Uzun yıllar
Amerika’da çalışan
gazeteci
Yasemin Çongar’a göre Amerika,
Türkiye’de yaşanmakta olan yargı
darbesinin amacına ulaşmasını istemiyor. Bunda Batı’nın artık sadece
Ankara değil
Anadolu’yla da
iletişim kurmasının rolü var.
Yasemin Çongar, Türk
Medyası’nın en ilginç isimlerinden. 17 yaşında Anka haber ajansında başladığı gazetecilik kariyerini, halen
Taraf Gazetesi yazarı ve yöneticisi sıfatıyla sürdürüyor. Yarın ve
Cumhuriyet gibi yayın organlarında sosyalist bir çizgide başlayan süreçte,
Milliyet Gazetesi
Washington temsilciliği ile medyadaki tanınan isimlerden biri konumuna gelmişti. Çongar, Amerika dönüşü merkez medyada önemli bir pozisyona gelmesini bekleyenleri şaşırtarak,
Ahmet Altan ve Alev Er’le birlikte
Taraf Gazetesi’ni çıkarmaya başladı. Milliyet’in önerdiği tepe yöneticilik teklifini de bağımsız gazetecilik yapabilmek adına reddeden başarılı gazeteci ve arkadaşları, artık Türkiye’nin hassas konularına,
boyun ağrılarına en radikal dokunuşları yapabilen bir gazete sunuyor okura. Yasemin Çongar ile gazetecilik macerasını, Türk-
Amerikan ilişkilerini, Türkiye’nin bıktırıcı ağır gündemini, her fırsatta gitmeyi çok sevdiği Anadolu’yu ve elbette Taraf Gazetesi’ni konuştuk.
-
Gazetecilik serüveninize baktığımızda sosyalist yayınlarda başlayıp, merkez medya ve Washington temsilciliğiyle devam eden bir süreç gözlemliyoruz. Amerika’da ise önce Amerikan
politikalarına daha yakın, devamında ise daha eleştirel bir yaklaşımınız var. Türkiye’ye dönüşünüz ise Taraf Gazetesi’yle oluyor. Bu süreçte dünya görüşünüzde nasıl bir dönüşüm oldu?
Hem gazetecilik, hem de dünyaya bakışım anlamında bir değişim geçirdiğim muhakkak.
Lise son
sınıfı Amerika’da burslu okudum, sonra başka bir bursla
Meksika’da İspanyolca eğitimi gördüm ve 17 yaşında Türkiye’ye döndüm. Üniversiteye hazırlanırken Anka haber ajansında gazeteciliğe başladım. Yine aynı dönemlerde Yarın ve
Bilim Sanat dergileri gibi Türkiye
İşçi Partisi çizgisindeki yayınlarda yazmaya başladım. O zaman dünyaya sosyalist bakış açım vardı. Marksizmin klasiklerini okuyarak yetiştim. Bugünkü bakışımda da bu çizginin yeri hâlâ vardır. Benim kişisel evrimim dünya olayları ile paraleldir. Sovyetler çöktü ve o çöküşte biz Sovyet sisteminin ne kadar kapalı ve faşizan olduğunu gördük. Sovyet
modelini Türkiye’de de uygulanabilecek bir model diye düşünen, gerçekten bu modelin aslında bir
özgürlük sistemi olduğuna samimiyetle inanmış insanlardan biriydim. Zamanla liberal bir çizgiye geldim. Şu anda kendimi liberal olarak da tanımlamıyorum. Liberalliğin
topluma dair çok önemli unsurları gözden kaçırdığını düşünüyorum ve çizgimi demokrat olarak nitelendiriyorum.
-22 Temmuz
seçimleri öncesi, Hudson Enstitüsü’ndeki bir toplantıda Türkiye ile ilgili bazı felaket
senaryoları medyaya yansıdı. Konuyu basında ilk siz yazdınız ve başta
Genelkurmay olmak üzere bazı kesimlerden ciddi tepkiler aldınız.
Kişiye özel
muhtıra vermişti Genelkurmay benim hakkımda.
-Evet, bu yönünüzle de basın tarihine geçtiniz. Bütün bunlar mı sizde bağımsız gazetecilik fikrini güçlendirdi?
