Grubunu sarsan
vergi cezası sonrası ilk kez
Taraf’a konuşan
Aydın Doğan, Erdoğan’la yakın ilişkisinin nasıl bozulduğunu anlattı.
Amberin Zaman’ın sorularını yanıtlayan Doğan,
Eylül 2006’daki son görüşmede kendisine ‘Abi’ diyen
Başbakan’a söylediklerini aktardı: Çok
gençsiniz, çok başarılı gidiyorsunuz. Yerinizde olsam övünürüm. Aydın Doğan,
vergi cezası sonrasında Erdoğan’a yeni bir
mektup yazdığını da açıkladı: Dedim ki, ben hiçbir siyasi partinin
yandaşı değilim. İki gün evvel gönderdim. Cevap yok.
Hilton ve
rafineri taleplerine Erdoğan’dan aldığı
cevapları anlatan Doğan, hükümete husumet beslemediğini söyledi: AKP’nin önünü kesme niyetim hiç olmadı, partinin kapatılmasına da karşıydım. “Derin devlet yoluyla onlara mani olma gibi bir gayretim olmadığını, tersine çaba gösterdiğimi Tayyip Bey biliyordu” diyen Doğan, “yandaş medya” saydığı
gazeteleri hükümetle ilişkisini bozmakla suçladı
Başbakan
Tayyip Erdoğan’la Van gezisi sırasında yaptığımız
mülakat 1 mart
pazar günü Taraf’ta yayımlanınca Aydın Doğan’ın epey ilgisini çekmiş. Anlaşılan, Erdoğan’ın kendisiyle ilgili isim vermeden yaptığı yorumlar Doğan’ın merakını uyandırmış.
Kısaca hatırlatalım: Bir grup
yabancı basın temsilcisinin katıldığı mülakat sırasında El Cezire televizyonunun temsilcisi Yusuf El Şerif, Başbakan’a ABD
Dışişleri Bakanlığı’nın geçenlerde yayınlanan İnsan Hakları Raporu’nun
Türkiye bölümünde, medyaya
baskının kınandığını söylemişti. Başbakan da, muhtemelen burada
eleştirilenin
Doğan Grubu’na kesilen astronomik vergi cezası olduğunu düşünerek, 7 martta Türkiye’ye gelecek olan ABD
Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’a, “Bu nasıl
rapor” diye soracağını söyledi. Başbakan’ın bu cümlesi ilk olarak Taraf’ta yayımlandı. Ertesi gün ise, haberimiz
Milliyet’e
manşet oldu.
Aydın Doğan, bu haber üzerine çağırdı bizi, Taraf’a mülakat vermeyi de kabul etti.
Gözlemlediğim kadarıyla, Aydın Doğan hükümetle arasındaki mevcut krizi derinleştirmek istemiyor,
kavga istemiyor, daha fazla gerginlik istemiyor. Israrla “Tayyip Erdoğan ile alıp veremediği bir şey olmadığının” altını çiziyor. Ancak müthiş bir haksızlığa uğradığı inancında. İşte Aydın Doğan’ın ağzından, Doğan Grubu ile Başbakan Erdoğan arasındaki ilişkinin bugüne nasıl geldiğinin hikâyesi...
Zor günler geçiriyorsunuz. Haksızlığa uğradığınızı düşünüyorsunuz.
Hükümetle bu noktaya nasıl geldiniz? Esas problem nedir?
Tayyip Bey’i
İstanbul İl Başkanlığı’ndan beri tanıyorum. İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde çok defalar görüştük. Tayyip Bey, mahkûm olduğu zaman kendisine geçmiş olsun dileklerimi ilettim bir-iki arkadaşla. Ama kendim gitmedim çünkü gazete sahibiydim. Hiçbir problemim yok Tayyip Bey’le. Sonra, partiyi kurduğu zaman biz
Almanya tesislerinin açılışını yapıyorduk. Tüm siyasi parti liderlerini orada görmek istedik.
Tansu Hanım, Mesut Bey, MHP’den
Tunca Toskay ve DSP’den de İsmail Cem geldi. Tayyip Bey’in de gelmesini rica ettik. Almanya’daydı “Gelirim” dedi. Ben oteline gittim davet ettim, geldi. Açılış törenine katıldı. O
akşam bizim misafirimiz de oldu otelde.
