Onun için ‘en başarısız genel
kurmay başkanı' diyenlerin sayısı az değil. Bir kısmı da orta yolcu. Bu gruptakiler, Or
general Hüseyin Kıvrıkoğlu'ndan sonraki genelkurmay başkanları ile Türk Silahlı
Kuvvetleri'nin (TSK) yönetimsel bağlamda fetret devri yaşadığına inanıyor. Sabahattin Önkibar'ın öncülüğündeki bir kesim ise ‘
Hilmi Özkök'ün bile yapamadığını yaparak Tayyip Bey'e yaranmaya çalıştığı' iddiasında. Böyle düşünenlerin argümanı, son YAŞ'ta bütün çabalara rağmen istenilen sonucu alamaması; hani ‘vurdu mu oturtan' tutum sergileyememesi. Dolayısıyla, 27
Ağustos'ta
Genelkurmay Başkanlığı görevini
Işık Koşaner'e devredecek olan Mehmet
İlker Başbuğ ‘ne İsa'ya ne Musa'ya yaranamamış' birisi.
Gerçek olan ise onun döneminde TSK'nın çok yıprandığıydı. Bunda Başbuğ'un, görev süresince dilinden düşürmediği ‘asimetrik
psikolojik harekât' gibi dış etkenlerden ziyade, bizzat TSK mensuplarının etkisi/rolü büyüktü. Bu hususta
Mehmet Altan, son YAŞ sürecindeki tutumuyla Başbuğ'u orduyu yıpratmakla bile itham etti. Kamuoyunun algısı da bu yöndeydi. Başbuğ, 2008 yılı Ağustos ayında, daha göreve gelir gelmez, haklarında çeşitli iddialar ortaya atılanların değil, o olayların bilgi/
belgelerini kamuoyuna sızdıranların peşine düştü ilk olarak. Ve bu konuda epey mesafe aldığını da 25 Ocak 2010'da medya mensupları ile görüşmesinde açıkladı basına. ‘Bilgi çağında bilgilerin sızdırılmasını gerçek bir sorun' olarak değerlendiren Başbuğ'un açıklamalarına göre, bilgi sızdırılması kapsamında 61
soruşturma açılmıştı. Bunun dokuzu yargıya intikal etmiş, bir tanesi sonuçlandırılmıştı. O
subay da üç yıl
hapis cezası almış, aynı zamanda TSK'dan tardedilmişti. 10 kişi de bu kapsamda çeşitli rütbelerde tutukluydu.
Orgeneral İlker Başbuğ, bu bilgileri medya mensupları ile ilk defa paylaştığı vurgusunu yaparak haziruna şunları söylemişti: “Silahlı Kuvvetler olarak, benim öncelikle üzerinde durmam gereken konu bizim bu bilgi sızdırması konusunda imkânlarımızı, tedbirlerimizi, yapılanmalarımızı artırırken, bu konuda hata yapanları mutlaka bulup yargıya götürüp sonuçlandırmamız lazım. Bu konuyla ilgili bilgileri ilk defa sizinle burada paylaşıyorum.”
Başbuğ, konuşmasının devamında “Daha önce de söyledim. Silahlı Kuvvetler'de hata yapanlar olabilir. Hata yapanlar olursa biz Silahlı Kuvvetler içinde barındırmayız. Bu yapılanmalarla ilgili bazı konularımız var.” dediğinde, isimleri
gündeme gelen subaylarla ilgili işlemler yapacağı zannına kapılıyorsunuz. Ancak, öyle olmuyor; çok geçmeden anlaşılıyor ki Başbuğ'un
hedefinde, menfi fiili işlediği iddia edilenler değil, o olayı dışarıya sızdıranlar yer alıyor. Bilgi sızdırdıkları için ceza alan ve ordudan atılandan bahsettiği hâlde Başbuğ'un ağzından Heron,
Aktütün ya da ‘
PKK'lıları
çoban zannedip dokunmayan veya
kekik toplayan vatandaşları
terörist zannedip öldürenlerle ilgili' bir açıklama duyamıyorsunuz.
