Ve biz ademoğulları, havva kızları Esmâ-yı İlahiye'nin cilvelerini bütün güzellikleriyle nazara veren kâinata yazık etmiyor muyuz?
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'un fethinden sonra Şehremini Hızır Bey'i yanına alarak sık sık şehri dolaşır. İstanbul'u seyri esnasında bir bahçıvanın topladığı ayrık otlarını küfelerle
denize döktüğünü görür.
Atını o tarafa sürer ve bahçıvana gürler: "Bu ne günah iştir efendi. Derya kimindir ki bu zebile feda e
dersiniz?" Beti benzi atan bahçıvan, denizin Sultan Fatih'e ait olduğunu söyler, sonra af dileyerek "Bu derya önce Cenab-ı Hakk'ın, sonra siz efendimizindir." der.
Sultan Mehmet, "Bak efendi. Bu derya önce Cenab-ı Hakk'ın, sonra da Devlet-i Âliye'nindir. Bu zebili deryaya dökmekle, devletin malına halel getirdiğini fark etmez misin?" diye sorar.
Sonrasında Hızır Bey'e dönerek çevreyle ilgili bir ferman çıkarmasını emreder. Erozyonu engellemek adına yamaçların ağaçlandırılmasını
teşvik eden ve Kâğıthane Deresi havzasında
hayvan otlatılmasını, bina yapılmasını,
tarla açılmasını yasaklayan bir buyruk yayınlanır.
Haliç tabanından alüvyon
toprak alarak seramik yapan ustalar da denizdeki birikintiyi dolaylı olarak önlemeleri sebebiyle vergiden muaf tutulur. Dünyanın ilk çevre
yönetim projesi sayılan bu ferman, ecdadın çevre hassasiyetini gösterir nitelikte.
Ama bizler ne yazık ki hâlâ denize çöp döken bahçıvan misaliyiz. Başkalarının hakkına gireceğini düşünmeden yere çöp atan, olur olmadık şekilde yollara tüküren,
vapur seyahati sırasında artığını denize savuranlara sıkı sık rastlıyoruz.
Nitekim çöp kovası yanı başımızda olsa bile çitlediğimiz çekirdeğin kabuğunu yere atmak, sakızı yere tükürmek daha cazip geliyor! Elimizdeki su şişesini eğip bükerek top yapmak ise az sonra sokağa atacağımız çöp ebatını küçültmekten başka anlam ifade etmiyor.
Zaten çöp kovalarının da içinden ziyade dipleri dolu.
Sergilediğimiz bu tavır, çevre kirliliğinin etkisini kısa vadede ve doğrudan görmememizden kaynaklanıyor. Nasıl insan
hasta olmadan sağlığının kıymetini bilmiyorsa aynı durum çevre için de geçerli. Biz de içtiğimiz su, soluduğumuz hava, yaşadığımız çevre tahrip olmadan kıymetini bileceğe benzemiyoruz.
Fatih Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölüm Başkan Vekili Yrd. Doç. Dr. Sami Gören de bu konuda kadirşinas olmadığımızı düşünüyor ve
Türkiye'de çevre bilincinin yeni yeni uyandığına işaret ediyor.
Ona göre bu durum
ülkenin sanayisi ve ekonomisiyle ilgili. Şöyle ki; insan nüfusunun ve ihtiyaçlarının artmasıyla birlikte sanayi de gelişiyor. Endüstrideki ilerleme, iktisadî
kalkınma adına sevindirici bir durum teşkil etse de bu sırada
hammadde ve
doğal kaynaklar sınırsızca tüketildiği için doğa
darbe alıyor.
Üretim faaliyetlerinden dolayı atıklar da havayı, suyu, toprağı kirleterek
doğal döngüye zarar veriyor.
Sanayileşmiş ülkelerde
halk bu sıkıntıyı çok önceden yaşadığı için bilinç seviyesi nispeten yüksek.
Sanayisi gelişmemiş ülkelerde doğal tahribat az olduğu veya gün yüzüne çıkmadığı için halk, çevre kirliliğinin neticesi olan sorunlarla henüz karşı karşıya değil. Dolayısıyla bu noktada bilinç geliştirmiyor. Türkiye ise bu sürecin tam ortasında. Hızla gelişen ekonomisinin yanı sıra ülkedeki sanayileşme de büyümüş durumda.
Bu sebeple ülkemiz, kirlenen hava, sakıncalı su kaynakları, sağlıksız gıdalar, çoğalan çöpler, sınırlı doğal kaynaklar gibi çeşitli sorunlarla yeni karşılaşmaya başlıyor. Özellikle sağlığı tehdit eden konular gündeme geldikçe vatandaşın çevre duyarlılığı artıyor. Örneğin geçtiğimiz dönemde genetiği değiştirilmiş ürünler (GDO) ile ilgili tartışmalar ekranlara yansıdıkça 'yediklerimiz sağlıklı mı?' sorusu zihinlere hücum etti.
