4 Temmuz’un üç
generali neden
emekliye sevk edildi?
Kasım 2002’nin başları…
Asker kökenli ve çok iyi
Arapça konuşan 40 yaşlarındaki CIA görevlisi,
Diyarbakır üzerinden
Kuzey Irak’a geçmeden önce
Ankara’da Genel
kurmay karargâhına geldi.
Türkiye’nin Temmuz ayında verdiği izinle, 8 kişilik iki timle birlikte
Kuzey Irak’a geçen bu kişi,
Süleymaniye’de bir CIA üssü kurmuştu. Temmuz 2002’de Ankara’ya gelip Baş
bakan Bülent Ecevit’le görüşen dönemin ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, “Kuzey Irak’a iki CIA timi konuşlandırmamıza olumlu yaklaşmanızı rica ediyoruz. Bizim için bu husus çok önemli. Bu konuda saydamlığa özen göstereceğiz.” demişti. Ecevit’in olumlu
cevap vermesiyle bu timler Türkiye üzerinden Irak’a girmişti. Wolfowitz’i sevince boğan bir diğer gelişme Ecevit’in, “Sizi kuzey cephesi seçeneğinden mahrum etmeyeceğiz.” sözleriydi.
Türk makamlarına, iki CIA timinin Kuzey Irak’a gidiş gerekçesi olarak, “Orada
El-Kaide' class='textetiket' title='El Kaide haberleri'>El Kaide ile bağlantılı Ensar El
İslam örgütünün kampı var. Bu örgüt hakkında çalışma yapacağız.” denilmişti. Ama CIA timlerinin asıl görevi,
Irak savaşı öncesi
Saddam Hüseyin rejimini zayıflatacak çalışmalar yapmaktı. Muhalefeti örgütleyecekler,
sabotaj eylemlerini koordine edecekler, Saddam’ı şaşırtmak amacıyla Irak içinde dezenformasyon (yaygın olarak yanlış bilgiler yayma) yapacaklardı. Bu timler
bölgeyi dolaşırken kendilerine Türk görevliler de eşlik ediyordu. Bir süre sonra Türkiye, CIA timlerinin hassas dengelerin söz konusu olduğu bölgedeki çalışmalarına kesin tavır koydu ve bu iki CIA timi Kuzey Irak’tan çıkmak zorunda kaldı.
Ancak Irak’a yönelik askerî harekât öncesinde ABD’nin insana dayalı bazı hayatî istihbaratlara ihtiyacı vardı. O yüzden ABD, bu timlerin yeniden Kuzey Irak’ta çalışma yapması için Türkiye’ye talepte bulundu. Çünkü savaş yaklaşıyordu. Türkiye’nin şartı, bu timlere Türk görevlilerin de eşlik etmesiydi, aksi halde yeniden geçişlerine izin verilmeyecekti. ABD’nin bu şarta “
evet” demesi üzerine, timler kasım ayı başında Ankara’ya geldi.
İki timde, 9’u istihbarat ve özel savaş
subayı olmak üzere 13 kişi vardı. Ankara’dan Diyarbakır’a uçakla gidip oradan da cipleriyle Kuzey Irak’a geçeceklerdi. Timlerle birlikte Diyarbakır’a gitmeye hazırlanan CIA görevlisi,
Genelkurmay’da görüştüğü yetkililere şöyle diyordu: “Size
yemin ederim ki topladığımız bilgilerin en ufak kırıntısı bile sizin de elinize ulaşacak.
İstihbarat ve kontr-
terör görevinde bizim tam ortağımızsınız.” Bu bilgi,
Amerikalı ünlü gazeteci Bob Woodward’un Irak savaşının perde arkasını anlattığı “
Saldırı Planı” (Plan of Attack) isimli kitabında yeralıyor.
Diyarbakır’dan Kuzey Irak’a doğru yol alan ciplerde, 100’er dolarlık tomarlar halinde kutulara yerleştirilmiş 32 milyon dolar da vardı. Bu ilk etapta götürebildikleri miktardı. Ne kadar paraya ihtiyaçları olursa arkadan gelecekti. Zaten böylesine hassas bir coğrafyada para dağıtmadan ölümüne istihbarat elde etmek mümkün değildi. Sonraki günlerde onlarca CIA görevlisi daha Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a girdi. Hazır
yiyecek paketleri içinde sadece bir seferinde gelen para 35 milyon dolardı.
TÜRK TİMLERİNİN SAYISI
Nitekim birkaç ay sonra 20
Mart 2003 günü Irak’ı vurmaya başlayan ABD, Saddam rejimi hakkındaki en mahrem bilgilere, bu CIA timlerinin devşirdiği üst düzey
Baas yetkilileri sayesinde sahip oldu. Irak’ın hayatî bazı askerî birlikleri, bu istihbarat çalışmalarıyla savaş dışı bırakıldı. Saddam rejiminin bazı
kilit isimleri, bu çalışmalarla elde edilip savaş öncesinde Türkiye’deki
İncirlik üssü üzerinden ABD’ye götürüldü. Bu timler sayesinde ABD, Saddam’ın sanıldığı gibi savaşma gücüne sahip olmadığını gördü. Bu timlerin bir diğer ilginç faaliyeti,
1 Mart tezkeresinin reddedilmesiyle ilgiliydi. Irak’ta yaydıkları dezenformasyon şöyleydi: “Türkler aslında
hile olsun diye tezkereyi reddetti. Türkiye
Amerikan güçlerinin Kuzey’den Irak’a girmesine gizlice izin verecek.”