"Erdoğan için iyi şeyler de yazdık"
Yani ilişkilerde en ufak bir şey yoktu. Hatta onlar demokratikleşmeyi istiyordu. İnançlarımız örtüştüğü için
destek verdik. Onun müdafaa ettiği değerleri bizde müdafaa ediyorduk. Yalnız
Cumhuriyet’in nitelikleri konusunda zaman zaman sitem ediyorlardı. Ben de Cumhuriyet’in nitelikleri konusunda hassasım ama daha toleranslı yaklaşabiliyorum. O konuda hükümetle aramızda büyük problemler çıkmadı. Eleştirdiğimiz de oldu iyi şeyler yazdığımız da oldu.
Peki herhangi bir noktada, özellikle Cumhuriyet kaygılarınızı dillendiren yazılarınızla ilgili hükümetten size hiç şikâyet geldi mi?
Ben geçmişte zaman zaman, altı ayda bir, üç ayda bir Tayyip Bey’le görüşüyordum. Şikâyetlerini söylüyordu. Ben de kendisine daha toleranslı yaklaşması lazım derdim. Bu gazetelerin hepsinin tornadan çıkmış gibi tek ses olamayacaklarını, gazetecilerin hepsinin ayrı görüşü, ayrı kimliği olduğunu kendisine izah ettim. O da bazısından tatmin oluyordu, bazısından olmuyordu. Ama yine de ilişkilerimiz gayet iyi gidiyordu.
“İyi” derken nasıl bir ilişkiydi bu? Mesela samimi miydiniz? Nasıl hitap ediyordu size, Aydın Bey mi diyordu?
O tarafı çok şey yapmak istemiyorum. Tayyip Bey’den çok
yaşlı olduğum için özel sohbetlerde bana “abi” diye hitap ederdi ama bu özel sohbetlerdi. Tabii, kamuoyu önünde de “Aydın Bey” derdi. Tayyip Bey öyle çok can ciğer
kuzu sarması gibi değildir. Ama
kontrollü bir dostluğumuz da vardı. Kızının düğününe de gittim. Dedikodu da yaptılar.
Hediye ne verdiniz?
Hediye vermedim. Tayyip Bey her gördüğünde benden müşteki, yani “Bak onu yazıyorlar, bunu yazıyorlar” diye. Tayyip Bey’e en son söylediğim budur: “Çok gençsiniz, çok başarılısınız.”
Ekonomi çok iyi gidiyordu o yıllarda.
Hangi yıllardan bahsediyorsunuz?
2006 eylülünde. Sonra bir daha görmedim Tayyip Bey’i.
Son görüşmede neler konuştunuz?
Kendisine, “Çok başarılı gidiyorsunuz. Türkiye devamlı üst üste büyüyor.
Enflasyon düştü. Türkiye
ekonomik durumu güçlü bir
ülke haline geldi. Bütün dünyanın gözü bizde. Ben sizin yerinizde olsam bununla övünürüm. Genç yaşınızda
Allah size bu imkanı verdi; Türkiye’nin yıllardır görmediği bir başarıyı elde ettiniz” dedim. Erdoğan’ın yerinde olsam derim ki, “Benim ülkemde
sivil toplum örgütleri hürdür, istediğini söylerler, basın hürdür, istediğini yazar. Ben Iran,
Irak,
Pakistan’ın başbakanı değilim. Ben
batı Avrupa ülkeleri gibi bir ülkenin Başbakan’ıyım. Türkiye ile övünürüm.
Basın özgürlüğü de son derece ‘fazladır’”.
Buna karşı bana bir-iki kere, ‘Sen kişisel eleştiriyle hakareti karıştırıyorsun” dedi. “Kesinlikle hakarete ben de karşıyım” dedim. Ama o bazı şeylere, eleştiri sınırlarını aştı diye bakıyordu. Mesela
karikatür çizilmesine...
Peki sizce yazarların bazıları bu sınırı aşmış olamaz mı?
Yani şunu da söyleyeyim ki yazarların da bazen bizim genel prensiplerimizı aştıkları oluyordu. Ama ben Tayyip Bey’den, ona da daha toleranslı bakmasını bekliyordum. Ben şunu yapamazdım, yazarlara, “Bak kardeşim bunu yazarsın, şunu yazamazsın” diyemezdim.
