[Yorum - Dr. Reşit Haylamaz / ZAMAN]
Memleketimizin geleceği, bölgemizin istikrarı ve insanlığın ortak kazancı için bugün "
açılım" adına da güzel adımlar, iyi niyetli teşebbüsler var. Ancak bu adımları sekteye uğratacak, provoke edip akim bırakacak çapta engeller de yok değil. Bunlara takılıp kalmamak, doğru bilinen yolda ısrarla ve kararlı adımlarla yürüyebilmek için bu konuda da bize
rehberlik yapacak olan İnsanlığın Emîni Peygamber Efendimiz'in sözlü veya fiilî mesajlarına
kulak vermeye, teşebbüslerini yakından takip etmeye ve şartların olabildiğince olumsuzluğuna rağmen aldığı sonuçlara bakmakta fayda var.
Bilindiği gibi Mekke'de O (sallallahü aleyhi ve sellem), kendi öz vatanından ayrılmak zorunda kalacak kadar acı hâdiseler yaşamış ve Medîne'ye hicret etmişti. Bizim baktığımız yerden bakınca O'nun için Mekkeliler, "düşman" ilan edilmesi gereken "öteki"lerdi. Ancak O öyle yapmadı ve her defasında hayatına türlü türlü tuzaklar kuran bu insanlara karşı insanca tavrından asla vazgeçmedi. Hatta bizzat
hedef haline getirip de öldürmek üzere karşısına çıktıklarında bile onlara
şefkat elini uzatmayı
ihmal etmedi; Bedir'i
mezar etmeye gelenlere emn ü emân verdiği gibi Uhud'da dişini kıran, miğferini parçalayıp da
mübarek yüzlerini kanlar içinde bırakanlara ellerini açıp dua etti. Yetmiş tane cananının canına kıyan, bununla da kalmayıp 69 tanesinin bedenini paramparça hale getirenlerin aleyhinde kimseyi konuşturmadı ve bedduaya teşebbüs edenleri, hemen müdahale etmek suretiyle bu tutum ve davranışlarından vazgeçirdi.
BÜTÜN TAHRİKLERE RAĞMEN HASIMLARI İLE BARIŞ YAPTI
Kanını akıtmaya can atanlara rağmen, O'nun yanında taşımak zorunda kaldığı kılıçlarında bir damla kan yoktu. O (sallallahü aleyhi ve sellem) şefkati temsil ediyordu; bütün hiddetine rağmen kin tüccarlarının şiddetini bu şefkatin sıcak kollarında eritecek, düşmanlığın nasıl yok edilebileceğini bütün dünyaya gösterecekti. Bunun için hiç kimseyle köprüleri atmadı. Kimseye şartlı bakmadı. "Bundan adam olmaz" deyip kimsenin üzerini çizmedi. Ya ne yaptı? Kapısını sonuna kadar açık tuttu ve âdeta herkese ayrı bir yatırım yaptı. Kin ve nefretle üzerine gelenlere, o günkü düşmanlıklarını değil, yarın gelmeleri muhtemel konumlarını nazara alarak muamele etti. O'nun için herkes bir cevherdi ve herkesin içindeki bu cevherin ortaya çıkarılması gerekiyordu. Bütün stratejisi bu potansiyeli ortaya çıkarabilme istikametindeydi. Ancak bunun için
sabır, bunun için azim ve yine bunun için her türlü provokeye rağmen yılmamak gerekiyordu.
Arada yaşanmış bunca olumsuzluğa rağmen Hendek sonrasında Cenab-ı Hak, kendisine, bu düşmanlığın son bulacağı müjdesini vermişti. (Mümtehine, 60/7) Kimsenin kimseye ters bakmadığı ve kimsenin bir diğerinin kuyusunu kazmadığı bir toplumun müjdesiydi bu. Bu müjdeyi alır almaz ilk işi, özellikle Bedir'den sonra düşmanlıkta baş aktör olan Ebû Süfyân'ın kızıyla evlenip onunla akrabalık bağı kurmak oldu. Bu vesileyle kapısını, Ebû Süfyân'ın şahsında Mekkelilere de açmıştı. Zira o gün Ebû Süfyân, Mekke'yi temsil eden bir liderdi.
Semeresini de hemen almaya başladı; zira o güne kadarki can düşman Ebû Süfyân, bundan böyle O'nun yanına tekellüfsüz gidip gelebiliyordu. Özellikle ilk elden ve artık onun için birinci derecede bir kaynak olarak kızı Ümmü Habîbe üzerinden aldığı haberler, Ebû Süfyân'ı çoktan değiştirmeye başlamıştı. Zira o güne kadar, "Dâru'n-Nedve" başta olmak üzere değişik güç merkezlerinin ürettikleri haberlerin, ne kadar yalan ve asılsız olduğunu fark etmeye başlamıştı. Fark ettiği başka şeyler de vardı ve o günden sonra "şahin" Ebû Süfyân gitmiş, yerine daha insaflı, daha ihtiyatlı, daha ılımlı, diyaloğa açık bir başka Ebû Süfyân gelmişti.