Savaş öncesinde Türkiye, işte bu CIA timlerini
kontrol edecek kadar Kuzey Irak’ta söz sahibiydi. Kuzey Irak’ın 20’yi aşkın noktasında Türk timleri konuşlanmış vaziyetteydi. Bölgeye gelen Amerikalılar da bu noktaları ziyaret etmekte, ihtiyaçları olan bilgilere, müttefik bir ülkenin eliyle sağlıklı bir şekilde ulaşmaktaydı. Ama, Temmuz 2003’e gelindiğinde Süleymaniye’deki “
çuval olayı” meydana geldi. Amerikan askerleri, 4 Temmuz 2003 günü Türk özel kuvvetler timinin bulunduğu binaya
baskın düzenleyip 11 subay ve
astsubayımızı göz
altına alıp
Bağdat’a sorgulamaya götürdü. Üstelik bu bina Türkiye tarafından satın alınmış bir yerdi, bir anlamda Türk karakolu sayılabilirdi. Aynı gün Irak
Türkmen Cephesi’nin Süleymaniye temsilciliği ve üç ayrı Türkmen binası da baskına uğradı.
1992’den beri zaman zaman binlerce askerle Kuzey Irak’a girip
sınır ötesi harekât yapan Türk Silahlı
Kuvvetleri (TSK), geri çekilmelerden sonra burada yeniden eski düzen kurulmasın diye, belirli yerlere bu özel kuvvet timlerini yerleştirmişti. Tıpkı Süleymaniye’deki tesis gibi, Musul,
Erbil ve
Kerkük’teki tesisler de Türkiye tarafından parası ödenerek satın alınmıştı. Bir emekli
komutan, bu özel timlerin bu şekilde yerleştirilmesini şöyle anlatıyor: “Genelkurmay sınır ötesi harekâtlardan sonra bu timleri geri çekmedi. Bu çok doğru bir karardı. Niye çeksin ki? Yıllardır orayı
temizlemekle uğraşıyorsun.”
Türk timlerinin bu şekilde Mesut
Barzani ve Celal
Talabani’nin denetimindeki belli başlı şehirlerde konuşlanmasının bir sebebi daha vardı. 1994-96 arasında Barzani ile Talabani güçleri arasında büyük çatışmalar olduğunda; bu timler bir anlamda barışı sağlama gücü oldular. Hatta hem Barzani, hem Talabani ile Ankara’da protokoller yapıldı, Türk timlerine fiilen “irtibat subayı” statüsü verildi. Böylece Türkiye aralarında
ateşkes sağlayıp ciddi
yardımlar yaptığı Talabani ve Barzani’yi yanına çekti, her ikisi de
PKK ile mücadeleye fiilen
destek verdi. İşte bu dönemde; Kuzey Irak’taki Türk timleri hem iki
Kürt gurubu arasında barışın devamını sağlıyor hem de; PKK mücadelesi için Talabani ve Barzani güçlerine gönderilen
silah,
mühimmat ve
patlayıcıları koordine ediyordu.
4 Temmuz günü,
Celal Talabani’nin denetimindeki yerlerden biri olan Süleymaniye kentindeki Türk timine yapılan baskında
gözaltına alınan
asker sayısı 11’di, ama aslında bu timler tamamı subay ve astsubay olmak üzere 18 kişiden oluşuyor. Demek ki o gün Süleymaniye’deki timin yedi elemanı dışarıdaydı. “Bu timler hep 18 kişiliktir. Hiçbirinde normal er olmaz. Hepsi subay, astsubay.” diyen emekli komutan, bunun gerekçesini şöyle anlatıyor: “Bunlar her şart altında kendi kendilerine yeten timlerdir. Timdeki her bir subay ve astsubayın ayrı bir özelliği var. İlk yardım için sıhhiyecisi vardır,
tamir işleri için tornacısı vardır.” Adı üstünde “özel kuvvet” olan, yani her türlü savaş şartına göre konuşlanmış olan bu timlerin donanımları da
doğal olarak buna göre oluyor.
ALBAY HICKOK SENARYOSU
Süleymaniye olayının can alıcı sorusu belki de şu: Baskın münhasıran Süleymaniye’deki timin bazı faaliyetleriyle mi ilgiliydi, yoksa
ABD askerlerinin Türk toprakları üzerinden Irak’a girmesine imkân sağlayacak 1 Mart tezkeresini reddeden Türkiye’ye, “Özel kuvvetlerini Kuzey Irak’tan çek, burası artık bizden sorulur.” mesajı mıydı? Önce, son yıllarda kendilerine “ulusalcı” denilen bazı çevrelerin ortaya attığı bir
senaryoya değinelim. Bu senaryoya göre, Amerikan ordusu ile
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin arası aslında Irak savaşından yıllar önce açıldı.
