'Adı,
soyadı / Açılır parantez / Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti / Kapanır, parantez. Parantezin içindeki çizgi / Ne varsa orda / Ümidi, korkusu,
gözyaşı, sevinci / Ne varsa orda..." İnsanların daha kadirşinas olduğu yıllarda yaşamıştı
Behçet Necatigil. Buna rağmen hayatın iki parantez arasına alındığını hissediyor, bunu yediremiyordu kendine. Yine de biliyordu haklı olduğunu, tıpkı bizim bildiğimiz ve yaşadığımız gibi...
Ispartalı Hakkı; aç parantez, 1867 tire 1923, kapa parantez. Burada bitmesi mümkün değil elbette. Hele de
vefat yıldönümünde gönlümüze düşen ortak dostumuz Mehmet Akif, neredeyse yüz yıl önceden tutup getirdiyse onu, bir bildiği vardır. Dönüp bakmak, anlamak, tanımak için gayret etmek gerekir. Akif vesilesiyle parantezleri birbirinden uzaklaştırmaya kastettik. O, ne kadarına delalet ederse artık...
Lakabından da anlaşılacağı gibi Ağlarcı(ca)zâde Mustafa Hakkı, Isparta doğumlu. Kayıtlara göre babasını 4 yaşında kaybediyor. Sıbyan Mektebi'nin ardından 13 yaşında hafızlığını tamamlıyor. O tarihten sonra adı annesi ve yakın akrabaları için Hakkı değil,
Hafız. Rüştiye'den
mezun olduktan sonra çalışmaya başladığı Menâfi Sandığı Katipliği
Ziraat Bankası'na dönüştürülünce bir nevi onun da talihi değişiyor. Daha çocukluğunda okumaya, öğrenmeye duyduğu merakla yaşıtlarından ayrılan Ispartalı Hakkı,
Ticaret ve Nafia Nezareti tarafından
Nisan 1896'da
Suriye,
Beyrut vilayetleriyle
Kudüs Sancağı
Ziraat Bankası müfettişi olarak atanıyor. Aynı tarihlerde
Orman Nezareti Hey'eti Fenniyesi'nde Beşinci Şube Muavini 'Baytar Mehmet Akif Efendi' de ordunun ihtiyacını karşılamak için gerekli alımları yapmak üzere Şam'da. Henüz 20'li yaşlarının başlarındaki Akif, kendisinden 6 yaş büyük Hakkı Bey'in adını Ispartalı bir dostundan duymuş ama hiç karşılaşmamışlar.
Hakkı Bey'in vefatından sonra oğlu tarafından elden çıkarılan evrak arasındaki mektuplara göre tanışıklık için ilk adımı Mehmet Akif atıyor. 17 Teşrinievvel 1312 (29
Ekim 1896) tarihinde yazdığı mektuba 'Azizim' diye giriyor Akif. "Acizinize karşı alel gıyab bir hüsn-ü teveccüh göstermekte olduğunuzu ziraat talebesi Şevki Efendi'den istişbar eylemiş idim" girizgâhının ardından "Burayı ne
vakit teşrif edeceğinizden kulunuzu haberdar buyurursanız cidden minnettar olurum efendim" diyerek bağlıyor kelâmı. İmza; Şam'da
hayvan mübayeasına memur Baytar Mehmet Akif.
Şam'da başlayan tanışıklık, ikilinin İstanbul'a dönmesiyle yerini dostluğa bırakıyor. Hakkı Bey İstanbul'da devrin önemli mütefekkirleriyle aynı ortamlarda bulunuyor. Kimi sohbet meclislerinin aşina siması, kimi derin fikir teatilerinin aranan muhatabı. İttihad ve Terakki Cemiyeti'yle faaliyet göstermeye başlayan Ispartalı'ya Şûrayı Ümmet'te
seçim makaleleri yazma vazifesi veriliyor. Yapması gereken, seçimi halkın anlayacağı biçimde anlatmak. Ahmet
Ağaoğlu başkanlığında kurulan
propaganda ekibinde de görev alıyor Hakkı Bey. Ona ayrılan güzergâh Şehzadebaşı ve Vezneciler. Geceleri
kahve ve gazinoları dolaşıyor. Mehmet Akif henüz İttihatçılarla yolunu ayırmamış, bazı gecelerde o da eşlik ediyor Hakkı Bey'e. İkinci Meşrutiyet'ten sonra iki dönem Isparta mebusluğu yapan Hakkı Bey, kiradan kurtulup Haseki Caddesi'ndeki 40 numaralı evine taşındığında Akif'in kız kardeşi Nuriye Hanım ve eşi Arif Hikmet Çobanoğlu'na komşu oluyor. Bu yakınlık vesilesiyle aileler de katılıyor hal
kaya.