Baş
komutanlık görevini devralmadan evvel selefi
Yaşar Büyükanıt gibi bir kampanyaya maruz kalan, Kudüs'teki Ağlama Duvarı'nda dua ederken resimleri yayımlanan Başbuğ'un ataması hükümet tarafından zamanından önce onanmış, o da medyada
manşet/kapaklarla karşılanmıştı. Ancak İlker Başbuğ, TSK'nın en talihsiz genelkurmay başkanlarının başında geliyordu. Bu da
30 Ağustos 2008'de,
Yaşar Büyükanıt'tan devraldığı ve iki yıl süren görevi süresince vuku bulan gelişmeleri iyi yönetememesinden kaynaklanıyordu, şüphesiz.
Kamuoyuna ‘artık yeter' dedirtecek pek çok gelişme ortaya çıkmış, başta
şehit aileleri olmak üzere herkes
sorgulama sürecine girmişti kurumu. Peki, ne mi olmuştu geçen iki yıllık süreçte?
Albay Dursun Çiçek'in imzasını taşıdığı kriminal incelemelerde anlaşılan
AK Parti ve
Fethullah Gülen'i bitirme planı olan
İrtica ile Mücadele Eylem
Planı ortaya çıkmıştı. Başbuğ plana ‘kâğıt parçası' demiş; ancak zaman, planın kâğıt parçası olmadığını ortaya çıkarmıştı.
Her yerde
toprak altından
silah ve
mühimmat çıkıyordu. Poyrazköy'dekiler de bunlardan biriydi. Başbuğ, LAW silahını eline alıp bunun
boru olduğunu söylemiş; çok geçmeden Başbuğ'un yine yanıldığı anlaşılmıştı. Söylediği gibi o, ‘boru' değildi.
Göreve başladığı ilk günlerde Kocaeli'nde görevli Korgeneral Galip Mendi'yi
Kandıra Cezaevi'ndeki
Ergenekon sanıklarından Hurşit
Tolon ve Şener Eruygur'u ziyarete göndermiş ve bunu ‘50 yıllık silah arkadaşlığı,
vefa borcu ve olayın insani boyutuna' saymıştı.
Yine onun döneminde
Ergenekon soruşturması muvazzaflara uzanmış, ayrıca
emekli üst düzey pek çok general soruşturma kapsamında ifadeye çağrılmıştı.
Ağzına Ergenekon sözcüğünü bir defa dahi almayan; TSK olarak demokratik rejime, hukuk devletine bağlı ve saygılı olduklarını sıkça vurgulayan Başbuğ, döneminde ifadeye çağrılan bazı generallere de arka çıkmaktan geri durmamıştı.
Saldıray Berk konusunda işi adalete bırakmadan açıklamalar yapmıştı.
Son dönemde ortaya çıkan ve üzeri hâlâ örtülemeyen (!) Heron skandalı da onun döneminde patlamıştı. MİT'in tespit ettiğine göre, subaylar arasında geçtiği iddia edilen konuşmada, PKK'lılara zayiat verdiriyor diye Heron'un devre dışı bırakılmasından bahsediliyordu. Hâlen sıcaklığını koruyan olay infiale yol açmıştı.
Ahmet Turan Alkan dayanamamış,
isyan etmişti: “Lanetle şunları komutan; yalandır de, psikolojik harekâttır de, dağ başındaki dandik karakollara yolladığın çocukların hukukuna da,
darbe zanlısı devrelerini koruduğun kadar olsun sahip çık biraz. Gürle be; bunlar iftiradır, kâğıt parçasıdır, borudur de…”
Eski 1.
Ordu Komutanı Çetin Doğan'ın bir numaralı sanık olduğu, Ergenekon soruşturmasından da büyük bir organizasyon olarak ortaya çıkan
Balyoz Darbe Planı, yine bu dönemde geldi savcıların karşısına. Balyoz'un destekleyicisi olarak görülen alt
darbe planları Oraj,
Suga,
Sakal ve
Çarşaf bu süreçte çıktı ortaya.
Başbakan Bülent Arınç'a yönelik 2009 yılının aralık ayında gündeme gelen suikast iddiaları ve sonrasında kozmik odadaki aramalar da gündemi uzun süre işgal etmişti. Bu olaydan birkaç ay sonra,
Ankara Emniyeti, gelen ihbar üzerine 06 BJ 9915 plakalı
bomba yüklü bir kamyon tespit etmiş, Kriminal
Polis Laboratuvarı Daire Başkanlığı Bomba İmha ve İnceleme Şube Müdürlüğü'nce yapılan inceleme sonucu, el bombalarının 12'sinin Ergenekon kapsamında toplam 59 olayda bulunan el bombaları ile irtibatlı çıktığı anlaşılmıştı.