Kuş,
domuz gribi d
erken 'Doğaya neler oluyor?' dendi. 'Yediklerimiz
kanser yapıyor' haberleri ise hâlâ manşetleri süslüyor. Dünya ısınıyor, karbondioksit oranı artıyor,
buzullar eriyor,
deniz seviyesi yükseliyor, göller küçülüyor, kurak dönemler uzuyor. Gelmek bilmeyen kış, gitmek bilmeyen yaz, geciken sonbahar derken bitkiler erken
çiçek açıyor, göç dönemleri değişiyor. Yetişkin bir insanın hayatı boyunca ağırlığının 600 katı çöp üretmesi bu değişimlerde etkili midir derseniz cevabı hazır.
Zira 2007 yılı
Birleşmiş Milletler
İklim Raporu'nda da küresel ısınmanın son elli yılda yüzde 90 oranında insan eliyle meydana getirildiği belirtildi. Geleceğe dair tespitler ise daha da ilgi
çekici: 2100'e kadar sıcaklık 1,8-4 derece artacak, okyanuslardaki
su seviyesi 59 cm'e kadar yükselecek.
1960'lardaki kirlenme ise buzulların yüzde 20'sini eritmişti, bugünkü kirlenme 2070'te dünyayı buzulsuz bırakacak, küresel çölleşme olacak. Bu durum tarıma da yansıyacak, salgın hastalıklar görülecek.
Doğa Derneği Başkanı
Güven Eken de finansal krizlere karşı
tedbir alındığını ancak bu tip
ekolojik krizlerin gözden kaçırıldığını ve artık yaşamı tehdit eder düzeye geldiğini söylüyor.
Sağlıksız sanayileşme doğayı tahrip ediyor, çöp dağları toprağın damarlarına sızarak yer altı sularını kirletiyor. Her yıl yedi milyar kilo çöp denize atılıyor, 27 milyon yağmur ormanı haritadan siliniyor. Ozon tabakasının yüzde 5'i kloroflorokarbon gazları tarafından yok edildi bile.
Üstelik ozondaki yüzde 1'lik incelme 50 bin yeni
deri kanseri anlamını taşıyor. Eken, işin ciddiyetine The
World Watch Enstitüsü'nün "Dünya'nın Durumu Raporu"ndan örnek veriyor. Bu rapora göre herkes ABD standartlarında yaşıyor olsa insanlığa 4,5
gezegen,
Avrupa standardında yaşasa üç, Türkiye standardında yaşasa 1,7 gezegen gerekiyor. Bu arada 200 yılda 1,5 milyardan 6,5 milyara çıkan dünya nüfusunun 40 yıl sonra 9 milyar olması öngörülüyor.
Nüfusun bu artışına karşın dünyamızın su kaynaklarının ve tarım arazilerinin hızla azaldığı ve her 13 dakikada bir canlının yok olup yeryüzünü sonsuza kadar terk ettiği düşünüldüğünde tablo ürkütücü. İnsan tüm bu tespitleri duyduğu anda ister istemez gelecek kaygısı zirve yapıyor. Ama ümitsizlik lügatimizde olmadığına göre bu senaryoların akışını değiştirmek insanoğlunun elinde. Nasıl mı?
BASİT ÇÖZÜMLERLE BÜYÜK KATKI SAĞLAYABİLİRİZ
Yapılacaklar listesinin başında çöpleri ayrıştırmak geliyor. Gazete, kâğıt ve kartonları ayrı, cam ve plastikleri ayrı ayrı biriktirip atmak, kızartma yağlarını lavaboya dökmekten kaçınmak, biten pilleri
geri dönüşüme yönlendirmek,
naylon poşet kullanımını azaltmak ve tercihen atık toplama merkezlerine ulaştırmak, en temel katkılar.
Nitekim Çevre ve
Orman Bakanlığı da bir süre önce bu konuda kolları sıvadı. Pek çok yerde atık pil kutuları bulunuyor.
Plastik poşete karşı çeşitli kampanyalar düzenleniyor. Bazı belediyeler çöpleri kategorize ediyor.
Çevre mühendisi Sami Gören de naylon ve ambalaj atıklarının normal çöp gibi mutfak ve
yiyecek atıklarıyla birlikte atılmamasını öneriyor. Çünkü basit gördüğümüz çöpler ülke ekonomisine biz fark etmesek bile büyük katkı sağlıyor. Çöpün bertaraf edilmesi hem ayrıştırma masrafını etkiliyor hem de geri dönüşüm sayesinde hammadde sağlayarak doğal kaynakları koruyor.
Nasıl kişinin sağlığını korumak, onu hastalandıktan sonra
tedavi etmekten çok daha
ucuz ve basit bir işlem. Çevreyi kirletmeden önce korumak da özünde aynı amacı taşıyor. Dolayısıyla 'ufacık pili yere atsam ne olur' deyip geçmemek gerekiyor.