Hakkı Bey için en önemli sorunlardan biri dilin sadeleşmesi. Türkçülük, halka inmeyen, halkı beslemeyen yazarlar ona ters düşüyor. Türk edebiyatının büyük isimlerinden Abdülhak Hamid için başkaları 'En büyük
şair, dâhi. Öyle bir zaman gelecek ki Sultan
Abdülhamid için Hamid'in saltanat-ı edebiyyesi devrinde icra-i saltanat etti denecek' derken o
eleştiri oklarını pervasızca savuruyor: "Bizden çok uzaklarda, daima bulutlarda, bulutların üstünde... Lakin gölgesi üstümüze düşmüyor ki... Acaba 'Eşber' şairi, Dühter-i Hindu müellifi, göklerde dolaşırken yerlerde kıvranan bizleri görmez mi? Bizim yerlerde kopan figanlarımızı işitmez mi?"
Safahat'ın ilk cildi neşredildikten sonra Sırat-ı Müstakim'de Hakkı Bey'in 'Akif ve Safahat' adlı makalesi yayımlanıyor. Önce Akif'e ve şiirine aşinalığından
bahis açıyor. "Bunların pek çoğuna benim ruhum ilk makes olmuştur. Bunları ben kâh bir ırmak gibi çağlayarak, kâh bağrından pınarlar kaynayan bir kaya gibi inleyerek dinledim. Hususa, insan aşka liyakati olmasa da hüsnün cazibesine kapılabilir. Musikiden çok anlamamak bülbül terennümati ile mütehassis olmaya mani değildir." Akif yakın dosttu, hatta sırdaşı. Lakin o da alıyor Hakkı Bey'in
Türkçe konusundaki hassasiyetinden nasibini. Henüz 30'larında olan
genç Akif'in dilini de ağır ve anlaşılmaz buluyor ve bunu ifade etmekten sakınmıyor Hakkı Bey. "Safahat ister bir deste gül olsun, ister bir bahçe gülistan olsun bunun bana ziyade dokunan bir ciheti vardır. Bir cihet ki beni bir diken kadar kuşkulandırır, gocundurur. Bu cihet, şairimizi tâzipten halî değildir. ... Türkçemizin hukuku
gasp edilmiş olursa... Yalnız Türkçe bilenlerin bunlardan hisse almaları nez'edilmiş olursa... Bu hâl ruha dokunmaz mı?"
Mücadeleleri hiç bitmiyor. Hakkı Bey gazetelerden Mehmet Akif'in Babanzâde ile birlikte
Arapça kamus hazırlayacağını okumuş. Yüz yüze görüşemiyorlar o sıralar herhâlde. Yine sarılmış kaleme. Yedi sayfa anlatmış... "Canımın, vicdanımın yârı, benim aziz Akif'im, Üstadımız Naim ile Şevket'le daha bazı fâzıl zatlarla elbir edip Kamus-ı Arabî telifine başladığınızı gazeteler yazınca... Bana hikmet satıyorsun diye sakın çıkışmayasın. Ama bunu söylemesem derd olur, hem de öteki söyleyeceklerimi söyleyemem. Vakıa ben bu yaştan sonra Arapça öğrenecek değilim. Belki oğullarım da öğrenmeyecekler. Bilirsin ben ve oğullarım sözdür. Babadan oğuldan kastım zerresi olduğumuz muhterem millettir. ... Türkçe kuvvetini bulmak için yalnız Arapçadan değil dünyanın bütün dillerinden
kereste almış ve alacaktır. Lakin aldığını kullanma hususunda mülahaza gerek."
Elimizdeki malzeme Akif'in bu şikâyetlere ne
cevap verdiğini görmek için yeterli değil maalesef... Lakin Şairimizi Fransızcasını ilerletmeye ve Batı edebiyatını takip etmeye yönlendiren kişinin Ispartalı Hakkı olduğu biliniyor. Bunu, bir mektubunda "Şam'da iken beni eş'ar-ı abdârımdan (parlak şiirlerimden) soğutmuş idin de gece gündüz gavurca ile uğraşıp duruyordum." hatırlatmasını yapan Akif de doğruluyor.