Bunların dışında güvenlik zafiyeti olarak kamuoyuna yansıyan pek çok hadise vuku bulmuştu. Geçen yıl ağustos ayında Elazığ'da dört er şehit olmuş ve kısa sürede anlaşılmıştı ki komutanı, nöbette uyumuş erin eline ceza olsun diye pimi çekilmiş bomba vermişti.
3
Ekim 2008'de PKK'lı bir grup terörist Aktütün Karakolu'na saldırmış, 17 askerimiz şehit olmuştu. Olayın garip tarafı, önceden istihbarat edinilmesine rağmen Aktütün'de yeterli önlemler alınmamış, saldırı anında da gerekli
yardım hızlıca yapılmamıştı.
Ya birkaç ay önce 11 askerin şehit olduğu Gediktepe'deki olaya ne demeli? Teröristler çoban sanıldığı için ateş açılmamış, onlar da 11 askeri şehit etmişti. Bundan kısa süre sonra Hatay'ın Yarpuz Yaylası'nda kekik toplamaktan gelen iki
köylü, terörist sanılarak hedef seçilmişti.
Ayrıca Kayseri'de, astsubaylar
Ali Balta, İsmail Dağ ve Orhan Güleç'e hipnozla işkence ettiği gerekçesiyle yargılanan ve 7 yıl 6 ay ceza alan emekli Yarbay
Gürol Doğan'ın davası da bu süreçte ele alınmış; yine Albay
Cemal Temizöz'ün yargılandığı
faili meçhul cinayetler davası 2009
Eylül'ünde görülmeye başlanmıştı. Mehmet Altan, özellikle Temizöz davasının Başbuğ'u da ilgilendirdiğini iddia ediyordu: “
İnternet Andıcı,
İrticayla Mücadele
Eylem Planı ve Cemal Temizöz'ün yargılandığı faili meçhul cinayetler davası Başbuğ açısından önemli. Faili meçhul davasında Başbuğ o dönem 7. Kolordu'da görevliydi. Faili meçhullerin yaşandığı dönemde
Hasan Kundakçı'nın yardımcısıydı. ‘İnternet Andıcı'nda, Orgeneral Hasan Iğsız'ın parafının hemen yanında bulunan ‘Sayın komutana arz' yazısıyla Genelkurmay Başkanı Başbuğ'un kastedildiği net. İrticayla Mücadele Eylem Planı'nı Albay Dursun Çiçek'in tek başına yaptığına çocuklar bile inanmaz.”
Altan, Başbuğ'un son YAŞ toplantısında Aslan
Güner ve Bekir Kalyoncu'nun yolunu açmaya çalışmasında bunların etkisinin olduğu iddialarına da yer veriyordu. Emekli
Koramiral Atilla Kıyat'ın “
Kürt illeri ve
Türkiye'nin batısında 1993–97 yıllarında işlenen faili meçhul cinayetlerin devlet politikası olduğunu” söylediğini de eklemek gerekiyor bu süreçle ilgili.
Göreve gelmeden önce The Sunday
Times gazetesinin, ‘sakin ve pragmatik' diye nitelendirip, askerî çevrelerde ‘buz savaşçı' olarak adlandırılan Başbuğ'un hükümete tesir etmede etkin olması bekleniyor, yorumu da gerçekleşmemiş oluyordu böylece.
Başbuğ dönemindeki olaylar listesi uzatılabilirdi. Pek çok hadise ile ilgili iddialar ortaya saçılmıştı. Sanki birileri bizlerle alay ediyordu. Teröristler çoban, çobanlar terörist zannediliyor, istihbaratlar dikkate alınmıyor, Başbuğ ise Karargâh'tan dışarıya bilgi sızdıranların peşine düşüyor, olmadı arkasına kuvvet komutanlarını alıp ‘mütareke basını' diye itham ettiği medya ve
halka ‘
parmak' sallayarak tehditler savuruyor, Trabzon'da,
mesaj verme kaygısıyla seçtiği
Oruç Reis Kruvazörü'nde yaptığı konuşmayla gündem oluyordu. Ama artık halk sorumluların
hesap vermesini istiyordu.