Ama
Emin Çölaşan aleyhteki yazıların çöpe atıldığını iddia ediyordu?
Emin konusunu açarsan, bir dokun bin ah çekerim. Emin, yalnız kendisine oynuyor benimle ilgili konularda. Otuz yıl arkadaşlık ettiğim ve onu
Emin Çölaşan yapan bir gruba akla gelmedik bir
iftirayla yaralamaya çalıştı. Doğan Grubu’nu,
Hürriyet gazetesini yaralamaya çalıştı. Ben onun söylediği hiçbir şeye inanmıyorum. Söylediklerini kabul etmiyorum.
Peki ne oldu?
Tayyip Bey’le ilişkilerimde hiçbir meselem yoktu. Ta ki 2008 eylülündeki
Deniz Feneri olayına kadar. Deniz Feneri olayından evvel de artık şey başlamıştı, bizimle ilgiyi azaltmaya. İlgi demeyeyim de, bize kızmaya başlamıştı. Soğukluk başlamıştı.
Bu noktada, hükümette sizin bir şekilde
derin devletle
işbirliği içinde hükümeti devirmek istediğiniz imajı oluştu. Ve Başbakan da böyle düşünüyordur.
Hayır. Tayyip Bey benim bu
iktidarın önünü kesmek isteyen biri olmadığımı kesinlikle biliyordu.
Nasıl biliyordu?
Yani derin devlet yoluyla benim onlara mani olma veya onların önünü kesme gibi bir gayretim olmadığını, tersine gayretim olduğunu biliyordu. Tayyip Bey biliyor ki, Aydın Doğan bir
takım güçlerle işbirliği yaparak bu iktidarın gitmesini veya bu partinin kapatılmasını istemez. Nitekim benim yayın grubum bu partinin
Anayasa Mahkemesi’ndeki kritik zamanında “AKP kapatılmasın” diye
manşetler attı. Ben özel temaslarımda herkese, “Bu siyasi partiyi
halk seçti, nasıl kapatırsınız” diye karşı çıktım. Hürriyet gazetesi de nitekim
mahkeme kararından iki-üç gün evvel karşı çıktı, biz onu bilerek yaptık yani. Tayyip Bey’i hep sürmanşete taşıdık, güzel şeylerle. Güzel duygularla verdik. Biz partinin kapatılmasına kökten karşıyız. Ben o dediğiniz derin güçlerle işbirliği yaparak
AK Parti’nin önünü kesmek gibi bir niyetin içerisinde hiçbir zaman olmadım.
Peki iktidar niye size bu kadar
öfke duyuyor?
Benim anladığım şu, Tayyip Bey 2007 seçimleri sonrası balkondan güzel bir konuşma yaptı. Çok güzeldi, hepimiz alkışladık. “İnşallah Türkiye böyle olur” dedik. Ama çevresinde aşırı bir grup, grup demeyeyim de, Doğan Grubu’na husumet besleyen birtakım menfaat birikimleri oldu. Bunlardan bir tanesi de yandaş medya.
Taraf var mı bunların içinde?
Hayır Taraf’ı yandaş gazete saymıyorum. Taraf kendi dünyasıyla mutabık... Kendi dünyasında, siyasi yandaşlığı yok Taraf’ın. İnançları doğrultusunda zaman zaman AK Parti ile birlikte oluyor, zaman zaman değil.
Yani Taraf bağımsız bir gazete?
Evet,
evet. Ama kendi inançları yönünde bağımsız. Tam kitle gazetesi değil. Ben kitle gazetelerinden bahsediyorum. Taraf’ı katmıyorum.
‘Yandaş medya’ konusuna yeniden dönersek...
Yandaş medya çok rahatsız oluyor. Tayyip Bey ile yakın olmamızdan rahatsız oluyor. Cumhuriyet mitinglerinde de beni devamlı “Tayyip Bey’in adamı” diye eleştirdiler. Talihsizliğime bakın,
İzmir’e gittim. Bir lokantada yemek yiyoruz. “
Medya burada, Aydın Doğan nerede” diyor. Bir baktım benim televizyonum bunu diyor. Ya benim televizyonum işte! Benim orada olmama gerek yok ki. Yani bu biraz da hatta Aydın Doğan’a düşman olmak moda oldu. Özellikle bazı gazeteciler, “Bugün Aydın Doğan’a bir tokat atarsam, bir tane çakarsam meşhur olurum” dedi.