Örneğin ulusalcı görüşleri ile tanınan gazeteci
Yiğit Bulut, 17 Mart 2007 günü
İstanbul’da
Askerî Kültür sitesinde yapılan ve eski
Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Salim Dervişoğlu gibi bazı emekli üst düzey komutanların da izlediği bir toplantıda şunları söyledi: “Başkan Bill
Clinton zamanında ABD yeni bir yüzyıl için güvenlik belgesi oluşturdu. Türk Genelkurmayı da ABD’ye danışmadan Millî Askerî Stratejik Konsepti’ni değiştirdi. Bunun üzerine ABD Hava
Harp Akademisi Türkiye Masası Şefi
Albay Hickok, yazdığı yazıda, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ABD için
tehlikeli olmaya başladığını belirtti.”
Albay Robert Hickok’un ABD Hava Harp Akademisi dergisi Parameters’in 2000 yılı yaz sayısında yayımlanan ve TSK’nın bölgesinde giderek yükselen profilini ele alan bu yazısı, bir başka platformda daha gündeme geldi. Bir ara
Milliyetçi Hareket Partisi genel başkanlığına da
aday olan ve çeşitli stratejik araştırma kuruluşlarını yöneten Prof. Dr.
Ümit Özdağ, 15 Mart 2007 tarihinde İstanbul’da emekli
Orgeneral Oktar
Ataman’ın da katıldığı toplantıda şunları söyledi: “Türkiye ile ABD arasındaki krizin sebebi 1 Mart tezkeresi değildir. Robert Hickok’un yazısı var. Hickok, Türk ordusu güçlendikçe Türkiye güvenilmez bir müttefik haline gelmektedir diyor. Bu kişi bir ara Ankara’da
Bilkent Üniversitesi’nde de bulundu. Türkiye ile ABD arasındaki gerginliğin sebebi, bölgeye (Orta
doğu) ilişkin kurallar dizini üzerindeki anlaşmazlıktır.”
ÖZKÖK VE BÜYÜKANIT ÇİZGİSİ
5-6 Mart 2007 tarihlerinde Ankara’da yapılan, yine üst düzey komutanların da genişçe bir
katılımla temsil edildiği bir sempozyumda bu senaryo bu sefer Prof. Dr. Ömer
Aksu tarafından şöyle dile getirildi: “1998’de Türk ordusu aktif caydırıcılık diye bir konsept değişikliğine gitti. O güne kadar NATO içinde uslu bir ordu olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kendi başına hareket edeceğini ABD gördü.” Aynı toplantıda, bu konsept değişikliğini yapan dönemin
Genelkurmay Başkanı Orgeneral
Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun dört yıllık
görev süresi boyunca (1998-2002) hiç ABD’yi ziyaret etmeyişi hatırlatıldı.
Bu senaryoya göre, Orgeneral Kıvrıkoğlu ve dönemin komutanlarından Orgeneral
Aytaç Yalman, Irak savaşında ABD ile birlikte hareket etmek istemediler. Onların isteği, Türkiye’nin ABD’den bağımsız olarak Kuzey Irak’a 50 bin kişilik askerle girmesi ve burayı kontrol altına almasıydı. Kıvrıkoğlu, “Birinci
Körfez Savaşı’ndan zararımız 30-40 milyon dolar. Yeni bir savaş istemiyoruz.” diyordu.
Ama,
Ağustos 2002’de ordunun komuta kademesinde yaşanan değişiklik ve 3 Kasım 2002 seçimleriyle yeni bir dönem başladı. Ağustosta Orgeneral
Hilmi Özkök Genelkurmay Başkanı, Orgeneral
Yaşar Büyükanıt 2. Başkan olurken kasımda
AK Parti iktidara geldi. Böylece Türkiye’nin ABD’yi beklemeden tek taraflı olarak Irak’a girme projesi rafa kalktı. Orgeneral
Hilmi Özkök ve Orgeneral
Yaşar Büyükanıt, Irak savaşında ABD ile birlikte hareket etme politikasını uyguladılar. Her ikisinin de isteği Kuzey cephesinin açılması,
Türk askeri ile
Amerikan askerinin Irak’a birlikte girmesiydi. Böylece Kuzey Irak, Türk askerinin ve bir Türk komutanın kontrolünde olacaktı.
Aslında ABD’nin savaş planında Türk askerinin de Irak’a girmesi hiç yoktu. Kuzey cephesinden sadece Amerikan askeri girecekti. Ama Özkök ve Büyükanıt, bunu müzakerelerde ABD’ye kabul ettirdiler. Nitekim ABD ile tezkere görüşmelerini yürüten Türk heyetinin başkanı Büyükelçi Deniz
Bölükbaşı, 27
Mayıs 2003 günü
Habertürk kanalında bunu şu sözlerle ifade etti: “
Müzakereleri başından sonuna
Genelkurmay Başkanlığı ile birlikte yürüttük. Varılan mutabakatları Genelkurmay başkanı ve ikinci başkanın onayından sonra sonuçlandırdık. Genelkurmay ikinci başkanının en ufak bir tereddüdü yoktu. Genelkurmay tamamen tatmin olmuştu. Hiçbir açık nokta kalmamıştı… Komutanlar, askerî harekât metinleri ile her bakımdan mutabıktılar. Eğer öyle olmasa biz o müzakereleri sonuçlandıramazdık zaten.”