Sadece Hudson olayı veya Genelkurmay’ın bana yönelik açıklaması değil. 367 olayı ve elbette asıl belirleyici olan 27
Nisan muhtırası. Türkiye böylesi darbe denemelerinden geçtiği zaman demokratik medya organlarının önemi çok artıyor. Darbe süreçlerini reddeden, devlete eklemlenmeyen, bağımsız seslere ihtiyaç var. Toplumda o ses var ama toplum o sesi yansıtan yazarları, yorumcuları, muhabirleri de görmek istiyor. Türkiye medyasında son yıllarda bir çeşitlenme zaten vardı; ama benim kafamdaki özellikleri tam karşılayan bir yayın yoktu. Taraf ise bütün yapmak istediklerimi karşılayan bir gazete oldu.
-Taraf’ın durumuna tekrar döneceğiz; ama Amerika ile devam etmek istiyorum. Amerika’da görev yapan gazetecilerde, Amerika öncesi ve sonrası diye bir durum yaşanıyor mu? Hayata bakış, olaylara bakış, Türkiye’ye bakışta…
(Gülüyor) Olur, tabii hangi ortamda uzun zaman geçirirseniz o ortam sizi etkiler. İlk kez 16 yaşımda 1 yıl kaldım Amerika’da ve o zaman çok eleştirel bakmıştım. 11
Eylül sonrası Amerika kötü
sınavlar verdi. Amerikan basınını düzenli izlemek müthiş öğreticidir.
11 Eylül sonrası çok bocalasalar da, hem bağımsız hem iyi gazetecilik anlamında dünyada Amerikan basını kadar güçlü bir basın olduğunu düşünmüyorum.
Hükümeti v
e devleti ne kadar kıyasıya eleştirebildiklerini görüyorsunuz. Konuşmanın başında, Amerikan politikalarına sempatik bakarken sonra eleştirel oldunuz diye bir tespitiniz vardı, bu doğru tabii ama şunu görmek lazım. Ben ilk gittiğimde
Clinton Amerika’sıydı ve
Bosna meselesinden dolayı çok sert birkaç yazı ile başladım. Fakat sonra oraya sahip çıkıldı,
Vietnam’la ilişkileri yeniden başlattı, darbelerine
destek verdiği
Latin Amerika ülkelerinden özür diledi. Clinton çok eşitlikçi ve demokrat bir çizgi izledi.
Bush döneminde ise çok radikal bir dönüşüm yaşandı Amerikan politikalarında.
TÜRKİYE OBAMA’DAN ÇEKİNİYOR
-Bush dönemi sanki Clinton döneminin rövanşıdır diyebilir miyiz?
Muhtemelen zaten öyle olacaktı ama 11 Eylül, Bush’un yalnızca kendi çevresi ile uygulamak istediği bir politika sürecini, Amerika’nın ilk başta tümüyle sahip çıktığı ve çok geç sorgulamaya başladığı bir politika sürecine çevirdi. İşkenceye cevaz veren genelgelere
imza atmış,
insan hakları ihlallerinin arkasında durmuş bir Bush
yönetimi, Clinton döneminde alınan mesafeden sonra tam anlamıyla bir geriye dönüş oldu. Çok acıdır bu süreç. Şimdi yine büyük bir değişimin eşiğindeler.
-Yine bir Demokrat
iktidar mı bekliyorsunuz?
Büyük ihtimalle öyle. Barrack Obama gibi
genç,
siyah ve bütün
kampanyasını değişim üstüne kuran bir
adayın bu kadar güçlü bir performans göstermesinin sebebi de böyle bir arayış olduğunun kanıtıdır.
-Siz Obama’nın başkan olmasını mı bekliyorsunuz?
Şu anda daha yakın. Clinton karşısında aday olma şansı, Mc Cain karşısında ise başkan olma şansı çok fazla.
-Siz o zaman ilk Clinton dönemi gibi bir Amerika bekliyorsunuz tekrar.
Evet, benim tahminim öyle.
-Siyahî olması, ailesinde
Müslüman bir geçmiş olması gibi sebeplerle kendini ispat etmek için daha sert bir başkan olabilir yorumları yapılıyor.
Özellikle kampanyada bu söylediklerinizi gördük. Kampanya sırasında, ‘bu adam pasifist, Amerika’yı savunamaz’ izlenimi yaratırsanız, o başkan adayının seçilme şansı olmaz. Onun için Obama o mesajları verecektir. Ama bu kampanya sürecidir. Onu biraz tanıdığınız ve
makalelerini okuduğunuz zaman
diyaloga çok açık bir adam olduğunu görüyorsunuz. Amerika’nın düşmanlarıyla bile diyaloga açık.
