Birçok
etiket' title='gazete haberleri'>gazetede
yöneticilik, bazı televizyonlarda programcılık ve yorumculuk yapıyordu.
Susurluk kazasında yaralanan dönemin DYP
Milletvekili Sedat Bucak'ı canlı yayına çıkartan tek gazeteciydi.
28
Şubat'ın
beyin takımının göreve geldiği gün ilk aradıkları gazetecilerin başında geliyordu. Ancak '28 Şubat'ın Bir Numarası'nın bazı işadamlarının ofislerinde hükümet devirip hükümet kurduğu yolundaki iddialarını duydukça "Bir asker bunu nasıl yapar?" diye içine sindiremedi.
Genelkurmay Karargahı'nda şehit
aileleri için düzenlenen
törende
şehit aileleri arkaya atılıp 'Bir Numara'ya ihtişamlı bir alan açılınca kendini tutamadı ve ona salondaki herkesin duyacağı şekilde "Efendim böyle böyle şeyler duyuyorum. Üstelik de siz bu toplantılara üzerinizde
üniformayla gidiyormuşsunuz. Hoş değil." dedi. İşte o andan itibaren kendi deyimiyle '28 Şubat
egemenleri'nin
hedef tahtası oldu. İşinden edildi, maddi ve manevi olarak çökertildi. 28 Şubat kadrosu görevde kaldığı süre boyunca karargaha ve birliklere alınmadı. 28 Şubat
mağduru gazetecilerden
Yeniçağ Gazetesi yazarı Behiç Kılıç'tan 'Türkiye'yi ele geçirme savaşıydı.' dediği 28 Şubat sürecini dinledik.
28 Şubat sürecinde iki gazeteci grubu oluştu. Mağdur edilenler ve yıldızı parlatılanlar. O dönemde yönetici pozisyonundaki bir gazeteci olarak siz nasıl etkilendiniz bu süreçten?
Yakınmak anlamında söylemiyorum, gerçekten büyük sıkıntı yaşadım. Ama lanet olsun. Bugün dahi olsa başıma gelecekleri bile bile onlara karşı aynı şekilde davranırım. Bir insanın hayatında travmalar olabilir. Bu, bizim için öyle bir dönem. Bir gökdelenden düştüm. Ama bu düşüşten rahatsız olmadım. Hem ben ve hem de ailem çok sıkıntı çektik.
Hayatımızı idame ettirebileyim diye oturduğum evi sattım. Birazcık da üç beş
kuruş paramız vardı.
2001 krizini
hesap edemediğimiz için hayatımızı sürdürebiliriz zannediyorduk. Yerle bir olduk tabii.
Sıkıntı yaşadığınıza göre siz de hedef gazetecilerdendiniz. Nedeni neydi?
O zaman askerî kadrolarla aram çok iyiydi. Genelkurmay'la, genel sekreterle ya da o zaman adı çok telaffuz edilen
Çevik Bir'le. Fakat uygulamaları ile bizim kafamızdaki görüşler arasında farklılıklar olmaya başladı. Belli bir siyaseti savunacağız, belli bir
iktidar çıkaracağız ya da belli bir güç odağını egemen kılacağız diye doğru olmayanın yanında yer almaya başladılar. O zaman da yönettiğim gazetede ben bunu eleştirmeye başladım. Genel Sekreter
Erol Özkasnak Bey göreve başladığında ilk beni aradı. Amerika'dan gelmişti. "Ben basınla ilişkilere başlıyorum." dedi. "
Gazeteci olarak sizin adınızı biliyorum. İlk kez sizinle temas kuruyorum." dedi. Ben de memnun oldum böyle bir şeyden. Fakat bunun devamında yaptıkları bir despotizme sürüklenince ters düştük. Önce çalıştığım gazete üzerine
ambargo koymaya başladılar. Hatta yardımcısı olan bir albaya bizi arattırdı. Adam, bize tekdir etmeye kalktı; "Böyle davranırsanız iyi olmaz" falan diye. Ben de dedim ki: "Üzerinizde üniforma var diye kendinizi Türk Silahlı Kuvvetleri'nin sahibi mi zannediyorsunuz? Ben bildiğimi yapacağım, siz de elinizden geleni yapın." Tabii ondan sonra bütün ilişkilerimizi askıya aldılar.
Çevik Bir'le aranız neden bozuldu?