Gerek Özkök, gerekse Büyükanıt, Orgeneral Kıvrıkoğlu’nun aksine hem Süleymaniye baskını öncesinde hem de baskın sonrasında ABD’yi ziyaret etti. Her ikisi de Süleymaniye krizine rağmen Türkiye’nin ABD ile askerî müttefiklik ilişkisine çok kuvvetli vurgular yaptı. 1 Mart tezkeresinin
Meclis’te reddedilmesinden sonra Kuzey Irak’taki Türk özel timleri ile Amerikan askerlerinin karşı karşıya geleceği riskini ilk dile getiren kişi de Orgeneral Özkök oldu.
Tezkerenin reddinden dört gün sonra 5 Mart 2003 günü Genelkurmay karargâhında gazetecilere şu açıklamayı yaptı: “Türkiye iyi ile kötü arasında değil, kötü ile daha kötü arasında
tercih yapmak durumundadır… Türkiye savaşı tek başına önleme imkân ve yeteneğine sahip değildir. Savaş çıkarsa ne yapacağımızı
hesaplamamız gerekirdi. Hiç katılmamakla savaşın aynı zararını göreceğiz. Fakat zararımızın telafi edilmesi ve savaş sonrasında söz sahibi olmamız asla mümkün olmayacaktır… Dileğim, savaştan kaçınmak için seçtiğimiz hareket tarzının (tezkerinin reddinin), bizi savaşanları da karşımıza alarak bazı hareketler yapmak zorunda bırakmamasıdır…”
TARİH: 22 NİSAN 2003; YER: KERKÜK
48 yıllık askerî kariyerinde yedi yıllık da çeşitli NATO görevleri olan Orgeneral Özkök’ün bu öngörüleri doğru çıktı. Türkiye’nin “önleyemediği” savaş, onun bu sözlerinden 15 gün sonra başladı. 20 gün süren savaşın 9
Nisan 2003’te Bağdat’ın düşmesiyle bitmesinden sadece iki hafta sonra, Erbil’deki Türk özel timi Amerikan askeri ile karşı karşıya geldi. Erbil’deki Türk özel kuvvetler timi, 22 Nisan günü Kerkük’e giden bir insanî yardım
konvoyuna eşlik ediyordu. İki arabada Türk timine mensup altı subay ve astsubay, tercümanlık görevi yapan üç
peşmerge ve üç Türkmen vardı. Kürt gruplar, Bağdat’ın düşmesinin ertesi günü Kerkük’e girmiş, olaylar başgöstermişti. Kerkük’teki Türkmenler zor durumdaydı. Konvoy’da
gıda, ilaç gibi malzemeler vardı.
Sivil kıyafetli Türk timi Kerkük girişinde Amerikan askerince durduruldu. O gün neler yaşandığı, iki gün sonra Amerikan
Time dergisine yansıdı. Türk timini durduran kişi, 2,5 ay sonra Süleymaniye baskınını yapacak olan Albay William Mayville’den başkası değildi. Albay Mayville, Kerkük’ü kontrol altına alan 173. Hava İndirme Tümenine dâhil 3. Tugay’ın komutanıydı. Bu tümenin özelliği Amerikan özel kuvvetlerinin bir parçası olmasıydı. Eğer 1 Mart tezkeresi Meclis’ten geçse, Mayville ve askerleri Türkiye üzerinden giriş yapacaktı, tezkere reddedilince uçaklardan paraşütle atlamışlardı. Time dergisi muhabirine
röportaj veren Mayville şöyle diyordu: “Türk askerlerini Kerkük’teki Irak Türkmen cephesine silah taşırken yakaladık. Onlar buraya temiz bir kalple gelmediler. Hedefleri Kerkük’e büyük bir Türk barış gücü gelmesini gerektirecek ortamı oluşturmak. İlk konvoyda gerçekten insanî yardım malzemeleri vardı. Ama bu konvoylar tekrarlandıkça para ve silah getirdiklerinden kuşkulandık.”
Olayın hemen ardından
Silopi’deki Türk
Özel Kuvvetler Tugayı Komutanı
Tuğgeneral Abdullah Kılıçarslan, gözaltındaki askerî
personeli almak üzere Kerkük’e helikopterle gidiyor, ancak Mayville Kılıçarslan ile kendisi görüşmüyor, bir binbaşıyı gönderiyor. Kılıçarslan Amerikalı binbaşı ile görüşmeyi reddedip geri dönüyor. Bunun üzerine Albay Naci
Özdemir Kerkük’e gidiyor, Mayville ile aralarında sert bir
tartışma yaşanıyor. Çünkü Albay Mayville, artık kendisini normal bir albay olarak değil, Kerkük’ün patronu olarak görüyordu. Nitekim bir gün Kerkük’te valilik çıkışı valiyle mi görüştüğünü soran gazeteciye, “Buranın valisi benim.” cevabını vermişti.