İran ile konuşurum diyor. Herhangi bir diktatörlüğü benimsemiyor ama onlarla konuşabiliyor. Bush ise diktatörlükleri benimsemişti ama işine gelmeyenlerle konuşmuyordu. O bakımdan aslında çok daha ilkeli olduğunu düşünüyorum.
-Amerika’daki seçim ister istemez bizi de yakından ilgilendiriyor ve siz Obama’nın seçilmesinden mutlu olmamız gerektiğine inanıyorsunuz.
Beni mutlu eder doğrusu. Ankara gördüğüm kadarıyla Clinton’a yatırım yaptı, Mc Cain’den de rahatsızlık duymayacağı görülüyor. Bush yönetimi her ne kadar bu siyasi iktidarla iyi ilişkileri olduysa da, Bush’un devamı olacak bir Mc Cain’in Türkiye’de istenmesini anlamıyorum. Amerika ile iyi ilişkiler için önce toplumun Amerika’ya olumlu bakması lazım. Toplum bu kadar antiamerikancı olmuşken ve bunun anlaşılabilir sebepleri varken siz hâlâ buna sebep olanların devamı niteliğindeki insanların iktidara gelmesini istiyorsanız, burada bir yanlışlık var demektir.
-Türk hükümeti Mc Cain’i mi istiyor?
Öyle bir şey bilmiyorum, onu istiyorlar da demiyorum ama edindiğim izlenim Obama’dan daha çok çekindikleri. Clinton ile daha yakın bağları var. Mc Cain’e geçmiş dönemden dolayı daha sempatik baktıklarını söyleyebilirim.
-11 Eylül sonrası Amerika’da nasıl bir Türkiye algısından söz edilebilir?
Şu andaki konumumuz Soğuk
Savaş’ın Federal
Almanya’sı gibi. Yani demokrat olmayan dünya bizim sınırımızdan başlıyor. Bir de şu var. Eskiden Türkiye Amerika için sadece nerede olduğu açısından yani coğrafi konumu itibariyle önemliydi. Şimdi ise kim olduğuyla önemli olan bir ülke hâline geldik. Bu çok önemli. Türkiye’nin demokratik ve laik olması önemli; ama Müslüman bir ülke olması da önemli. Nüfusun çoğu Müslüman, hem görece demokratik hem de Batı ile dost olunca dünyada örneği az ülkelerden biri hâline geliyorsunuz. Bu süreçte ilk defa Türkiye’de toplumun çoğunluğu ile dışarıda Türkiye ile ilgili dünyanın beklentileri arasında bir örtüşme var. Burada ofsaytta kalan tek kurum devlet. Toplum daha dinamik, daha küresel ve daha demokrat, onun için Batı artık Türkiye ile ilişkilerini tamamen devlet üzerinden değil,
iş dünyası ve
sivil toplum üzerinden de kurmaya başladı. Sadece
İstanbul ve Ankara’yla değil, Anadolu ile de temas ediyorlar artık. Bu da sağlıklı bir gelişme bence.
DARBE SÜRECİNDEYİZ
-Türkiye’de son bir yıldır en fazla konuşulan konulardan biri de darbe ihtimali. Sizce Türkiye’de bir darbe ihtimali var mı?
Bence bir darbe süreci yaşıyoruz zaten. Şu an içinden geçtiğimiz odur. Tamama erer mi bilmiyorum; ama
kapatma davası bir yargı darbesidir. Türkiye’de artık klasik darbeler yaşanmıyor. Postmodern darbe 28
Şubat’tan sonra şimdi post postmodern darbe süreci yaşanıyor; çünkü işin içine askerden sonra yargı da girdi.
367 kararı ile başlayan süreçte,
kapatma davası ve son olarak
Yargıtay ile
Danıştay’ın yayımladığı muhtıralar var. Bütün o metinleri iyi incelediğinizde askerle yargı arasındaki ortak dili görebilirsiniz. Devletçi ideolojinin yargıçlar tarafından ne kadar benimsendiğini gösteren bir dil var. Siyasilerle, seçilmiş iktidarla
kavga eden, onu düşman ilan eden,
Meclis’i karşısına alan bir dil bu.