Felsefeye düşkün, disiplinli, sert mizaçlı, The Guardian'a göre ‘anti İslamcı' bir komutan şeklinde değerlendirilen Başbuğ, baş döndürücü onca gelişme karşısında sinirlerine hâkim olamamıştı ve bunu da açıkça belli ediyordu artık: “Yeter yahu! Sabrımız taştı diyoruz.” Başbuğ,
Balyoz Darbe Planı'nda yer alan cami
bombalama iddiaları ortaya ilk çıktığında da sert tepki vermişti: “
Allah, Allah diye askerine hücum ettiren, taarruz eden bir ordu, nasıl Allah'ın evi camiye bomba atmayı düşünür. Vicdansızlıktır. Lanetliyorum bunları. (…) Ya böyle bir ordu, böyle bir ordunun kişileri çıkacak, Allah'ın evi camilere bomba atacak, oradaki dinî ibadetini yapan kişilere şey yapacak. Lanetliyorum. Yine bu ordunun kişileri çıkacak kendi uçağını vs. bilmem ne yapacak. Lanetliyorum. Türk ordusunun da bir sabrı var. Bu asker şimdi bölgede elinde silah yine bekliyor bu ülkeyi bizim için. Siz bu ordunun tümünü nasıl böyle itham e
dersiniz? Hiç mi vicdanınız yok, yapanlara söylüyorum.”
Evet, kimse ordunun tümünü itham etmiyordu; işte Balyoz'dan yargılananları kastediyordu.
Nasıl
Mustafa Kemal, Kazım
Karabekir, Fevzi Çakmak gibi
paşalar başarıları ile tarihe geçtiyse başarısızlıklar da ilgili komutanların hanesine yazılıyordu. Başbuğ, “Kimse TSK'yı dünyanın başka ordularıyla mukayese yapma gibi bir hataya düşmesin. Biz ne
Güney Amerika'nın, ne Kafkaslardaki bilmem ne ülkesinin ordusuyuz. Böyle bir hataya kimsenin düşmemesini özellikle rica ediyorum.” tehdidini de savurduktan sonra ‘bu sorunların kendi sorumluluğunda' bulunduğunun da bilincinde olduğunu yineliyordu.
Altındakilere Balyoz konusunda sabırlı olmayı salık veren Başbuğ, olayın sıcak olduğu günlerde
Ertuğrul Özkök'ün “Ya belge sahte çıkarsa?” sorusunu da şu şekilde cevaplıyordu: “Ne yapacağımızı hep birlikte göreceğiz. Bütün Türkiye görecek.” Başbuğ, askerin moralini bozan herkesle savaşacağını ilan ediyordu haklı olarak. Ama düşünmediği, askerin moralini kimin bozduğuydu belki de!
Bütün bu olaylar Başbuğ'un özellikle son yılını heba etmişti. Genelkurmay başkanı olarak ideallerini yerine getirecek zamanı bu işlere harcamış, bunu da Ercan Çitlioğlu'na ‘Bir yılımı çaldılar' diyerek dert yanmıştı. Bundan dolayı Başbuğ için ‘Nereden girdik bu işe?' dercesine, espri de olsa şafak
defteri tuttuğu yorumları yapanlar bile çıkıyordu.
Göreve geldiğinde Genelkurmay'ın medya ile
iletişim daire başkanının rütbesini kurmay albaylıktan tuğgeneralliğe yükselten, yine başkanlığı süresince kendisinden başka kuvvet komutanlarının konuşmasına izin vermeyen Başbuğ, Amberin Zaman'ın edindiği bilgilere göre ‘Özel sohbetlerde Türkiye'nin hızla değiştiğini, Türk toplumunun artık daha sorgulayıcı, daha bilinçli olduğunu teslim ediyor. TSK'nın da değişime ayak uydurması gerektiğini vurguluyordu.'
Konuşmalarında “Silahlı Kuvvetler olarak; biz demokrasiye, demokratik rejime, hukuk devletine bağlıyız ve saygılıyız” diyen, “TSK bünyesinde bundan farklı düşüncede olan kimsenin barınamayacağını” söyleyen Başbuğ'un, bu konuda sözlerine sadık kalıp kalmadığını en iyi kamuoyu değerlendirecekti. Hem
Washington Post'un yazdığı gibi ‘Dünyada her devletin bir ordusu vardır. Türkiye'de ise ordunun bir devleti vardır.' geleneğinden gelindiğini de hatırlatmakta fayda vardı. Daha 10–15 yıl önce, zamanın başbakanına küfreden ve
terfi alan komutanların varlığını da unutmamak gerekiyordu.
