Kendine has esprileriyle iki üç yıldır bir fenomene dönüşen
Şahan Gökbakar, işin sırrını şöyle açıklıyor: “İnsanlar bir maskeye sığınmış aslında. Benim yaptığım, maskeleri indirip dışa vurmak.”
‘Zıpın’, ‘Zoka’, ‘Dikkat Şahan Çıkabilir’, ‘Kime Diyorum Ben’ derken Şahan Gökbakar, iki üç yıldır hayatımızın vazgeçilmezleri arasına girdi. Sade suya tirit işler yapıyormuş gibi gözükse de aslında ağlanacak halimize güldürüyordu bizi. Kimi zaman ekranlardaki
tartışma programlarının düzeysizliğinden dem vuruyor kimi zaman yarışmaların seviyesizliğinden ya da gelin kaynana rekabetinden feyz alıyor, kimi zaman da dizilerin tekrara binen konularından besleniyordu ve bunları bir skeçe dönüştürerek televizyon dünyasını hicvediyordu. Bu anti-medya şovların
seyirci nezdinde rağbet görmemesi düşünülemezdi. Çünkü
reyting hesaplarına hapsolmuş televizyon yayıncılığı çoktandır zaten seyirinin gözünde pek bir şey ifade etmiyordu.
Şahan Gökbakar, çok yakında televizyon dünyasının dışına çıkacak. Hem de televizyonda doğan Recep
İvedik (aynı zamanda filme de adını veriyor) sayesinde. 15
Şubat’ta gösterime girecek filmi yine kardeşi Togan Gökbakar yönetiyor. Çok yakında Uğur
Yücel’in de içinde bulunduğu bir doğaçlama sit-com’la beyazperdede görünecek. Haftada bir sinemaya gidecek kadar sinema meraklısı olan Şahan Gökbakar, ‘iyi’ olarak anılan filmlerde oynamak gibi bir tasası olduğunu söylüyor.
Televizyonda olduğu gibi başarılı olacak mı bunu zaman gösterecek. Ama öncesinde biz ‘muzır adam’ın dünyasına kendi kılavuzluğunda bir göz gezdirelim istedik...
Sizce bir skeç karakteri filmi tek başına sırtlayabilir mi?
Birçok insanın böyle bir tereddüdü vardı. Ama açıkçası benim kafamda en ufak bir soru işareti yok bununla ilgili. Çünkü Serkan’la (Altuniğne)
senaryoyu yazarken şu anda çekilen filmi izliyordum. O tereddütleri de insanlara anlata anlata giderdim.
Peki onca tipleme arasından Recep İvedik’i seçme sebebiniz nedir?
Beni izleyen insanların aklına ilk gelen tiptir Recep İvedik. Dobra bir insan olmasından dolayı bu kadar sevildiğini düşünüyorum. İnsanların hep yapmak istediği; fakat toplumsal kurallar nedeniyle bastırdığı davranışları sergiliyor. Mesela birisinden hoşlanmıyorsa gidip yüzüne "Hoşlanmıyorum senden." diyor.
Bu tür filmlerde komedi unsurları ya ortalama bir düzeye seslenir ya da seyircinin katılımını sağlamak için zekice esprilere sırtını dayar. Siz ne yaptınız?
Recep İvedik, zaten içimizden biri gibi. Onun kendi yapısı ve hayata bakışı var. Dolayısıyla onun, olaylar ve durumlar karşısında vereceği tepkilerin peşine düştük.
Filmin yönetmeni kardeşiniz Togan Gökbakar. ‘Gen’de de birlikte çalıştınız. Bu beraberlik neler getirdi?
Çekimler başlamadan önce abi-kardeş ilişkisini sete taşımama kararı almıştım. Sette Togan’a hep ‘Hocam’ diye hitap ettim. Avantajlarına gelince; bir kere beni çok iyi tanıyor. Çekimler sırasında olumlu müdahalelerde bulundu. Özellikle doğaçlama yapmam konusunda cesaretlendirdi. Togan’la yaptığım işler, mutfağa girip beraber kek yapmak gibi bir şey. Başka yönetmenlerle çalışırsam kekin içerisinde bir malzeme olacağımın farkındayım. Dolayısıyla Togan’la çalıştığım zaman daha rahat oluyorum. Açıkçası motive olmadığım zaman pek benden performans elde edemezsiniz. Biraz
Hakan Şükür gibiyim.
Sinemada nasıl bir yol çizmeyi düşünüyorsunuz?
İleride DVD’lerine bakıldığı zaman hep iyi olarak anılan filmler içerisinde yer almak istiyorum. İşin mutfağında olursam daha faydalı olacağım kanısındayım. Bugüne kadar birçok film için
teklif aldım. Ve o filmleri daha sonra sinemada izledim. Açıkçası o filmlerde olmadığım için de mutluyum. Ama beni eğlendiren bir senaryo gelirse ona da hayır demem.
Bir seyirci olarak sinemayla aranız nasıl?
Ortaokul yıllarında başladım sinemaya gitmeye. Hâlâ da her hafta sinemaya gitmeye çalışırım. DVD’ler çıktığından beri de koleksiyon oluşturma niyetiyle bol bol film alıyorum.
Ne tür filmler hoşunuza gidiyor?