-Darbenin tamamına ermesi nasıl olacak?
AKP’nin kapatılması ve kurulacak bir teknokratlar hükümetiyle. Bu uç ama imkânsız olmayan bir senaryo. Sonuçta
seçmen iradesinin iş başına getirdiği hükümetin seçmen iradesi dışında alaşağı edilmesi zaten bir darbedir. Bunun için tanklara gerek yok.
YARGITAY BİLDİRİSİ AKP KAPATILMAYACAK KORKUSUYLA YAYINLANDI
-
Yargıtay’ın açıklamasında kapatma iddianamesine destek veriliyor, eleştirilmesine tepki gösteriliyor. Yargıçların bir davaya taraf olduğunu da görüyoruz. Bu olay sizce kapatma davasını nasıl etkiler?
Yargıtay bildirisi gösterdi ki Yargıtay sürmekte olan bir davaya taraf olabiliyor, bunu ilan edebiliyor ve
Anayasa Mahkemesi üzerinde bir
baskı oluşturabiliyor. Şimdi iyi niyetli iseniz, sağduyulu bakıyorsanız bundan sonra parti kapatılamaz çünkü gizli planlar deşifre oldu diyebilirsiniz; ama 367 kararını hatırlayın. O karar da
27 Nisan bildirisinden sonra çıktı.
Anayasa Mahkemesi’ne baskı olduğu söylendi, bunlar yalanladı; ama söylentiler devam ediyor.
-Bir de bu hengamede, bütün cumhuriyet kurumları ile kavgalı bir iktidar partisi görüntüsü var. Yüksek yargıyla, üniversitelerle, rektörlerle, Anayasa Mahkemesi’yle, askerle… Bir hükümet bütün memleket kurumları ile kavga eder mi eleştirisi yapılıyor…
Ben kavga etmesinden yanayım. Bizim demokratik olmayan bir devletimiz var. Siz demokratik bir parti iseniz devletin demokratik olmayan uygulamaları ile sürekli kavga etmek zorundasınız. Bunlara göz yumduğumuz, bunlarla uzlaştığınız zaman kendiniz de demokrat olamazsanız.
Şemdinli buna örnektir. AKP o olaydan dersler aldı ama kapatma davasına karşı, başbakandan bile bağımsız bazı uzlaşma arayışları varsa bu da bende şüphe oluşturur. Türkiye’de büyük medya bunu zorluyor.
-Sizde
AK Parti’nin kapatılmama korkusu mu var?
Nasıl yani (gülüşmeler)...
-Kapatılmıyorsa o zaman sistemle uzlaşmıştır anlamında diyorum.
Ne olduğuna bağlı. Bir kere kapatılmasını kesinlikle istemiyorum. Muhtemelen ve ne yazık ki kapatacaklar. Erdoğan’ı da yasaklayacaklar. Bu yargı darbesini planlayanlar çok kararlı olmasalardı, Yargıtay ve Danıştay muhtıralarını görmezdik diye düşünüyorum. Yargıtay muhtırasının çok büyük ölçüde, AK Parti’nin kapatılmama olasılığının meydana getirdiği panikten kaynaklandığını düşünüyorum. Anayasa Mahkemesi raportörünün
türban değişiklikleriyle ilgili raporundaki özgürlükçü ifadelerin bunda etkili olduğunu düşünüyorum. Çünkü Anayasa Mahkemesi türban değişikliklerini iptal etmediği anda, başsavcının iddianamedeki esas gerekçesi ortadan kalkmış olacak. Ondan sonra AK Parti’nin hukuki bazda kapatılması imkânsızdır. Bunu ben görüyorsam, yargı darbecileri de görüyordur. Diyelim ki AK parti büyük bir pazarlık yaptı,
Ergenekon’u güdük bıraktı, AB konusunda zaten durgun olan politikasını sürdürme sözü verdi, diyelim ki devletin antidemokratik alışkanlıklarını ve uygulamalarını sorgulamayacak noktaya geldi, o zaman kapatılmaz belki; ama AK Parti, AK Parti olmaktan çıkar. Bu toplum da önümüzdeki seçimde başka bir parti bulur kendine.
MAHKEMEYE BASKI NOKTASINDA İKNA OLMADIM!