1957 senesinde Kuleli
Askerî Lisesi'ne girmesiyle üniformalı hayatı başlayan Başbuğ, 27
Mayıs 1960 darbesini burada yaşamıştı. Aynı yılın ekim ayında Kara
Harp Okulu'na girip iki yıl sonra
mezun oldu. Ardından
Tuzla Piyade Okulu'ndaki temel kursu dereceyle bitirdiği için yer seçme imkânı elde etti. Annesinden uzaklaşmak istemediği için ilk kıt'a görevini, o zaman
Kartal'a bağlı Maltepe'deki 2. Zırhlı Tugay'da yapmaya başladı. 27 Ağustos 2010'da görevini Işık Koşaner'e devrederek üniformasız hayata adım atacak Başbuğ'un, ilk kıta görevi aldığı 1962'den,
Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nı bıraktığı 2008 yılları arasındaki sürece kadarki 46 yılını ayrı, son iki yıldaki
Genelkurmay Başkanlığı dönemini ayrı değerlendirmek mümkündü.
Kürt meselesinin sadece silahla çözülemeyeceğini dile getiren İlker Başbuğ, aslında
Makedonya Manastırlı bir aileye mensuptu. Annesi Makbule Hanım, Manastırlı olmasına rağmen
Afyon'da doğmuştu. İl özel idaresinde çalışmış Süleyman Bey ise Manastır'da dünyaya gelmiş, sonra sırasıyla
İzmir ve Afyon'a yerleşmişti ailece. Süleyman Bey, Makbule Hanım'la ikinci evliliğini yapmış, İlker, 29
Nisan 1943 tarihinde dünyaya gelmişti.
Cumhuriyet İlkokulu'nda okumaya başlayan İlker, o sırada
babasını kaybetti. Makbule Hanım da, baba ocağına dönmeyi yeğledi. İlker de 27 Ağustos İlkokulu'na geçti ve buradan mezun oldu. Sonrasında cumhurbaşkanları Süleyman
Demirel ve
Ahmet Necdet Sezer ile eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'nın da mezun olduğu Afyon Lisesi'nin orta kısmına devam etti. 1955 senesinde ise anneannesi
vefat ettiği için dedesi Hasan Bey de İstanbul'daki çocuklarının yanına taşınma kararı aldı. Böylece İlker ve ailesi, heykeltıraş Rahmi Artemiz ile evli Belkıs teyzesinin yanına, Kuzguncuk'a yerleşti. Onlar için yeni bir hayat başlamıştı. Üsküdar'daki Fıstıkağacı Okulu'na devam etti. 1957'de ise hayatının seyrini değiştirecek kararı verdi. Kuleli
Askerî Lisesi imtihanına girdi ve kazandı. Diğer dayısı Muammer Eröz de tabip albaylıktan emekli olan İlker, 1963–1966 yılları arasında Kartal Maltepe'de görev yaptı. Sonrasında sıra şark görevine gelmişti.
Iğdır Suveren'deki 5. Hudut Taburu'na atandı. Burada iki yıl bulunduktan sonra Üsteğmen Başbuğ, hayatını, kimlikteki ismi Sevim olan Sevil Hanım'la birleştirdi. Sevil Hanım da Rizeli subay bir baba ile Artvinli bir annenin kızıydı.
Evlenip 1968'de
Cumhurbaşkanlığı Muhafız
Alayı'nda görev alan Başbuğ, 71 yılında
Harp Akademileri sınavını kazandı. Başbuğ ailesini 12
Mart 1971'in karışık siyasi ortamında, temmuz ayında sevindiren gelişme ise kızları Feride'nin dünyaya gelmesi oldu. Bu arada Harp Akademileri'ni birincilikle bitirip ödülünü Cumhurbaşkanı Fahri Korütürk'ten alan Başbuğ, görev başı eğitimi için Genelkurmay Başkanlığı'na gönderildi. Burada Genel Harekât Dairesi'ndeki Plan ve Prensipler Şubesi'nde kurmay yüzbaşı olarak görev yaptı.