İnternet sitelerinde falan bu tür şeyler çıktı.
Sonuç, Deniz Feneri olayına kadar bazı haksızlıklar vardı. Bize kızıyordular ama bu kadar olmamıştı. Deniz Feneri olayında bana göre hiç beklenmedik bir tepkiyle karşılaştım. Ve ondan sonra düşündüm ki siyasi iktidarlar yalnız baskı yapmıyor, yıldırabiliyorlar dedim. Neyi demek istiyorum. Tayyip Bey, “Ya bu hafta açıkla yoksa önümüzdeki hafta açıklarım ha” dedi. Mitinglerinde, parti kongrelerinde “Vur Vur inlesin Aydın Doğan dinlesin” diye slogan atıldı. Ben de “Neyi açıklayacak” diye günlerce düşündüm. Sonunda baktım Tayyip Bey, benim ona söylemediğim şeyleri söylemiş gibi gündeme getirdi, “Bana söyledi” dedi.
Mesela?
Mesela, Tayyip Bey’e Hilton konusunda hiçbir şey söylemedim. Tayyip Bey’e gittim, “Ben
Ceyhan’da rafineri kurmak istiyorum. 2,5 milyar dolar param var. Sizden
teşvik istemiyorum,
kredi istemiyorum. Direkt üç bin 500 kişiye endirekt 15 bin kişiye iş veriyorum. Türkiye’nin
ithal ettiği mamülleri yapacağım ve kendim tüketeceğim” dedim. “Ne istiyorsun” dedi, “Bana müsaade verin” dedim. “Avusturyalılarla beraber sadece şey istiyorum” dedim. “
Samsun’da kursan olmaz mı” dedi. “Olmaz efendim” dedim. “Niye” dedi.
"Çalık’a söz verdi"
“Ben Amerikalılara araştırma yaptırdım, 1.5 milyon dolar para harcadım. Onlar bana bu işin ancak güneyde olacağını söylediler” dedim. “Orayı bizim Çalık’a söz verdim” dedi.
Aynen öyle mi dedi?
Aynen böyle. Dedim ki “Efendim Çalık da yapsın, ben de yapayım.” “Putin var o işin içinde” dedi. “İtalyanların en iyi şirketi var.
Berlusconi var” dedi. “Peki ne olacak” dedim. “Çalık var” dedi. “Ocak ayını bekleyelim. Ocak ayında bu iş konuşulacak. Ondan sonra bir şey yaparız” dedi. Şöyle bir şey geçti içimden, herhalde
ocakta diyecek ki gelin dört-beş kişi kuruyoruz, sen de kur. “Ben kendi tüketeceğim şeyi kuracağım. Ben petrolcüyüm, Çalık petrolcü değil ki, o müteahhit, Ceyhan-Samsun arası
boru hattını yapıyor” dedim. “Yok” dedi, “rafineriyi de söz verdim” dedi. “Peki’ dedim, çıktım. Ocak ayında görüşmek üzere çıktım.
Kasım ayında Tayyip Bey bir şeye kızdı, dedi ki, “Bazı medya sahipleri geliyor bir şey istiyorlar vermiyoruz. Alıyor haber yapıyorlar.” Bir daha yanına gitmedim.
‘Basının bağımsızlığı siyasetçinin iki dudağı arasında’
Sonuçta rafineriyi Başbakan’dan istediniz. Böyle de bir gerçek var.
Ama ben kimden isteyecektim. Rafineri kuracağım Türkiye’de.
Ama bir ihaleye çıkılıyor.
Hayır ihale değil. İhale olsa, kabulüm, ruhsat istiyorum. Ben bir şey istemiyorum. Bana da verdi, Çalık’a da verdi, yüz kişiye verdi.
Böyle bir şey Almanya’da olabilir miydi? Birisi gidip Angela Merkel’e “Bana ruhsat ver” diyebilir mi bir iş adamı?
Angela Merkel’e demez çünkü Merkel bu işle uğraşmaz.