Time muhabirine, iki gün tutulan Türk timinin ertesi günü Türkiye’ye döndüğünü, sınıra kadar kendilerine Amerikan askerinin eşlik ettiğini belirten Mayville, timdeki silahları AK-47 kalaşnikof makinalı
tüfek, M4, el bombaları, çelik yelek ve gece görüş dürbünü olarak sayıyordu. Türk timi “silahlar bizim” demişti. Time dergisine göre, Amerikan askerinin o gün gözaltına aldığı kişi sayısı 23’tü. Bunların 12’si Türk timine mensuptu, diğerleri onlara yardımcı olan
sivil kişilerdi.
Irak’ın işgalinden sadece 15 gün sonra meydana gelen bu olay, aslında 2,5 ay sonraki Süleymaniye baskınının da ayak sesleriydi. Çünkü Türkiye savaşa katılmadığı için artık “resmen” Kuzey Irak’ta olmayacaktı; ama “fiilen” olmaya devam ediyordu. Olmaması mümkün değildi. Nitekim Süleymaniye baskını, Kerkük’te yaşanan olayın hemen hemen benzeriydi. İki olayın tek farkı, Kerkük’te alıkonulan Türk timinin iki gün gözaltında tutulup Silopi’ye gönderilmesi, buna karşılık Süleymaniye’deki timin sorgulanmak üzere Bağdat’a götürülmesiydi. Üstelik her iki olayda da, Amerikan tarafının argümanları hemen hemen aynıydı.
ORGENERAL JONES’UN TALEBİ
Örneğin, Amerikan
New York Times gazetesi, Süleymaniye baskınından dört gün sonra sıcağı sıcağına yayımladığı haberde, “Baskın olayı, Türk kuvvetlerinin Kuzey Irak’taki rolünden dolayı ABD’nin duyduğu sıkıntının artması çerçevesinde gelişti.” demekteydi. Çünkü, Türk askerleri Amerikan liderliğindeki
ittifakın bir parçası ve ABD’nin emirlerine bağlı değildi. Gazeteye konuşan ABD
Savunma Bakanlığı yetkilisi şöyle diyor: “Orada olmak için hangi yasal amaçları var bilmiyorum. Eğer varsa neden bölgedeki
koalisyon güçleriyle koordinasyon içinde değiller? Orada ne yaptıklarını, neden orada bulunduklarını ve uygunsuz bir şey planlayıp planlamadıklarını tesbite çalışıyoruz.”
Yine
İngiliz The
Guardian gazetesi, aynı gün yayımladığı haberde şu bilgilere yer veriyordu: “ABD askerleri Türk irtibat bürosunda 15 kilo patlayıcı,
sniper (
keskin nişancı) tüfekleri, el bombaları ve Kerkük haritası ele geçirdi. Haritada Kerkük valilik binasının çevresindeki bazı hükümet binaları daire içine alınarak işaretlenmişti. Bir Kürt istihbarat yetkilisi, Türk askerlerinin iki ay önce seçilen Kerkük’ün Kürt valisi
Abdurrahman Mustafa’ya yönelik bir
suikast planı hazırladığını iddia etti.”
Süleymaniye’deki Türk timinin karargâhında çeşitli silahlar bulunduğu Türk tarafınca da kabul edilmiş durumda. Baskından iki gün sonra, Süleymaniye’ye gidip inceleme yapan Türk heyeti temsilcisi Hidayet Eriş’in verdiği bilgiye göre binada askerî uydu sistemi, 30’a yakın M-16 ve AK-47
tipi silah vardı. (Baskın sırasında bu uydu sistemi tahrip oldu ve bu silahlar kayboldu. Muhtemelen silahlar Amerikan askerlerince alındı.) Ama Türk tarafı, bir özel kuvvet timinde, üstelik de Kuzey Irak’ta PKK terör unsurlarını gözleyen bir timde bu silahların varlığını olağan olarak nitelendiriyor.