23 Temmuz 1912'de İkinci Meşrutiyet'in ikinci yasama dönemi meclisi feshedilince milletvekilleri açıkta kalıyor ve aylıkları kesiliyor. Aynı günlerde Darülfünun'a Metinler Şerhi muallimliği ataması yapılacak. Darulfünun müderrislerinden Mehmet Akif'in adayı Hakkı Bey. Uğraşıyor, didiniyor; ancak nafile: "İki gözüm Hakkı, dün sabah Darülfünûn'a gittim. İsmail Hakkı Bey'den işi anladım: Benim dediğim gibi imiş. Münhal olan muallimlik benim geçen sene okuttuğum derstir ki ona iki hafta evveli bizim Ferid [Kam] beyi intihab etmiş idik. Ancak henüz Nezaret'ce tevcih olunmamış. Bu Pazar günü Encümen-i Muallimîn tekrar toplanacak. Tabiidir ki karar-ı sâbıkında ısrar ile yine Ferid'i intihab edecek. Artık nasip değilmiş diyerek başka bir işe bakmalıyız. Hem ben senin mebus olacağını kavi surette tahmin ediyorum. Olmasan bile senin için iş çoktur: Zift gibi malın olsun Erzincan'dan kel çeker!! Sebilürreşad'ın hem müfessir hem şairbaşısı Mehmed Akif, 6
Eylül 1328 (19 Eylül 1912)"
(***)
Akif'le Hasbihal
Mehmet Akif, seyrek de olsa yıllarca sürdürüyor Ispartalı Hakkı'yla yazışmayı. Mektuplarını kısa tutan
İstiklal Marşı Şairi, beraberine eklediği şiirlerle dostlarının gönlünü alıyor. Safahat'a almadığı bu şiir Ispartalı'ya gönderilmiş.
Hasbihal
Bugün yaşım otuz üç; ben demek otuz üç yıl
Kapılmışım bu serab-ı hayata; hem de nasıl:
Bütün kavafil-i âmâl önümde can berleb,
Durur iken yine ben sîne çâk çâk taleb,
Uzakta şöyle heyülâda görsem ümmidim
Teşahhus etti sanır da hemen seğirtirdim!
Hayale peyrev olup döndüğüm bu feyzada
Değildi bir demim olsun belâdan âzâde
Adım başında felâket; adım başında muhat
Ne bir kenâr-ı selâmet; ne bir tarîk-ı necat
Sağımda ağzını açmış amîk bir
uçurum;
Solumda inmede dehşetli bir kasırga hücum!
Gidilse leyle-i âtî kadar karanlık çöl!
Dönülse devre-i mâzî gibi kapanmış yol!
Fakat tereddüde, ârâma var mıdır imkân?
Sürüklenir gider elbette dalgaya kapılan.
Uğraştım onca muhacimle bir zaman heyhat
Sonunda tâb ü tüvânım kesildi bitti sebat
Karardı gözlerim artık ne oldu bilmiyorum
Açıldı pîş-i hayalimde başka bir uçurum
Yuvarlanıp düşecektim o cah-ı muzlime ben
Önümde nur-ı ilâhî gibi göründün sen
Yarıp o zulmeti sâyende işte kurtuldum
Dalâle doğru giderken reşâde doğruldum
Göründü dîde-i hakbîne şimdi âlem-i ruh
Uyandı leyle-i ruhumda bir sabah-ı fütuh
Hayat namına ben gerçi sersericesine
Dolaşmışım bu fezâ-yı hayâli bunca sene
Fakat bugün o geçmiş demlerin nihâyetidir
Hayat varsa benimçün bugün bidâyetidir
Felekte ben de acep gün görür müyüm derken
Sabah-ı sermede kalb eyledin leyâlimi sen
Sen ey nigâhımı bîdâr eden ilâhî nur
Kemâl-i feyzin ile olduğun zaman manzur
Degişti sanki muhitim, açıldı başka cihan
Çekildi ufkumu tazyik eden sehab-ı giran
Baharlar uçuyor şimdi asümânımda
Teraneler ötüyor tâ samîm-i cânımda
Muhabbetin ne kadar mucizata mazharmış
Bugün ben anlıyorum başka bir cihan varmış
Gülzâr-ı hayalime suret veren musavver ruh
Kitab-ı sineme bir bak ne dilfirib vuzuh
İçinde gösteriyor âlem sabahatini
O safhadan oku gel sen de kendi hikmetini
Bu kâinatta görmekteyim bütün seni âh
Biraz da gel edeyim sende kâinâta nigâh
Ümidi, ye'si,maişet bela-yı hâilini
Bu kârzâr cihânın bütün gavailini
Hülasa her ne kadar kayd varsa cümlesini
Hayalden silerek yazdım işte sade seni
Bugün düşünm(üy)orum hiç kendi âtimi
Düşünmek istemiş olsam da nerde kabil mi?
Senin fezaları lebriz eden hayalinle
Sığar mı başka endişe tenknâ-yı dile?
Seninle başladı mâdâm bende feyz-i hayat
Hüda bilir edemem bir de masivâ isbat
Mehmed Âkif
/ 23
Mayıs 321 / 5 Haziran 1905
AKSİYON