Ben gazeteyi yönetirken HBB televizyonunda da yorumcuydum. O dönemde Genelkurmay'da, şehit çocuklarına burs verenlere şilt dağıtmak için bir tören düzenlediler. HBB'nin sahibesi de burs verenlerden olduğu için biz de gitmiştik. Şehit aileleri geldi; ast
subay, subay eşleri ve çocukları. O zaman
terör hadiseleri çok da taze. Yürek parçalayıcı bir durum. Bir de
generaller geldi. Çevik Bir eşiyle geldi, baş köşeye oturdu. Öyle bir hava içerisinde geldi ki; oradaki hüznün ötesinde ben çok kontra etkilendim. Bunların olaya üst perdeden yaklaşması, şehit ailelerinin arka plana atılması beni rahatsız etti. O aralar siyasi angajmanlar dolaşıyordu ortalıkta. Onlardan biri de Çevik Bir'in
Demirel'e yakın adamlarla bazı işadamlarının ofislerinde "Şu başbakan olsun" bu bilmem ne olsun diye konuşması. Belki de o törendeki rahatsız edici tavrın etkisiyle Çevik Bir'e oturduğum yerden, törene katılan herkesin duyacağı şekilde "Efendim böyle böyle şeyler duyuyorum. Üstelik de siz bu toplantılara üzerinizde üniformayla gidiyormuşsunuz. Hoş değil." dedim. Hoş karşılamadı, hatta yüz hatlarından oldukça hiddetlendiğini fark ettim. Onların a
kredite ettiği siyasi kimliklere de ters bir tavrın içerisinde yayınlar yapıp yazılar yazınca çatışmamız başladı.
Davalık bir çatışmaydı galiba...
O dönemde
Ahmet Hakan beni
Kanal 7'nin
ana haber bültenine konuk etti. Gecenin haberi
Onbaşı Sarmusak'tı.
Kadir Sarmusak adlı bir onbaşı,
Deniz Kuvvetleri Karargahı'nı, buradaki
komutanları dinlemekle suçlanıyordu. Ahmet Hakan, bu durumla ilgili yorum istedi. Ben de durumu biraz da mizahi yönü ile ele alıp, "Bir onbaşı karargahı dinliyor, komutanın haberi olmuyorsa o zaman oraya o onbaşıyı komutan yapsınlar bari!" mealinde konuştum. Tabii günün efendileri çok sinirlenmiş, beni savcılığa şikayet ettiler. İşin başında Çevik Bir var. O sıra Genelkurmay İkinci Başkanı. Konu dosyada kalmış, savcı araması halinde, bana tebligat gecikmiş. Bu bey geldi 1.
Ordu komutanı oldu, hiç üşenmemiş, bizle ilgili şikayeti aktifleştirmiş, polise benim derdest edilmem talimatı verilmiş. Bir gün gazeteyi polis ekibi bastı, beni apar topar aldılar.
Savcı, hakkımdaki suçlamayı okudu, savunmamı sordu. O
öfke ile devrin egemenleri için programda söylediğimden çok daha ağır beyanda bulundum. Savcı beni dostça uyardı, başıma iş açacağımı söyledi. Durum muhasebesi yapacak halde değildim. "Elinden geleni ardına koymasın." dedim. Ağır cezaya sevk edildik, yargılandık. Yargılama sırasında af çıktı da sıyırdık!
Peki postmodern darbenin
sivil kanadı...
Sadece askerle değil tabii... Dönemin
cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'le, dönemin başbakanı
Mesut Yılmaz'la bayağı polemiğe girdik. Beni
dava ettiler. Tazminatlara da mahkum oldum. Hatta bir keresinde Şişli
Adliyesi'nde Süleyman Demirel'in açtığı davada adliyedeki bir ifade eksikliği nedeniyle beni Ankara'da bulunduğum otelden sabaha karşı paldır küldür alıp götürdüler. Nezarete attılar. Evime, Mesut Yılmaz'ın açtığı davalar nedeniyle hacizler getirildi.
Haciz sırasında evde olan aile efradı söz konusu parayı vermeyi
teklif etmelerine rağmen beni çevreye rezil etmek için "illa
eşya taşıyacağız" tavrıyla hareket ettiler.
Organize bir tavırla karşılaştığınızı mı düşünüyorsunuz? Bunun ötesinde düşmanca bir tavrın içerisine girdiler. Öyle bir enformasyon eksikliği içindelerdi ki... Hem de devletin bütün birimlerini ellerinde tutmalarına rağmen. Mesut Yılmaz şimdi diyor ya polisin içerisinde yapılanma var diye. O zaman sırf kendisine çalışacak şekilde bir
örgüt kurdu. Hem polis içerisinde hem de MİT'te. Tamamen Mesut Yılmaz'a çalışan birimler oluşturdu. Gölbaşı'nda da dinleme birimleri yaptırdı. Büyük bir panik içerisinde kendi iktidarına yönelik faaliyetler olabileceği inancındaydı. Ben o dönemde
Tansu Çiller lehine yazılar yazıyordum ve kafasının içerisinde bir
imaj oluşturdu. Kendisine gelen istihbaratla da yani goygoycularıyla da bunu
desteklediler. Onun gözünde düşman safında yer aldık. Bir saldırı kampanyasıyla
linç ettirdi beni.
Linç ettirdi derken...
Medyayı elinde tutan para sahipleriyle, işadamlarıyla çok iyi ilişkiler içerisindeydi. Dolayısıyla bir birliktelikleri oluştu. Biz bundan çok zarar gördük; ama şikâyetçi olmadım hiç. Asla da olmam. O dönemde iş yaptığım her türlü yayın organında bildiğim bu üslup içerisinde faaliyet yürüttüm. Örneğin şu sıralarda çok konuşulan Akşam Gazetesi meselesi vardır. Biz orada şunu yapıyorduk. İstanbul'a belediye başkanı olan Recep
Tayyip Erdoğan,
Atatürk Ormanları'nın talan edilmesini, üniversite kurma bahanesiyle
sermaye grupları tarafından ele geçirilmesini önlemek için faaliyet içerisindeydi. Biz yüzde yüz destek veriyorduk Erdoğan'a. Dolayısıyla o aile grubu tarafından düşman kabul edildik.