Kıbrıs Barış Harekâtı'nın tüm planlanmasının koordinasyonu buradan yapılıyordu. Sıkça arzlara çıktığı için de komuta kademesince tanınan birisi olmuştu. Hatta ona takılanlar bile oluyordu: “Bu yüzbaşı keşke albay olsa idi, generalliğe terfii garanti olurdu.” O dönem Plan Harekât Daire Başkanı
Tümgeneral Necip Torumtay,
Harekat Başkanları ise Korgeneral
Haydar Saltık'tı. Hatta Saltık, Kıbrıs Harekâtı'ndan sonra onu bir aylığına, yerinde inceleme yapması için Kıbrıs'a göndermişti.
Başbuğ, bu dönemde çok istediği bir şeyi daha yaptı. Harp Akademileri'nde öğretmenliğe başladı. Ve 1975'ten 81'e kadar ders verdi.
İlker Başbuğ,
12 Eylül 1980 darbesinin yaklaştığı süreçte bir yıllığına önce
İngiliz Kraliyet Akademisi'ne gitti. Ardından NATO Savunma Koleji eğitimi ve
İngilizce kursuna ayrıldı. Türkiye'ye döndükten 25 gün sonra da Kenan
Evren yönetime el koymuştu. 12 Eylül'den bahsederken ‘darbe' sözcüğünü kullanmayan Başbuğ, ilk
yurt dışı görevine,
Belçika'da NATO Karargâhı'na gönderilmişti. Buradaki görevi istihbarattı.
1982 yılında, Vakit Gazetesi'nde PKK zanlısı birisi ile fotoğrafları yayımlanan oğlu Murat dünyaya geldi.
Başbuğ, Türkiye'ye 1984 yılında döndü.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nda Savunma
Araştırma Şube Müdürlüğü görevine getirilmişti bu sefer. Burada Kara Kuvvetleri'nin
modernizasyon projeleri gerçekleştiriliyordu.
1987 yılında da kıta görevine çıktı.
Kars/Göle'de 247. Piyade Alayı'nın komutanıydı artık. Bu alay komutanlığı süreci de daha sonra Başbuğ'un unutamayacakları arasındaydı. 1989 yılında ise tuğgeneralliğe terfi edecekti.
Ardından 1993 senesinde
Hurşit Tolon'la birlikte tümgeneralliğe, 28 Şubat'ın yaşandığı 1997'de
korgeneralliğe, 2002'de de orgeneralliğe terfi ederek Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanlığı'na getirildi. General olduktan sonra
Avrupa Müttefik Kuvvetler Yüksek Karargâhı'nda Lojistik ve Enformasyon Daire Başkanlığı ile yine Belçika/Mans'ta Millî Askerî Temsil Heyeti (NMR) Başkanlığı'nda bulundu.
Bundan sonra sırasıyla Genelkurmay İkinci Başkanı, 2005-2006'da
1. Ordu Komutanı ve ardından da
Kara Kuvvetleri Komutanı olan Başbuğ, 1995 yılında PKK'ya karşı 35 bin asker ve 10 bin
korucu ile gerçekleştirilen Çelik 1 operasyonunda ön saftaydı. 1993'te Lice'de gerçekleştirilen operasyonda da Korgeneral Hasan Kundakçı ile birlikteydi.
Balyoz belgelerinde, hakkında yapılan fişlemede ‘
Aytaç (Yalman) Paşa ile birlikte hareket eder' notu düşülen Genelkurmay Başkanı, Kara Kuvvetleri Komutanı iken ortaya attığı profesyonel ordu fikri konusuna bir daha hiç girmedi.
Hayatında,
büyükelçi Gündüz Aktan'ın önemli bir yeri olacak ki askerî çevresi dışında zor anlarında yardımını hissettiği kişi olarak onun ismini zikreden Başbuğ, henüz 1. Ordu Komutanı iken de Büyük Kulüp'e üye olmuştu.
‘Bir ülkenin coğrafyasının o ülkenin kaderi' olduğunu söyleyen Napolyon gibi, TSK'nın
tayin terfi sistemi de Türkiye'nin kaderiydi. Zira, bu ülkede, TSK'nın yıllar sonraki kadrosu da yıllar öncesinden belirlenir, sapmaya uğramazdı. En azından şimdiye kadar öyle olmuştu.
Cengiz Çandar'ın bir yazısında sorduğu bir soruyla bitirelim isterseniz: “Acaba yıllar sonra İlker Başbuğ'dan da, Hilmi Özkök'ten bugün söz ettiğimiz gibi söz edebilecek miyiz?”