O zaman başından sonuna kadar bir terslik var. Türkiye’deki bütün sistemde bir terslik var.
Tabii, var. Bakın Tayyip Bey kendi döndü orada, “Hilton’u ne yapıyorsun” dedi. “Tayyip Bey ben Hilton’u
aile adına aldım. Kendi çocuklarım adına.
Doğan Holding’e almadım. Hilton bu haliyle demode. Mutlaka onun yeniden yapılması lazım. Ama yanına da bir takım ilâveler yapmak lazım. İsterseniz bu konuda çalışır size bir şey getiririm” dedim. “Hayır ben belediye başkanıyla konuşurum” dedi.
Bu ne zaman oldu?
Bunların hepsi 2006 eylülünde oldu.
Bayağı uzun bir konuşmaymış.
Evet, uzun. Bir saatten uzun bir konuşma.
Nerede görüştünüz?
Başbakanlıkta... Şunu anlatmak istiyorum. Tayyip Bey diyor ki, “Geldi buraya şeyler yapacak, bu yeşil alana gökdelenler dikecek.” İstanbul Belediye Başkanı buraya geldi benimle tavla oynadı, bu kravatı da o gönderdi...
Kadir Topbaş mı?
Evet, tavla oynadım
Kadir Topbaş’la burada, gömleğine. İçerisine bir de bu kravatı koydu. “Bu kravatı niye koydun” dedim. Dedi ki, “Koydum ki yendiğini her yerde söylemeyesin.” “Yani bana rüşvet veriyorsun” dedim. “Ben her yerde seni yendiğimi söylerim” dedim. Ben Başkan’a da aynen şunu dedim, “Bana, aileme, çocuklarıma laf getirecek, şehri çirkinleştirdi dedirtecek şeyin içerisine girmem.”
"Hilton arazisi park yapılacak"
Burada yok üç emsal istedi, hepsi uydurma yalan. O üç emsal lafı
Şişli Belediyesi’nin kendi bölgesi için yaptığı şey, bana da yaptırdılar. Ama şimdi Hilton diyorlar. Hilton diye benim bir meselem yok. 65 dönüm yer var Hilton’un bulunduğu yerde. Orayı sonunda Aydın Doğan
Parkı yapacağım herhalde. Halk da istifade edebilir.
Taksim Meydanı’ndan daha geniş bir yer. Etrafı da kapalı duruyor.
Bence güzel olur.
Ben Hilton Oteli’ni aynen muhafaza edeceğim. Orada ticarî hiçbir
rant peşinde değilim.
Vazgeçtiniz yani?
Vazgeçtim mi? Diyeyim, peki öyle diyeyim. Vazgeçtim ama başından beri öyle düşünüyordum. Sanki ben baskılar karşısında vazgeçtim durumuna girmek istemiyorum. Vazgeçtim sonunda baktım ki ikna edemiyorum, “Peki vazgeçtim” dedim. Ama başından beri ben orada böyle rant peşinde değildim.
Bundan sonra süreç nasıl işleyecek?
Her yerde söylüyorum benim ne Tayyip Bey’le ne AK Parti hükümetiyle bir kan davam, husumetim yok. Bir şeyden çok rahatsızım. Hükümet beni bir siyasi partinin yandaşı,
CHP’nin yandaşı olarak görüyor. Ben CHP’ye ne mesafedeysem, AK Parti’ye de aynı mesafedeyim, MHP’ye de. Yayıncı arkadaşlarıma da hep bunu söylüyorum. Tarafsız ve bağımsızlığın şeyi budur. Bir tarafa yatmamak.
"Tarafsız kalmak zor iş"
Benim AK Parti’li okurum da var. CHP’li okurum da var. MHP’li okurum da var.
Televizyonlarım da gene öyle. Ben taraf değilim. Taraf olmamak çok zor iş. Hele Türkiye gibi az gelişmiş toplumlarda siyasetçiler seni mutlaka taraf yapmak istiyorlar. Eğer kantarın topuzu bir parça kaydıysa “Vaay” diyorlar . Kaçmasa da öyle diyorlar. Ben şunu arzu ediyorum. Benim ülkemde hükümet hükümetliğini yapsın, basın da basınlığını yapsın. Yani ben şunlardan çok rahatsızım. Yok istedi de, yok vermedi de. Yani ben gidip rafineri kuracağımı kime söyleyecektim. Kimden isteyecektim, hükümetten. Eğer
kanunsuzsa, bunu sen nasıl istiyorsun. “Bu kanunsuz, vermiyorum,” diyecektin. Ben de dönüp gelecektim.
