"Yeni Şafak'ta yayınlanan
Dinç Bilgin söyleşisi bana Day Break dizisini hatırlattı" diye başlayan usta
gazeteci
Mehmet Barlas, "Acaba
Dinç Bilgin 1997 yılının 28
Şubat sabahı yeniden uyanabilseydi ve ileride yaşayacaklarını bilerek hayata yeniden başlayabilseydi, neleri yapmaktan kaçınırdı?" sorusunu sorduktan sonra bazı cevaplara ışık tuttu:
Farklı görüşte olanların karalanmasını, aşağılanmasını ve jurnallenmesini görev olarak yazarlarınıza verirseniz. Demokrasinin temeli olan "
halk"ı
küçük görmeyi, toplumun gerçeklerini "ilkellik" ve sizin gibi olmayan herkesi "tehdit" olarak sunmayı sürdürürseniz, sonunda "ne zaman askeri
darbe olacak da haklılığım anlaşılacak" beklentisine girersiniz.
Evet... Hayata yeniden başlayabilse neleri yapmaması gerektiğini, 28 Şubat döneminden 11 yıl sonra görebiliyor Dinç Bilgin. Ama arkadaşların iğvasına kapıldığı için kaderi ters yazıldı. O arkadaşlar gazetecilik yapmak için değil,
banka hissedarı olmak,
Bakanlar Kurulu oluşumlarına katkıda bulunmak, siyasetle medyayı haşır neşir edip durumdan servet çıkarmak için Dinç Bilgin'i ve gazetesini bir semt-i meçhule sürüklediler.
Gazetecileri yazdırmak için değil, susturmak için yöneticilik yaptılar.
Hani kurşuna dizilmek için idam mangasının karşısına gelen adam, son söz olarak, "Bu bana
ders olsun" demiş ya. Şimdi herkes ve özellikle medya patronları, kendilerini siyasi kavgalara, kamplaşmalara, kan davalarına sürükleyen, gazetecilik mesleğini siyasetin veya ticaretin vurucu gücü biçiminde kullanan "arkadaşlar"ına karşı dikkatli davranmalılar ki, ileride Dinç Bilgin gibi "Bu bana ders olsun" demek durumuna düşmesinler.
Özeleştiriye teşebbüs etti
Umur Talu, Yenişafak'ta Dinç Billgin'le yapılan röportajı ve devamında yapılan açıklamaları dünkü köşesinde 'Utanç' başlığıyla yazdığı yazısında değerlendirdi: Yeni Şafak'ta
Şaban Arslan' ın soruları üstüne, Sabah'ın kurucu sahibi Dinç Bilgin özeleştirilerde de bulundu. Bir "patron" açısından önemli ve epeyce; bana göre çok eksik. Bulunmaya teşebbüs etti hiç olmazsa. Zaten epey bedel ödediği duygusuyla. Oysa, burada, orada, şurada; çeşitli dönemlerin "utancı" nı gazeteci olarak taşıması gerekenlerin, maşallah ne itibar, ne makam, ne maddi, ne de manevi sorunu olmuş. Hep haklılardı; hep öyleler. Hep
yerli yerinde, hep sağlam yerlerindeler. Yerleri de sağlam, bir yerleri de. O yüzden şöyleler: Sadece "28 Şubat dönemi" nde
Genelkurmay özel ulağı olmuyorlar. Öncesinde bazen Çiller'in, sonrasında kah Yılmaz' ın, Ecevit' in, ille
Hüsamettin Özkan' ın, arada yine askerin, sık sık kimi elçilerin, mutlaka iş dünyasının, kendilerine en
yabancı gelen bu iktidarın bile bir şeyi oluveriyorlar. Bazen patron, bazen kendi menfaatleri için; özünde hep güç için, hep güçlü için! "Patrondan patrona" geçince de, el, ip ve sahne değişse de, oyun ve rol aynı oluyor. Bu bir tarz. Bir
yaşam biçimi; mesleği, hayatı idrak ediş hali. Bunlarda "utanacak bi şey görmeme" durumu. Utancı mesleki, toplumsal, insani zorunluluk saymama pişkinliği. Utancı vicdandan söküp atma başarısı! Kutlanası. Japonlara
ihraç edesi, uzun uzun anlatası!