değil, ancak uzun vadeli ve kesin çözüm getirebilecek politikalarla mümkün olabilir. Bugün yaşadığımız olaylar 1897'deki savaş sürecine ne kadar benziyorsa benzesin, umuyoruz ki sonu benzemez.
MEHMET UĞUR EKİNCİ - BİLKENT ÜNİVERSİTESİ