Ama sizin probleminiz aynı zamanda bir medya patronu olmanız. İş hayatınızdaki menfaatler ile yayın özgürlüğü arasındaki çizgiyi, sınırları ihlal etmemek çok zor...
Eğer medyanın ekonomik bağımsızlığı yoksa medya bağımsız değildir. Ekonomik bağımsızlığı olmayan hiçbir gazete, hiçbir televizyon “Ben bağımsızım” diyemez. Ya bankaya bağımlı olur, ya reklam verene bağımlı olur, ya siyasi iktidara bağımlı olur. Ben yayın kuruluşlarımın ekonomik bağımsızlığını temsil etmek istiyorum. Hiçbir işimde, “Şu işi iktidarda olduğun için sana vermişiz” diyen adam yoktur.
30 senedir yayıncıyım. 50 yıldır iş hayatındayım. Hiçbir işimi siyasi şeyle almadım. Tersine, yayıncı olduğum için bütün işlerimde baskı altında kaldım. Yani zarar gördüm.
Ancak bazı yazarlarınız son dönemde artık gittikçe anti-demokratik buldukları yayın çizginizi protesto ederek ayrıldılar, yani bir Murat Belge’yi mesela kaybettiniz. Perihan Mağden ayrıldı.
Ben Murat Belge’nin ayrıldığını duyunca üzüldüm. Hatta mani olabilir misiniz dedim arkadaşlara. Ama ayrılmıştı. Benim arzumla da gelmişti. Ben neden ayrıldığını bilemem. Şu anda Babıali’de çalışan gazetecilerin yüzde 75’i, 80’i hatta 85’i bende çalıştılar. Yani şu anda bende olmayanlar, senin gazetende de bende çalışan arkadaşlarımız var. Mesela
Yasemin Çongar. Gerçi bu kişisel birşey. Ama bekliyorduk ki bana bir “Allahaısmarladık” desinler.
Ekonomik açıdan yaklaşalım olaya. Çok büyük rakamlardan söz ediyoruz.
Ona gelelim. Bu cezanın hiçbir
teknik ve hukuki yönü yoktur. Basın
sektöründe eğer bu sektör incelemesiyse, benim dışımda basın kurumu yok mu? Sekiz aydır benim şirketlerim inceleniyor. Hiçbir gruba uygulanmamış bir şey var, üzerimizde baskı var. Kaçakçılık iddiasından, yani bunu söylerken kızarıyorum, vergisi ödenmiş, bir
kaçakçılık olamaz.
Hapisten falan söz ediyor Başbakan.
Ne yapalım, burası geri kalmış bir ülke. Ben hukuka güveniyorum. Hiçbir şey olmaz böyle bir kaçakçılığım falan da yoktur. Ama niye kaçakçıyım, diyor ki raporu yazan adam, “Sen bunu 2006’da sattın, 2007’de gösterdin.” Öyle değil ama peki öyle yaptım. 2007’de vergisini ödedim mi, evet. 25 milyon dolar vergi ödemişim. Nasıl kaçakçılık? Kaçakçılık yapan vergi ödemez. Bana diyebilirsin ki 17 şubatta yatıracaktın, 17 mayısta yatırdın. Tamam bu aradaki farkın cezasını alırsın, faizini alırsın. Kaçakçılık demek, bir
hile yapmak... Benim defterlerimde kayıtlı. Beni inceleyerek, ödediğim vergiyi bularak bunu niye bugün ödedin de bugün ödemedin diyerek kaçakçılık olmaz. Türkiye’deki bütün hukukçular bunu incelediler, hepsinin bana söylediği bunun kaçakçılık mantığı ne hukuken ne de mali teknik olarak yok.
Peki kanunen bir teminat göstermek gerekmiyor mu ?