Baskın olayının odak noktalarından biri de şu: “Türk timinin Kerkük valisine ya da PKK dışındaki başka bir hedefe yönelik somut bir suikast planı var mıydı?” ABD ile yürütülen bütün görüşmelerde Türk tarafı bu suçlamayı reddetmiş durumda. Ama Amerikan tarafı, Süleymaniye’deki Türk timinin olağandışı bazı faaliyetlerde bulunduğunda ısrarlı. Nitekim, ABD
Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in Başkan
Bush adına
Başbakan Tayyip Erdoğan’a gönderdiği 14 Temmuz 2003 tarihli mektupta da şöyle deniliyor: “Umarım, gerçekleri araştıran ortak komisyonun çabaları, bizim asker ve subaylarımızın Süleymaniye’deki tesise baskın yapmak için haklı ve acil nedenleri bulunduğu yolunda size güven kazandıracaktır. Bizim askerî güçlerimizin süratle hareket etmesinin temeli, bir suikast tehdidi ve koalisyona karşı eylemlerin hızla istikrarsızlık yaratıcı sonuçları olabileceğiydi. Ayrıca hiç beklenmedik bir şekilde, çok sayıda silah, patlayıcı maddeler, detonatörler ve zamanlama aletlerinin gözaltına alınan üniformasız personel ile birlikte ele geçirilmesi, mevcut kuşkularımızı daha da artırdı. Bizim anlayışımıza göre, ele geçirilen cihazların çoğu Türk güçlerinin genelde kullandığı türden değildi… Bizim askerî güçlerimiz harekete geçti, çünkü gözaltına alınanlardan bazılarının Kuzey Irak’taki koalisyon faaliyetlerine karşı
komplo içinde bulunduğuna yönelik zamana duyarlı bilgilerimiz vardı.” Rumsfeld’in sözünü ettiği Türk-Amerikan ortak komisyonu çalışmalarını tamamladığında, yine taraflar arasında net bir mutabakat söz konusu olmadı. Nitekim
raporda, “Türk tarafı, Kuzey Irak’ta Türk personelin rapor edilen faaliyetleriyle ilgili ABD kaygılarını not etmiştir.” cümlesi yer aldı. ABD tarafının sözünü ettiği, “zamana duyarlı istihbarat” Türkiye tarafından kabul edilmedi, tesisteki silah ve patlayıcılar da tek başına bir suikast teşebbüsü olarak algılanmadı. Yani örneğin Türk timi fiilen böyle bir suikast teşebbüsündeyken yakalanmadı. Aslında Süleymaniye baskınının şifrelerinden biri
New York Times’e konuşan
Pentagon yetkilisinin sözlerinde gizli. “Türk timlerinin Kuzey Irak’ta olması için hangi yasal amaçları var?” diyor bu yetkili. Nitekim baskın olayından sonra da Türk özel kuvvet timlerinin bölgeden çekilmesi için ABD’den talep geldi.
Irak’ın işgalinden sonra istikrarı daha hızlı sağlamak isteyen ve Türk askerine de ihtiyaç duyan ABD’nin isteği, Türk askerinin Ambar bölgesine konuşlanması ve burada güvenliği sağlamasıydı. Bu konuyu görüşmek üzere 3
Eylül 2003 günü Ankara’ya gelen Amerikalı komutan Orgeneral James Jones, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’e şunları söyledi: “Türkiye istikrar için Irak’a gelecek ve görev üstlenecek. Ama kuzeydeki Türk özel kuvvetlerinin varlığı bölge halkı tarafından bir istikrarsızlık unsuru, kendilerine yönelik bir tehdit olarak görülüyor. Acaba Türk askerinin Irak’ta resmen görev üstlenmesiyle birlikte Kuzey Irak’taki Türk özel timleri de geri çekilebilir miydi?”
Doğal olarak bu
öneri Genelkurmay’da kabul görmedi. 7
Ekim 2003 günü Türkiye’nin Irak’a barış gücü askeri göndermesine imkân tanıyan tezkere Meclis’ten geçti. Ama Irak’ta yönetimi ellerinde bulunduran Şiiler de Kürt gruplarla birlikte, “Türk askeri istemiyoruz.” dedi. Böylece Türk askerinin Irak’a gidişi mümkün olmadı ve Kuzeydeki Türk özel kuvvetleri varlığını sürdürdü. Muhtemelen Türk askeri barış gücü olarak Irak’a gitse bile Genelkurmay Kuzey’deki Türk timlerini yine de geri çekmeyecekti.
TUĞGENERAL HABİL KÜÇÜK OLAYI
Bu yılın şubat ayında Süleymaniye baskınıyla ilgili olarak bir de şu soru ortaya atıldı. “Baskın kararını veren ve uygulayan üç Amerikalı komutan
terfi ettiği halde, baskına uğrayan Türk özel kuvvetlerinin başındaki
üç general neden emekli oldu?” Bu sorudan çıkan sonuç şu: Amerikalı komutanlar terfi ettiğine ve Türk komutanlar emekli olduğuna göre, demek ki kusurlu taraf Türk timiydi. Soruyu ortaya atan kişi, 1 Mart tezkeresi etrafında gelişen olayları “Tezkere” isimli kitabında anlatan
Radikal Gazetesi Ankara Temsilcisi
Murat Yetkin.
Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni
Ertuğrul Özkök de bir gün sonra (21
Şubat 2007) Yetkin’in yazısını köşesine taşıyıp aynı soruyu sordu.
Gerçekten de, ABD’li söz konusu üç komutan terfi etti. Baskını gerçekleştiren Albay William Mayville, şimdi tuğgeneral rütbesiyle
Afganistan’daki ABD kuvvetlerinin kurmay başkanlarından biri. Üstelik Mayville, Irak’taki Amerikan askerlerine
Maraş dondurması satmak üzere giden bir Türk işadamına, “İki sene sonra emekli olacağım, eğer bana bayilik verirsen New York’ta
cafe açıp Maraş dondurması satarım.” demesine rağmen terfi aldı. O dönem tuğgeneral rütbesiyle Mayville’in komutanı olan
Raymond Odierno, şimdi
korgeneral rütbesiyle ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Peter Pace’in yardımcılarından biri. Yine o tarihte Irak’ta Musul bölgesinde tümen komutanı olan David Petreaus, terfi ederek Irak’taki ABD kuvvetlerinin komutanı oldu.