-Siz bir yazı yazdınız, Anayasa Mahkemesi 367 kararını tehditle aldı diye. Eski başkan Tülay Tuğcu iddiaları yalanladı. Siz yazdıklarınızın hâlâ arkasında mısınız ve bu konuda yeni bir gelişme var mı?
Ben bir makale yazdım ve söylentilerden bahsettim. Bunlar söylentiden mi ibaret, vicdanınız rahat mı diye sordum. Onlar da baskı olmadı, vicdanımız rahat diye
cevap verdiler. O söylentiler hâlâ sürüyor. Gördüğümüz açık baskının dışında bir baskı olduğu konusunda bana izlenimler de aktarıldı. Sonuçta bunlar tek taraflı olarak bana aktarıldı. Konunun tarafları iddiaları inkâr ettiği sürece yapılacak bir şey yok. Kafan rahat mı derseniz, hayır hâlâ değil. Sonuçta haber de yazabilen bir insanım, elimde haber yazacak olgunlukta malzeme olmadığı için makale yazdım. Yazıda söylentilerden bahsedilebilir, soru sorulabilir. Bu söylentiler sadece bana değil birçok kişiye gitti. Bunu sorgulamakla çok doğru yaptığımı ve bu tartışmanın da bitmeyeceğini düşünüyorum.
-Yalanlamalarla iş bitmedi diyorsunuz.
İleride bu konunun taraflarının çok daha rahat konuşabileceklerini düşünüyorum.
-Hudson olayına benzer şekilde şu anda Amerika’da yeni Türkiye senaryoları kulağınıza geliyor mu?
Bush yönetimi özellikle Başkan Yardımcısı
Dick Cheney ve çevresi ulusalcı, AK Parti karşıtı ve orduya yakın bazı iş adamlarının ve bazı STK temsilcilerinin manipülasyonuna çok açık oldu. O senaryolar AK Parti’yi iktidardan uzaklaştırma planlarının parçasıydı ve Türkiye’den Washington’a giden ve mekik diplomasisi yapan bazı insanlar üzerinden pazarlandı ve tezgâhlandı. Cheney ve çevresinde böylesi manipülasyonlara açık insanlar hâlâ var; ama Bush yönetimi artık son günlerini yaşıyor. Amerika kendi
başkanlık seçimlerine odaklanmış durumda. Bir de kapatma davası ve muhtıralara şu andaki yönetim içinden bile eleştirel bir tavır var. Bence Türkiye’de yaşanan darbe sürecinin tamamına ermesini Washington bile istemiyor. Bütün bu gündemlerden aslında Türkiye’nin yaptığı çok önemli işleri konuşamıyoruz bile.
Irak politikasında akılcı değişimler var,
Suriye ile
İsrail barışı konusu var.
1 MART KRİZİ, YANSITILDIĞI KADAR BÜYÜK DEĞİLDİ
-Yıllardır konuştuğumuz bölgesel güç olma meselesinin altını bir türlü dolduramamıştık. Bu gelişmeler belki de ilk kez bu işin somutlaşması anlamına mı geliyor?
Yavaş yavaş, bir anda değil tabii. Türkiye bölgesel güç olmak istiyorsa yapması gereken çok önemli iki şey var. O da Irak ve
Ermenistan ile ilişkiler. İkisini ile de hâlâ olması gereken düzeyde konuşamıyoruz. Hâlâ
Kürdistan bölgesel hükümeti başbakanının Türkiye ziyareti sorun oluyor. Bu tabuları kırmadan bölgesel güç olunmaz. Oradaki sorunları çözmek için en üst seviyede diyalog kurulmalı. Ermenistan ile aynı durum söz konusu. Türkiye bunları yapsa Dağlık Karabağ sorununun çözümünde de devreye girebilir. Suriye ile İsrail’i buluşturan ülke Ermenistan ile
Azerbaycan’ı da buluşturabilir. Ama Ermenistan ile konuşamadan bu olmaz.
-Bütün bu süreçte ilginç noktalardan biri de AK Parti-Amerika ilişkileri. 1
Mart tezkeresinden sonra ilişkiler belki tarihinin en kötü dönemini yaşadı. Fakat şimdi de öyle bir noktaya geldi ki Amerika’nın desteği ile
sınır ötesi operasyon bile yaptık. Size göre ilişkiler nasıl bir seyir izliyor?