Kanun öyle bir teminat, meminat koymuyor. Tamamen idareyi serbest bırakıyor. İdarede yerleşik kurumlardan bu teminatı almayabilir. Ben yerleşik kurumum. Yarın benim yurtdışına kaçacak halim yok. Yahut da grubun kaçacak hali yok. Ben kaçsam bile benim bir yasağım yok. Bir, bizden teminat istemeyebilirdi. Bu teminat isteme de keyfidir. İki, teminat istedi, idare bu teminatı şirket kefaletiyle kabul edebilir.
Maliye Bakanlığı’na da müracaat ettik. Yanlışlığı kaldırın diye.
Maliye Bakanlığı’nın düzeltme yetkisi var. Bunu düzeltirler düzeltmezler bilmiyorum. Bürokrasi bunu yapar mı yapmaz mı bilmiyorum.
Bir görüşme talebiniz oldu mu Başbakan’la?
Hayır, mektup yazdım Başbakan’a. “Benim mahremimle uğraşıyor” dedi. Dedim ki “Benim yetiştirdiğim kültürde insanların mahremiyle uğraşmak yoktur.” Hakikaten yok. Dedim ki “Beni bir siyasi partinin yandaşı gösterme. Ben ne sizin yanınızdayım ne de başkasının.”
Bu mektubu görebilir miyim?
Yok, iki gün evvel gönderdim. Bunu kendimi tutamadım söyledim, tutamam kendimi.
Cevap aldınız mı?
Hayır, vermeyeceğini biliyordum.
Bugün geriye baktığınız zaman, kendinizde bir hata görüyor musunuz?
Şu vergi meselesini şey yapayım. Bizim daha günümüz dolmadı. Dolduğunda gidip diyeceğiz ki bizden kefalet alın. Normalde peki diyecekler. Demezlerse hayır istemiyoruz diyecekler. Gideceğiz, elimizdeki dayanakları göstereceğiz. Sonunda hiçbirini kabul etmiyorum, azledeceğim diyecek.
Bu sizi sarsmayacak mı?
Hayır, benim altı tane daha şirketim var. Arkadan ne geleceğini bilmiyorum.
Bunlarla da uğraşabilirler mi?
Tabii, onları da inceliyorlar. Bunlar hiç beklemediğim şeyler, şeytanın aklına gelmeyen şeylerdir. Sattığın hissede kaçakçılık yaptın, kime sattın...
Genel olarak ekonomiye baktığınız zaman sizce durum nedir?
Sıkıntı var. Ben şimdi o teğet geçti lafına falan kızıyorum. Tayyip Bey onu iyi niyetle söyledi ama şimdi bu istismar ediliyor. Fakat ekonomi sıkıntıda ve buda derinleşeceğe benziyor.
2001 krizi bir anda bam diye vurdu, sonra birkaç ay sonra çıktı. Bu yavaş yavaş ilerliyor. Ondan daha tehlikeli bir durumda. Ben IMF ile keşke anlaşsaydık. IMF’den alacağımız 15-20 milyar dolardan ziyade piyasalara güven vermek açısından önemliydi.
Seçimden sonra daha farklı bir tavır olabilir mi? Başbakan ve sizin aranızdaki sorunlar düzelebir mi?
Onu temenni ederim. Dikkat ederseniz benim televizyonlarım başbakanın mitinglerini öbürlerinden daha az göstermiyor. Özellikle bunu söylüyorum. Dikkat etmelerini söylüyorum, hiç taraf olmayın. İftira etmemeleri için yalan yazmamaları için subjektif olmamaları için azami dikkat göstermelerini istiyorum. Her toplantıda genel yayın müdürü arkadaşlarıma diğer arkadaşlarıma aynı şeyi söylüyorum. Siz benden iyi biliyorsunuz diyorum batıda yansız ve bağımsız medya böyle olur. Bu yalnız Tayyip Bey için değil,
Mesut Yılmaz’la ben yakındım. Buna rağmen Mesut Yılmaz’la her biraraya geldiğimizde münakaşa ederdik. Şu olmalı bence, siyasetçiler eleştiriyi hoşgörüyle karşılamalı. Siyasetçi yalnız
kamu hizmeti yapıyor. Ben eleştirileceğim bunu da kabul etmem lazım. Az eleştirilmem için az hata yapmam lazım demeli. Ve eleştiriye tahammül etmesi lazım. Ben iktidarım ben gücüm nasıl beni eleştirirsin, vurun şuna dememeli. Maliyeciler nerdesin, kontrolörler nerdesin basın şunu, boğun şunu, bu baskıcı anlayış olmaması lazım.