O kadar ki bu Ebû Süfyân, etrafını alan Hâlid İbn-i Velîd, Safvân İbn-i Ümeyye, Süheyl İbn-i Amr ve İkrime İbn-i Ebî Cehil gibi gençler tarafından sıkıştırılacaktı. Onlar Ebû Süfyân'ın, beklentilerine
cevap vermediğini gördükleri andan itibaren de ipleri ellerine alıp Mekke'nin eski düşmanlığını bizzat kendileri temsil etmeye başlayacaklardı. Hudeybiye'de Nebiler Sultanı'nın yolunu kesip yıllar süren ayrılıktan sonra yeniden
Kâbe ile buluşmasına engel olanlar da bunlardı. Ancak bu çetin ve çileli yolda
Allah Resûlü'nün payına düşen de aktif bir sabırdı! Hatta bu sabrı zorlayacak en kritik durumlarda bile hiç mi hiç yılmadı. "Bu sefer bitti" denilebilecek yerlerde bile "Yeter!" deyip asla köprüleri atmadı. Bütün tahriklere ve en yakınındakilerin itirazlarına rağmen kendisini can alıcı hasım bilenlerle anlaşmalar yaptı.
Ebû Süfyân'daki değişim, diğerleri için de bir umuttu. Onlarla da konuşabilmek, konuşup anlaşabilmek için fırsatlar kolladı ve ağabeyi Velîd İbn-i Velîd'in üzerinden gönderdiği mesajlarla Hâlid İbn-i Velîd'i de yanına alarak candan bir kardeş haline getirdi. Bu arada Mekke'den gelen haberler iç açıcı değildi; kuraklık, kıtlık,
açlık ve sefâlet vardı. Rahmet Peygamberi bu duruma duyarsız kalmadı ve onları bu sıkıntılarından
kurtarma adına develer yüküyle aynî ve nakdî yardımlar gönderdi. Ancak onlar, bu dilden de anlamadı ve Efendimiz'in yardımlarını geri çevirdiler. Yine yılmadı. Bu sefer aynı yardımları Ebû Süfyân'ın üzerinden Mekke'ye ulaştırmayı denedi. O gün için müthiş bir servet mahiyetindeki bu yardımları alan Ebû Süfyân, onları Mekke'deki fakirlere dağıttı. Böyle olunca Mekkelilerin gönülleri kazanılmıştı. Daha da önemlisi, günümüzün ifadesiyle açılım, toplumda dalga dalga yayılmaya başlamıştı. Bu arada başka gelişmeler de vardı. Onlarla
alışveriş yapıyor ve borç alıyordu. Düğün yemeğine davet ediyor ve bir mecliste oturup konuşma fırsatları kolluyordu. Başka ülkelerle yaşadıkları problemi sona erdirebilmek için onlar adına
mektuplar yazıyor ve Medîne üzerinden serbest ticaret yapabilme garantisi veriyordu. Bütün bunlara rağmen Mekke'den hâlâ cevap olarak şiddet geliyordu; Hudeybiye'ye rağmen gece karanlığında bir beldeye saldırmış ve çoluk çocuk demeden hunharca yirmi üç kişiyi öldürmüşlerdi.
HEPSİ GELDİ O ŞEFKATE TESLİM OLDU...
Onlara elçiler gönderdi ve önlerine üç seçenek koydu. Hepsini geri çevirdiler ve meydan okumaya devam ettiler Tek seçenek kalmıştı ve O da, ashabıyla birlikte Mekke'ye yürüdü. Üç yıl önce akrabalık kurarak kin ve nefretini minimize ettiği Ebû Süfyân geldi ve o gün
Müslüman oldu Ancak diğerleri karşı koymak istemişler, üstesinden gelemeyeceklerini anlayınca da her biri ayrı bir yöne kaçmışlardı. Kimseyi kaybetmeye gönlü razı değildi ve onların da peşine düştü. İkrime'nin peşine düşen hanımı Ümmü Hakîm, bütün tehlikeleri göğüslemiş bir kadın olarak onu Yemen'de bulup Mekke'ye getirdi. Safvân İbn-i Ümeyye'nin peşine, Bedir sonrasında Efendimiz'i öldürmek için kendisini Medîne'ye
kiralık katil olarak gönderdiği Umeyr İbn-i Vehb düştü ve gemiye binip de Habeşistan'a geçmek için beklediği Cidde'ye iki kez gelerek onu ikna etti. Süheyl İbn-i Amr'ın peşinde de, yıllarca işkence ettiği oğlu Abdullah vardı. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), gelenlere dünkü düşmanlıkları hatırlatmadığı gibi bunu ima edecek en
küçük bir pürüzün bile ortaya çıkmasına müsaade etmiyordu.
Sonuçta hepsi geldi ve o şefkate teslim oldular. Bu günün müjdesini veren Kur'ân'ın dediği gibi dünkü düşmanlıklar bir kenara bırakılmış ve bundan böyle istikbale kol kola yürüyen bir vahdet tesis edilmişti. Elbette bu, sadece zikri edilen şahıslarla sınırlı değildi; Ebû Leheb'in çocuklarının peşinden de insanlar göndermiş, amcası ve süt kardeşini şehit eden Vahşi'ye de mektup üstüne mektup ulaştırmış ve şefkat elini, Uhud'da Hamza'nın vücudunu paramparça eden Hind'e de uzatmıştı. O'nun gönlü, herkesi alacak kadar genişti ve öyle olunca, düşmanlık adına ne varsa bu engin sinede son buluyordu. Neredeyse bir çeyrek asır düşmanlıkta zirveyi temsil eden ve akla hayale gelmedik entrikalarla karşısına çıkan Mekke'de kin ve nefret kalmamış,
veda ettiği gün arkasında tertemiz bir dünya bırakmıştı.
ZAMAN