Buna karşılık Türk tarafına bakarsak; olay meydana geldiği sırada Özel Kuvvetler Komutanı olan
Tümgeneral Sadık Ercan, baskın olayından bir ay sonra, bu görevinden alınıp İstanbul’daki Milli
Güvenlik Akademisi Komutanlığı’na; yardımcısı Tuğgeneral Abdullah Kılıçarslan da
Malatya’daki 2.
Ordu Harekât Başkanlığı’na atandı. 2004 yılında da ikisi birden emekliye sevk edildi.
Gerelkurmay hiyerarşisinde
Özel Kuvvetler Komutanlığı, Genelkurmay Harekât Başkanı Korgeneral Köksal Karabay’a bağlıydı. Karabay, 2000 yılından beri üç yıldır bu görevi yürütüyordu ve 2003’te orgeneralliğe terfi etmesi bekleniyordu. Ancak Karabay terfi ettirilmedi, korgeneral rütbesiyle İstanbul’daki 3.
Kolordu Komutanlığı’na atandı. 2004 yılında ise yine terfi ettirilmedi ve
Harp Akademileri Komutan Yardımcılığı görevine atandı. Bunun üzerine Karabay
istifa ederek ordudan ayrıldı. Oysa Karabay, gelecekte Genelkurmay Başkanı olabilme şansına sahip bir komutandı.
Peki, üç Türk generalin emekli edilmesinde temel sebep Süleymaniye olayı mıydı? Yaptığımız araştırmaya göre, Özel Kuvvetler Komutanı Tümgeneral Sadık Ercan ve yardımcısı Tuğgeneral Abdullah Kılıçarslan’ın emekliliklerindeki temel gerekçe Süleymaniye olayı. Burada hemen, “Eğer öyle olsa neden olaydan hemen sonra emekli edilmediler de 2004 yılı beklendi?” sorusu akla gelebilir. Bir uzman bu soruya şu cevabı veriyor: “Mesela 1991’de zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan
Güreş ve
kuvvet komutanları İstanbul’daki 26. Zırhlı Tugay’ı denetlemeye gittiklerinde yemeklerine ve kahvelerine
zehir konuldu. Komutanlar yemeğe kalmadıkları için kıl payı kurtuldu. Tugayın komutanı Tuğgeneral Habil Küçük, o sene hemen emekli edilmedi. Önce İstanbul’daki
1. Ordu Kurmay Başkanlığı görevine verildi. Ama sonraki yıllarda asla tümgeneral olamadı ve emekliye sevk edildi. Yine halen 3. Ordu Komutanı olan Orgeneral İsmail Koçman, albay iken
İzmit’te komutanı olduğu birliğin cephaneliğine bir baskın oldu. Olayın ardından Koçman’ın terfisi birkaç yıl gecikti ve Koçman devre arkadaşlarının çok gerisine düştü.”
Nitekim özel kuvvetlerin tarihine bakıldığında, Sadık Ercan dışında iki yıllık görev süresini bitirmediği halde görevden alınan bir komutan yok. Özel Kuvvetler Komutanlığı yapıp da korgeneral rütbesine terfi edemeyen komutan sayısı ise sadece bir. Dolayısıyla Tümgeneral Sadık Ercan’ın bu göreve 2002 yılında getirildiği halde, Ağustos 2003’te görevden alınması normal değil. Bu gibi olaylarda komutanlar emekliye sevk edildiğinde, sivil hayatta olduğu gibi doğrudan bir suç veya kusurları olması gerekmiyor. Askerî
disiplin içinde, “Birliğin her şeyinden komutan sorumludur.” ilkesi uygulanıyor. Dolayısıyla sebebi her ne olursa olsun, Süleymaniye olayının sadece gerçekleşmiş olması söz konusu iki komutanın emekli edilmesine yol açtı.
Edindiğimiz bilgilere göre, Tümgeneral Sadık Ercan ve yardımcısı Tuğgeneral Abdullah Kılıçarslan’ın görevden alınmasında, Süleymaniye’deki baskın haberinin Ankara’ya bir saat gecikmeyle gelmesi ana unsurlardan biri. Nitekim bir emekli komutan, “Olay üst makamlara ne kadar zamanda iletilmiştir? Zincirde aksama var mıdır?” diyor. O gün baskın olayından ilk haberi olan kişi Tuğgeneral Kılıçarslan. Çünkü Kılıçarslan, ana karargâhı Ankara’da olan özel kuvvetler komutan yardımcısı sıfatını taşımasına rağmen, aynı zamanda Irak sınırındaki Silopi’de bulunan Özel Kuvvetler Tugayı’nın komutanı. Irak’taki bütün özel kuvvet birimleri bu
tugaya bağlı olarak çalışıyor. Burası, aynı zamanda Özel Kuvvetler Hac Konaklama tesisleri diye geçiyor.
Osmanlı döneminde kara yoluyla hacca gidenler burada konakladıklarından ismi o şekilde kalmış. Tesis özel kuvvetlere verildiğinde de ismi değişmemiş.