Şöyle bir eleştiri var “Yalnız Kuleler”den çıkmayan gazetecilerinizden bahsediliyor. Biraz da genç kan lazım değil mi?
Gazetelerimiz kulelerde çıkıyor ama haberleri kulelerde imal etmiyorlar. Haberleri toplumun içinde yaşayarak imal ediyorlar. Türkiye’nin dünyanın her yerinde gazeteci arkadaşlarımız var.
Yayın yönetmenlerinizden kaçı mesela Beytüşşebap’ı gördü hayatında?
Ben gördüm, hepsini bilirim. Yani ama şimdi bir şey söyleyeyim şu var diyebilirsin. Bu bir plaza lafı çıktı geliyor, sanki Taksim’de iş hanında olsak farklı olacak. Yahut da Cağaloğlu’ndaki Nurosmaniye’deki binada otursak plaza olmayacak. O zaman bu yazarlar okunmazlar. Okunmamak o yazarların cezası olur. Benim gazetemde her telden yazar var. Liberali de var AK Partilisi de var. Ulusalcısı da var. Yok diyemezsiniz. Bu kadarı doğru mu bilmiyorum ben de eleştirmeye başladım kendi kendimi.
Habertürk Gazetesi için ne düşünüyorsunuz.
Habertürk Gazetesi değişik bir gazete çıkardı. Hırslılar iyi yapmak istiyorlar. Ama gazete pazarını da düşünmeleri lazım. Çok zor gazete pazarında bir gazetenin oturması, tutması çok zor. Bu dünyada böyle. Almanya’da her yıl yüzde beş, yüzde altı oranın da tirajlar düşüyor. İte kalka mevcutlar yaşamaya çalışıyor. Bu da Türkiye’nin en büyük talihsizliği ve sıkıntısı. Yazılı basından bahsediyorum para kazanan aşağı yukarı yok gibi bir şey. Para kaybederek de yayın organı olunmaz ki. Yayın organı kamu görevidir para kazanması gerekmez. Bu laf mı şimdi. Nerden geçineceksin peki kağıdın parasını nerden vereceksin, maaşları nerden ödeyeceksin. Türk basınında para kazanan gazete yok denecek kadar az. Bir-iki tane var Hürriyet kazanıyor, bizim Posta gazetesi kazanıyor.
Bu kadar yıl medya patronluğu yaptınız. Sıkıntıya girmediğiniz lider var mı. En rahat kimle çalıştınız. Hoşgörü gösterme anlamında.
Turgut Bey’le ilk yıllarda evet, ama sonra o da kızdı. Turgut Bey’le de kavgalarım oldu. Süleyman Bey’le rahat çalıştım. Mesut Bey rahat göründü ama o çok şeyler yaptı bana. Bülent Bey çok alınırdı. İftihar etsin diye bana Gözcü gazetesini göndermiştir. Ben Bülent Bey’e de çok saygı duyarım. Siyasetçi eleştiriye tahammül edemiyor.
"Vergi mükellefi niye korkuyor"
Kanunlar var da bizde, gelenekler yok. Eğer Türkiye’de ABD’deki gibi vergi idaresi bağımsız olsa siyasi iktidar değişti diye vergi mükellefi korkar mı. Niye korksun. Bütün işadamlarının hepsi konuşmaktan korkuyor. Çünkü bağımlı. Siyasetçinin iki dudağının arasında. Mahvedin şu adamı gidin üzerine bitti...
18 kişi, 13 vergi kontrölörü, 5 tane
hesap uzmanı, bir tane gümrük müfettişi, arkada da 20 tane onları denetleyen insan sekiz aydan beri kontrol edecek baskı unsuru oluşturuyorlar. Neden bana kardeşim neden. Bakın bu sene eylül ayında 50 yılım dolacak,
Mecidiyeköy Vergi Dairesi’nde ilk kaydımın açılmasının. 50 yılda ben maliyeyle en ufak bir sorun yaşamadım. 86 yılında Turgut Bey kızdı bana gene vergi yazdılar. Gittim mahkemeye 96 yılında cevabını 10 yıl sonra aldım.
AMBERİN ZAMAN- TARAF