1 Mart tezkeresi Amerika için çok büyük şok oldu. Çünkü başlangıçta hükümet ve dışişleri bürokrasisi Amerika’ya bu tezkerenin kabul edilebileceği izlenimini verdi. Aslında AK Parti’den önce Ecevit hükümeti de bunun ilk sinyallerini vermişti. Hükümet tavrını baştan koysaydı durum farklı olurdu. 1 Mart şokundan sonra bile Amerikan yönetimi Türkiye’yi terk edemeyeceğini biliyordu ve dışarıya yansıtıldığı kadar büyük bir
kriz yaşanmadı ilişkilerde. Kriz, Amerikan askerlerinde vardı. Amerikan
Merkezî Kuvvetler Komutanlığı askerleri gemide bekliyordu Türkiye üzerinden Irak’a geçmek için. Son anda savaş planları bozulduğu için onlarda bir tepki oluştu. Amerikan ordusunun bir kesimi Türkiye karşıtı bir
lobi gibi çalıştı o dönem. Hatta uzun süre, Merkezi Kuvvetler Komutanlığı
PKK’ya karşı bir önlem alınmasına direndi. Bu yeni yeni aşılıyor.
CUMHURİYET MİTİNGLERİNDE RUBİN’İN YAZILARI DAĞITILDI
-Peki, bu noktaya nasıl geldi ilişkiler?
Amerika’nın çıkarları Irak’ın bölünmemesinden yana. Yine o çıkarlar, Irak’ın bugünkü federal yapısını koruyarak Türkiye ile sağlam ilişkiler kurmasını gerektiriyor. Bunun yolu oradaki PKK varlığının bitirilmesinden geçiyor. Amerika PKK konusunda kritik bir karar aldı, o da silahlı varlığına son vermekti. PKK şu veya bu şekilde silahsızlandırılacak ve silahlı birlikleri
Kuzey Irak’tan atılacak. Amerika bu kararı verdi ve bu süreç yaşanıyor. Bu kararı verdiği için sınır ötesi operasyona karışmadı.
-Bu durum Amerikan yönetimindeki neo-con etkisinin azaldığının işareti midir?
Onların etkisi hiçbir zaman tam olmadı. Michael Rubin diye bir adam ve onun yazdığı yazılar var. Türkiye konusunda taraflı ve maddi hatalarla dolu yazılar yazdı. Bir dezenformasyon kampanyasının aracı gibi çalıştı. Onun böyle yazmasının sebebi, Türkiye’de ona bu yazıları yazdıranlardır. Yazılarını çoğaltıp elden ele dolaştıranlardır. Cumhuriyet mitinglerini düzenleyen derneklere bakın, o derneklerin yöneticilerinin Michael Rubin’in makalelerini birbirlerine dağıttıklarını göreceksiniz.
-Neo-conlarla ulusalcılar
işbirliği yaptı yani…
Aynen ondan bahsediyorum. Neo-conlar bir gün oturup AK Parti iktidarını yıpratma kararı vermedi. Türkiye’deki ulusalcılar Amerikan neo-conları ile işbirliği yapıp bunu da AK Parti’yi alaşağı etmek için kullanmaya çalıştılar. Neo-conları eleştirirken onların Türkiye’de müttefikleri olduğunu bilmek lazım.
TARAF, MİLİTAN BİR GAZETE DEĞİL
-Taraf Gazetesi’nde net ve tavizsiz bir yayın çizginiz var. Haberleriniz ve manşetleriniz için baskı geliyor mu?
Biz bu işe girerken baskı olabileceğini, devlette hatta siyasi iktidarda çok fazla dostumuz olmayacağını biliyorduk. Hakkımızda davalar açılacağını biliyorduk ve başımıza geldi. Ancak bizi yaptığımızdan vazgeçirebilecek ölçüde bir baskı kurmaları mümkün değil. Bu ne dava olur ne tehdit olur. Sermaye sahibi açısından şanslıyız. Alkım ve özelde Başar
Arslan yayın politikasına müdahale anlamında tek kelime dahi etmedi 7 aydır. Ahmet Altan ve Alev Er’e ve bizim gazeteciliğimize tam bir güven içinde hareket ediyor. Sürekli buraya tebligatlar geliyor. Soruşturmalar açılıyor. Bunlar bizi ve yayıncımızı yıldırmıyor. Başar Arslan, mali zorluklarla başlayan bu işi çok daha iyi noktalara getirme hedefinde. 25 bin değil 100 bin satmak istiyoruz ve bu noktaya geleceğimizden eminiz. Taraf’ı yayınlayanların ilk tarifi hiç değişmedi; ‘çok dürüst, bağımsız ve prestijli bir gazete olsun’ denildi.