Kendisi de beş yıl Kuzey Irak’ta görev yapmış bir asker olan Tuğgeneral Kılıçarslan, baskın haberini alınca bir üst komutanı olan Ankara’daki Tümgeneral Sadık Ercan’ı bilgilendiriyor. Bu bilgi üçüncü komutan olan Genelkurmay Harekât Başkanı Korgeneral Köksal Karabay’ın önüne gelene kadar geçen süre yaklaşık bir saat. Genelkurmay’da rahatsızlık uyandıran bir diğer nokta, Türk timi gözaltına alınıp Kerkük’e, oradan Bağdat’a götürülene kadarki süreçte, askerlerimizin serbest kalmasını sağlayacak bir çözümün üretilmemiş olması. Yani olay Ankara’ki üst makamlara intikal ettiği zaman her şey olup bitmişti.
KARABAY NEDEN EMEKLİ EDİLDİ?
Tümgeneral Ercan ve Tuğgeneral Kılıçarslan’ın emekli edilmelerinde Süleymaniye gerekçesi bu kadar belirginken, Korgeneral Köksal Karabay’ın emekliliğinde Süleymaniye olayının daha ziyade “biçimsel” bir sebebi oluşturduğu belirtiliyor. Karabay’ın emekli edilmesinde bazı “özel” nedenlerin daha ağır bastığı vurgulanıyor. Bir kere Karabay, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ten çok, ondan önceki Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu tarafından tercih edilen bir komutan. Zaten onu Genelkurmay Harekât Başkanlığı görevine getiren kişi Kıvrıkoğlu. Nitekim, Karabay da Özkök ile ilişkilerinin pek de iyi olmadığını, “Fikren uyuşmuyorduk.” sözleriyle açıkladı.
Öte yandan,
Yüksek Askerî Şûra çalışmaları öncesinde Ankara’da ortaya atılan, “Karabay’ın oğlu Irak’ta Amerikalılarla birlikte iş yapıyor.” dedikoduları üst düzey komutanlara kadar ulaşmıştı. Örneğin Süleymaniye baskınını “Çuvallayan İttifak” kitabında anlatan gazeteci Turan
Yavuz, şu iddiayı öne sürüyor: “Süleymaniye olayı sonrasında emekli edilen TSK’dan bir komutanın yetişkin oğlu da o gün irtibat bürosundaydı. Pet
holding ile Talabani arasında Kuzey Irak’ta petrol
arama ve çıkarma lisansı üzerinde görüşmelerde bulunmuştu. Ancak baskından birkaç saat önce binayı terk etmişti.” Bu satırları okuyanların aklına yine Köksal Karabay’ın oğlu Bahadır Karabay geliyordu. Ama Korgeneral Karabay, oğluyla ilgili bu iddiaları reddediyor.
İNCİRLİK’TE “GÖZALTI” SENARYOSU
Bütün bu bilgiler bir yana, emekli bir komutan, üç generalin emekliliğinde de Süleymaniye baskınının rol oynamadığını öne sürüyor: “Silahlı kuvvetlerimiz bu olayda direniş göstermeyen timin hareketini tasvip etmekte midir? Cevap evet ise emekli edilenlerin emeklilik nedenlerini başka yerde arayın. Komuta zinciri içinde yer alanlardan Genelkurmay Plan Harekât Daire Başkanı olan generalimiz (Tümgeneral
Bekir Kalyoncu) terfi etmiş ve (Köksal Karabay’ın yerine) Genelkurmay
Harekat Başkanı olmuştur. Yani terfilerde bu olay, bana göre neden olmamıştır.”
Gerçekten de Tümgeneral Bekir Kalyoncu o tarihte Korgeneral Köksal Karabay’ın altındaki birimlerden biri olan Plan Dairesi’nin başkanıydı. Kalyoncu emekli edilmediği gibi, 2005’te korgeneralliğe terfi ederek Genelkurmay Harekât Başkanı oldu. Tümgeneral Kalyoncu, Irak savaşı sürecinde 6 Ocak 2003 günü
TBMM’de milletvekillerine verilen bir brifingde, “Musul ve Kerkük bizim Misak-ı Millî sınırlarımız içindedir.” demişti. Bazı milletvekilleri şaşkınlıkla “Yanlış duymadık değil mi?” deyince Kalyoncu, “
Hayır, yanlış duymadınız. Musul ve Kerkük bizim Misak-ı Millî sınırlarımız içindedir.” sözlerini kullanmıştı. Aynı brifingde Kalyoncu, “ABD bize aba altından
sopa gösteriyor. Meclis, Irak’a asker konusunda bir karar vermeli.” ifadesini de kullanmıştı.
Bir emekli komutan, baskın olayının meydana geldiği 4 Temmuz’u takip eden 48 saat içinde ABD’de resmî
tatil olduğu için hiçbir üst düzey yetkiliye ulaşılamayınca, Genelkurmay karargâhında neler yaşandığı hakkında önemli bir bilgiyi aktarıyor. Orgeneral Hilmi Özkök baskını izleyen iki günde Amerikalı muhatapla