Patlama
Tuhaf bir gündü dün.
İtalya'nın
kredi notunun düşürüldüğü sırada,
Türkiye'nin yerel para cinsinden
kredi notu yükseltilmişti.
Amerika'nın bile kredi notunun düşürüldüğü bir
kriz ortamında Türkiye yeryüzünde olağanüstü bir
ekonomik başarının temsilcisi olarak duruyordu.
Böylesine zor bir zamanda böylesine müthiş bir başarı gösteren
ülkenin başkentinde, üstelik de o başarının
tescil edildiği gün bir
bomba patladı.
Üç ölü, otuzdan fazla yaralı.
Parçalanmış gencecik insanlar.
Bütün dünya ajanslarının birinci haber olarak geçtiği bir felaket.
Henüz bu alçaklığı kimin yaptığı, bir okulun tam karşısına ve şehrin göbeğine kimin bomba koyduğu bilinmiyor.
Şimdilik bilinen, patlayan aracı oraya üç kişinin park ettiği ve uzaktan patlattığı.
İlk ve “olağan”
şüpheli elbette
PKK.
Ama PKK'nın basın sorumlusu,
İngilizce yayın yapan bir internet sitesine, “bombayı biz koymadık” dedi.
Daha önce de benzer bazı saldırılarda PKK “biz yapmadık” demiş, ardından TAK denen
örgüt “ben yaptım” diye ortaya çıkmıştı.
TAK'ın PKK'dan başka bir şey olduğuna inanan biri var mı bilmiyorum ama varsa da ben onlardan biri değilim.
Üstlenilmeyecek kadar rezilce saldırılarda TAK, PKK'nın kullandığı bir
maske.
Saldırının PKK'nın eseri olduğu anlaşılırsa sanırım bu rezillik PKK'nın bundan sonraki geleceğini derinden etkiler.
Bir hata yapmamak için olayın netleşmesini beklemek daha
akıllıca bence.
Biz, şimdilik “dünyanın ekonomide parlayan yıldızının” neden böyle bir şiddet kıskacına düştüğüne bakalım.
Ekonomide, üreten, ürettiğini satan, disiplinden uzaklaşmayan, bütçesini sağlam tutan, Çin'den Latin Amerika'ya, Afrika'dan Avrupa'ya neredeyse bütün dünyayı kucaklayan bir anlayışa sahibiz.
Çok sistemli ve akılcı adımlar atıyoruz.
Hamaset, ekonomiye hiç bulaşmıyor.
Akıl ne gerektiriyorsa ekonomide onu yapmaya uğraşıyoruz.
Sonucunu da alıyoruz.
Siyasetteki yaklaşımımız ise ekonomideki yaklaşımımıza hiç benzemiyor.
Özellikle son zamanlarda “silahı ve gücü” neredeyse kutsallaştıran bir tavrımız var.
İsrail'le dövüştük dövüşeceğiz, hadi diyelim İsrail gerçekten de çağın çok gerilerinde kalmış bir siyasetçi grubu tarafından yönetiliyor, dünyanın gerçeklerini kavramıyor, gittikçe yalnızlaşıyor, yalnızlaşırken de hem kendisine hem çevresine bela çıkarıyor.
Suriye ile gerginliğimiz de anlaşılır bir şey, kendi halkını öldüren bir diktatörü destekleyecek halimiz yok.
Ama Kıbrıs'la neden aniden petrol kavgasına girip “savaş gemilerimizi göndeririz” diye bağırıyoruz?
Ne bizim Kıbrıs'la ilişkimiz, ne KKTC'nin varlığı dünya tarafından kabul ediliyor, biz “başkasının memleketinde” hâlâ binlerce asker bulunduran bir ülke durumundayız, bu şartlarda dünyada nasıl
taraftar bulup, nasıl “oralarda petrol aramanın bizim hakkımız” olduğunu kabul ettireceğiz?
Doğu Akdeniz'de hem İsrail'le, hem Kıbrıs'la, hem Yunanistan'la savaşa mı gireceğiz, girersek bu bizim ekonomimizi ve siyasetimizi nasıl etkileyecek, sivilleşme nasıl gelişecek, yeniden militaristleşmenin yolu açılmayacak mı, o yol bizi yeni Balyozlara sürüklemeyecek mi?
Kürt meselesinde de aynı durumla karşı karşıyayız.
Her türlü müzakereye sırt çeviren Kandil'i boşverin ama Kürtlerin temel haklarını neden hâlâ bu devlet kabul etmiyor, neden “gizli müzakerelerde” konuşulanları hayata geçirmiyor, neden bunların yapılması için PKK'nın “oluru” bekleniyor, neden koskoca
toplum PKK'nın yöneticilerinin keyfine bırakılıyor?
Ekonomide bu kadar güçlü olan bir ülkenin bütün siyasi çözümleri böylesine “askerîleşmemeli” bence, ekonomide nasıl sivilleşip başarılı oluyorsak, siyasette de aynı sivilleşmeyi ve başarıyı yakalamak mümkün.
Ne yaparsan yap daha uzun bir süre masum insanları öldüren alçaklar çıkacaktır ama Türkiye “sivilleştikçe” alçakların alçak olduğu da daha çok anlaşılacak, taraftarları daha azalacaktır.
Zavallı
genç kızları parçalayan, günahsız insanları öldüren ödlek bir psikopat grubunu lanetlemek ve yakalayıp cezasını vermek gerekir ama bunu yaparken “ekonomideki aklı siyasette de gösteriyor muyuz” diye sormak da gerekir bence.
AHMET ALTAN - TARAF