-Taraf,
Nokta’nın bıraktığı boşluğu mu doldurdu?
Biraz daha fazlası galiba. Nokta’ya büyük saygım var; büyük işler yaptılar ama sonuçta Nokta bir dergiydi, biz günlük gazeteyiz. Günlük gazetenin toplum için farklı anlamı var. Nokta kadar cesur ve dürüst olmaya çalışıyoruz; ama renkli bir yayıncılık yapmaya da çalışıyoruz. Hayatı kucaklamaya çalışıyoruz. Marjinal ve
militan bir gazete olmak değil hedefimiz. Burada çalışanlar marjinal değil, merkezdeki insanlar.
ANADOLU’DA MAHALLE BASKISI GÖRMEDİM
-Bir süre önce Orta Anadolu izlenimlerinizi yazdınız. Gördük ki gelişmeler sizi şaşırtmış. Gerçekten de Anadolu’yu İstanbul veya Ankara’dan okumak mümkün değil mi sizce?
Kesinlikle, daha önce de bunu biliyordum. Anadolu’yu çok dolaştım ama Amerika’da kaldığım sürece Anadolu’dan uzak kaldım. Taraf için döndüğümden beri 7 ay içinde birkaç kez
Güneydoğu’ya gittim, Orta Anadolu’yu 10 yıl aradan sonra gördüm ki müthiş bir değişim yaşanmış.
-Anadolu’yu yazarken, Türkiye’deki Ankara merkezli
siyaset ve İstanbul merkezli medya eleştirisi yaptınız. Anadolu’nun giderek ülke gündeminde daha fazla yer alması İstanbul medyası ve Ankara siyasetinin, bürokrasisinin işine gelmiyor mu?
Ankara bürokrasisi toplumdan kopuk. Türkiye’yi tanımayan bir devlet var. Tanımak istemeyen ve dışlayan bir devlet. Kafalarındaki ideal vatandaş tanımı 1920’lerden kalma ve onun dışında kalan vatandaşı sevmiyorlar. İstanbul medyasında da böyle bir refleks var ama esas sorun bence cehalet. İstanbul’un dışına çıkmamak. Türkiye’yi gezmemek, gezerse de sadece
Bodrum’a gitmek. Türkiye’de sürekli
Kürt veya PKK konusunda yazan ama bir kere bile
Diyarbakır’a gitmemiş adamlar var. Muhafazakârlaşma,
dindarlaşma, şeriat tehlikesi yazılarını yazıp bir kere bile
Konya’ya veya İç Anadolu’ya gitmemiş yazarlar var. "İç Anadolu felaket, müthiş bir
mahalle baskısı var" deyip de orayı hiç görmemiş insanlar var. Gidip görseler hakikaten tanımadıkları bir ülkede yaşadıklarını anlayacaklar.
-Siz Orta Anadolu’da mahalle baskısı gözlemlediniz mi?
Orada müthiş bir dönüşüm ve dinamizm gördüm. Kadınların hayata katıldıklarını, çok daha aktif olduklarını gördüm. Farklı kesimlerin çok daha bir arada olduklarını gözlemledim. Bu, mahalle baskısının çok olmadığı anlamına geliyor. Bir taraftan gelenekçi yapıları var. O anlamda muhafazakârlaşma devam ediyor. Fakat bu tutuculuk değil. İçki yasağı yok. İçkili lokantayı kimsenin taşladığı, bastığı yok. İçkili lokantalara fazla talep yok; ama
içkiye talep var.
-Türkiye’de orta sınıf hem değişim, hem
demokrasi hem de istikrarın garantisi. Belki Anadolu kendi orta sınıfını üretmeyi başarabildiği için bu noktaya geldi.
Kesinlikle… Bir de şunu görmek lazım. Orta Anadolu çok hızlı bir sekülerleşme yaşıyor. İnsanlar dindar olabilir; ama hayatlarını belirleyen tek şey din değil. Dini dışında bir sosyal kimlikleri de var ve bu çok gözle görünür. Bu olduğu sürece dinden kaynaklı mahalle baskısı ortadan kalkmaya başlamış demektir.
AKSİYON