Çünkü attığımız pilin içerisindeki kimyasalların toprağa karışması, yer altı sularının o kimyasallarla kirlenmesi anlamına geliyor ve bu olumsuz süreç 15 yıl boyunca devam ediyor. Pilleri biriktirip toplama noktalarına götürmekse doğal kaynakların verimli kullanılmasına yardımcı oluyor. Aynı durum 35 yıldır her alanda kullandığımız
naylon poşetler için de geçerli. Bu poşetler, sıcakla birlikte gıdalara cıva, kurşun gibi
kanserojen madde salıyor.
Bu sebeple birçok ülkede kullanımı yasaklanmış durumda. Türkiye'de
üretimine ve tüketimine ilişkin yasal bir
düzenleme ise bulunmuyor. Ancak bazı belediyeler Avrupa'daki uygulamaları kendi
bölgelerinde hayata geçirip, bölge halkına
pazar torbaları dağıtıyor.
Belediyeler yalnızca bu alanda değil çöp ayrıştırması konusunda da dünyadaki uygulamaları benimsiyor. Bize düşen vazife sadece evdeki çöpleri ayrıştırmaya dikkat etmek. Örneğin kızartma yaptıktan sonra yağları lavaboya boca etmemek.
Zira kullanılmış bitkisel atık yağlar evsel
atık su kirliliğinin yüzde 25'ini oluşturuyor. Hatta bir litre atık yağ, bir milyon litre içme suyunu kirletiyor. Daha az enerji sarf eden ampuller kullanmak, çamaşırları az deterjanla ve düşük ısıda yıkamak, bulaşık yıkarken suyu dikkatli harcamak da "Bunlarla mı dünyayı kurtaracağız?" demeden evde yapabileceğimiz çevreci uygulamalardan birkaçı. Zira yaşanabilir bir dünya için geleceğe yapılacak en büyük yatırım bu
küçük adımlardan geçiyor.
ALLAH'IN KUDDÜS İSMİNE KULAK VERELİM
Atmosferin, denizin, ormanların, toprakların tükenmez olduğunu zannederek doymak bilmeyen isteklerimizi karşılamak için havayı, suyu, toprağı zehirle yoğurmaktan kaçınmıyoruz.
Gelecek nesillere nasıl bir
miras bırakacağımızı
hesap etmeden ve mümin ufkundaki çevre anlayışını gözetmeden hoyratça davranıyoruz. Hâlbuki kâinat, Yaratıcısını gösteren bir kitap hükmünde ve buradaki her şey birbiriyle ilintili.
Mesela
Amazon ormanlarındaki bir kelebeğin kanat çırpışı bile binlerce kilometre ötedeki bir bölgenin hava durumunu etkiliyor. Yani evrende her şey bir ekolojik düzen ve etkileşim içerisinde.
Sakarya Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi Dr. Vehbi Karakaş da Kur'an-ı Kerim'in haddizatında bir çevre nizamnamesi olduğunu vurguluyor.
Karakaş'a göre "Sakın yeryüzündeki düzeni bozma çünkü
Allah bozgunculuk yapanları sevmez." (Kasas 77) ayeti çevre konusunda insana düşen payı gösteriyor. Nitekim dünya, Esma-yı İlâhiye'ye
bakan yanıyla takdir edilecek bir sergi niteliğinde ve kâinat, tıpkı Kur'an gibi Allah'ı tanıtıyor. Dolayısıyla bu aynaya gölge düşürmemek müminin görevi.
Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bu aynayı her daim
temiz, pâk tutuyor. Medine'yi ağaçlandırması, yeşil alanları ve hayvanları koruma altına alması, kuşların yuvalarını bozmamak için ordunun güzergâhını değiştirmesi günümüz insanına da ders veriyor.
Efendimiz, Allah'ın kullarına emanet ettiği yeryüzüne sahip çıkarak adeta mümin ufkundaki çevre yaklaşımını izah ediyor. Allah'ın Kuddûs ismine de mazhar oluyor. Çevreyi, evreni ve tüm varlıkları temizleyen, güzelleştiren anlamına gelen Kuddûs isminin cilvesi, hem Allah'ın varlığını hem de kâinatın tek elden yönetildiğini gösteriyor.
Nitekim Üstad
Bediüzzaman, Lemalar adlı eserinde Kuddûs ismini mütalaa ederken kâinattaki dengeye ve temizliğe dikkat çekiyor. Bulutların, yağmurun, sineklerin, kurtların, karıncaların, vücuttaki al ve akyuvarların hepsinin bu isme mazhar hareket ettiklerini anlatıyor. Fabrikanın sahibi olan Allah'ın bu koca fabrikayı küçük bir oda gibi süpürttüğüne temas ediyor.
İşte insan çevreyi Allah'ın isimlerinin tecelli ettiği yer olarak benimseyip bu bakış açısını kazanıp da yaratılanları O'ndan (cc) ötürü severse, çöplerini yere atarken bir kez daha düşünür.