TÜSİAD profili altında toplanmış bütün sermaye gruplarıyla da itiş kakış halindeydik. Bunlar da 28 Şubat sürecinin destekçileriydi. Onlara destek verdikleri için de biz,
imha edilmesi gereken kötü kişiler kategorisinde her türlü hedefe maruz kalıyorduk.
28 Şubat sürecini genel hatlarıyla nasıl yorumluyorsunuz?
Bana göre çok ağır bir darbedir. Hiç gerek yokken insanların
yaşam biçimine yüzde yüz müdahale edildi. Bu, bir Türkiye'yi ele geçirme yapılanmasıdır. İktidarı ele geçirmek için yaptıkları bir savaştı. O dönemde iktidarda olan
Refah Partisi ve ortağı olan
Tansu Çiller, bakın
Doğru Yol Partisi demiyorum, toplumun efendileriyle, güç odaklarıyla, Türkiye'nin geleneksel sermaye yapısıyla yüzde yüz uyum içerisinde değillerdi. Türkiye'de böyle bir düzen tutulmuş. Dışarıdan para getireceksiniz, o parayı kredi vesaire diye ailelere aktaracaksınız.
Borç düzeni sürecek. Siyaseti onlar manipüle edecek. Buna karşı çıkan bir siyasi yapı ortaya çıkınca bunun devrilmesi elzem oldu. O sırada da iktidarda olmayı çok isteyen Mesut Yılmaz gibi, Süleyman Demirel gibi sivil kadrolar var. Bir de her şeyin başında olmak isteyen, kafalarının içinde büyük büyük yıldızlar olan generaller ortaya çıkmaya başladı. Genelkurmay Başkanlığı'nın dahi kendilerine yetmeyeceğini, cumhurbaşkanlığını düşünen bir kadro vardı.
Tabii işin bir de
ekonomik boyutu var...
Süreç işlemeye başladığında sivil kadroyla kurulmuş olsa dahi
banka kredilerinin kime nasıl verileceğine karar veren merci konusunda hâlâ yıldızları işaret eden bilgiler var. Bu arada
Cumhuriyet tarihinin en derin
soygun ve menfaat dönemi başladı. Bankalardaki paralar buharlaşmaya başlamadan önce banka imtiyazları verilmeye başladı. Eş-dost ilişkileri çerçevesinde birileri banka sahibi oluyor. İşlemi hallediliyor 'Senin bankan var kardeşim' deniyor. Bu kurulan bankalarda milyar dolarlar buharlaşmaya başladı. 50 milyar dolar para yok oldu.
Zenginleşen gazeteciler de vardı o süreçle birlikte...
2001 krizi patlıyor. Bir anda dolar 600'den bin 200'e fırlıyor. Bugün dahi etiket olan işyeri sahipleri, banka genel müdürleri bir gecede milyonlarca dolar vuruyorlar. Hâlâ hesabının sorulmaya değer bulunmadığı bir konu bu. Milyonlarca insanın hayat biçimi değişiyor, sefalete sürükleniyor, intiharlar oluyor falan. Fakat beri tarafta da sızdırmadan haberdar olan krema tabaka acayip zenginleşiyor. Bunların içerisinde gazeteciler, köşe yazarları var. O dönemde pırlanta gazetelerde köşe yazarlığı yapan kişiler dahi bu işlerden büyük paralar kazanıyor. Bu işlerden Genelkurmay'a akredite olan gazete yazarları, 28 Şubat sürecinde bir anda pıtırak gibi ortaya çıkmış gazeteciler büyük paralar kazandılar. Onun için bu iş sorgulanmayan bir bütün.
***
28 Şubat, Çevik Bir üzerinden inşa edildi
İlk defa Çevik Bir döneminde Genelkurmay, Genelkurmay ikinci başkanı tarafından yönetildi. Eski
Genelkurmay Başkanı Doğan
Güreş'ten dinlediğim bir şeyi anlatayım. Güreş'e de çok
baskı yaptılar. Zaten bu konuşmanın temelinde mağduriyetiyle ilgili bir
diyalog vardı. Milletvekili olduğu dönemde anlatmıştı. Başkanlığı sırasında Amerika'nın o dönemki genelkurmay başkanı,
Colin Powell "Somali'ye bir tane
korgeneral göndereceğiz, ama Çevik Bir'i gönder." demiş. Çok şaşırmış Güreş Paşa. Bu siparişin, Çevik Bir'in orgeneralliğe, genelkurmay ikinci başkanlığına oturması ve 28 Şubat sürecinin kralı o olmasında çok anlamı var. Bu sebep, bu olayın onun üzerine inşa edildiğini gösteriyor."
ÖNDER DELGÖZ- ZAMAN