Bu konuda Togan’ın önerilerini dikkate alırım. Genelde de zevklerimiz ortaktır. Mesela ‘Baba’, ‘Dövüş Kulübü’, ‘Sıkı Dostlar’, ‘Amelie’, ‘Teenabum Ailesi’ gibi filmleri bayıla bayıla izlemişizdir. Her türlü filmi izlerim; ama sanat filmlerine dayanamıyorum.
Cannes ödülü almış filmleri sevmem mesela.
Aslında mekteplisiniz, Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi Tiyatro Bölümü’nden mezunsunuz. Ama sizi, televizyonda yaptığınız programlarla tanıdık.
Çocukluğumda hep enerjik ve
komiktim. Biraz büyüyünce
masa başı işlerden keyif almayacağımı fark ettim ve komşumuz Gülseren Gül
Tunca’nın da etkisiyle ‘Acaba tiyatro mu okusam?’ sorusu düştü aklıma. Sınava girdim ve serüven böyle başladı.
Okuldayken arkadaşlarıma "Kendi şovumu yapacağım." diyordum. Okul bitince de
İstanbul’a geldim, reklam seçmelerine katıldım. Hepsi ‘Biz sizi ararız’ dedi; ama hâlâ arayacaklar.
Peki televizyon programı fikri nasıl gelişti?
Baktım kimse beni aramıyor, bir program yapayım diye düşündüm. Zıbın diye bir program hazırladım. Birkaç yerle görüştüm, olmadı. TV8’de çalışmaya başladım, bir ara da Zıbın’ın bir bölümünü hazırladım. 2004
yılbaşı gecesi yayımlandı.
Program beğenilmedi, beni işten attılar. Ben de TRT’de bir şeyler yaptım. Orada da yaptıklarım beğenilmedi. Hatta o dönem bazı televizyon eleştirmenleri çok yeteneksiz olduğumu yazdılar. Sonra Zoka diye bir program yaptım TV8’e. Aslında var olan bir programdı Zoka. İlk 13 bölüm yayınlanmıştı. İkinci 13 bölümü benimle yaptılar. Beş altı hafta geçince yıldızım parladı. Aynı eleştirmenler bu sefer ne kadar yetenekli olduğumu yazıyordu.
İlk programlarınız gerçekten kötü müydü, yoksa anlaşılamamış mıydı?
Zıbın için anlaşılamadı diyebilirim; ama diğerleri başarısız programlardı. Çünkü Zıbın’da yapmak istediğimi daha sonra ‘Dikkat Şahan Çıkabilir’ programında yaptım.
Temel olarak yaptığınız şov programlarında televizyon dünyasını hicvediyorsunuz. Bu anti-medya eleştirisi fikri nasıl gelişti?
Günde 10-12 saat televizyon izleyen bir insanım. Annem çalışıyordu, bize "Eve gidince televizyon izleyin." diyordu. Yoksa evi yakabilirdik! Aklım ermeye başlayınca televizyondaki saçma şeylere "Bu ne ya..." demeye başladım. Sonra, o saçmalıkları arkadaşlarıma oynar oldum. Sonra da bu birikimi bir televizyon projesi haline getirip anti-medya şova dönüştürdüm.
TV8, ATV ve NTV’de programlar yaptınız; ama NTV’deki programınız beklenen ilgiyi görmedi, bunu neye bağlıyorsunuz?
Televizyonun garip bir hali var. Hep bir önce yaptığınız iş daha iyi oluyor. Yani öyle geliyor insanlara. Mesela TV8’den ATV’ye geçince insanlar "TV8’deki programların daha iyi" dedi. NTV’ye geçince ATV’deki programlar kıymete bindi. Çünkü
Türkiye’deki seyirciler televizyonda yeniliğe açık değil. Hep aynı şeyleri yapsanız, biri de çıkıp kendini tekrarlıyor demez. Mesela Esra
Ceyhan’ın programı 11 yıldır devam ediyormuş. 11 yıl önce ben 16 yaşındaydım. 11 yıl içerisinde o kadar şey değişti; ama Esra Ceyhan’ın dekoru bile değişmedi. Ben mesela ‘Dikkat Şahan Çıkabilir’i bıraktım. Oysa 10 yıl daha yapabilirim. Çünkü sıkıldım.
Sizin konumunuzda olmak için çaba harcayan onlarca insan var. Elbette yaptığınız işlerin etkisi büyük bunda; ama farklı olarak insanlar ne buldu sizde ve mizahınızda?
Ben kendi yaşamımdan yola çıkarak garip bir bakış açısı elde ettim. Bunu ‘birbirimizi kandırmayalım’ cümlesiyle özetleyebilirim. Bu bakış açısı bana acayip bir komedi çıkartıyor. İnsanlar bir maskeye sığınmış aslında. Benim yaptığım, maskeleri indirip dışa vurmak. O zaman çok komik mevzular yakalıyorum. Esas olarak televizyonda anti-medya şov yapmamın sebebi de budur. O kadar saçma şeyler oluyor ki televizyon dünyasında, bunu dışa vurunca insanlara komik geliyor işte. Üstelik bire bir onları
taklit ederek yapıyorum bunu. Mesela Acun Arazi diye bir skeç yapıyordum. Bire bir Acun’un programında kullandığı müziği, aynı
kamera açılarını, aynı metni kullanıyorum. Benim skeci izleyince insanlar gülüyor. Ayrıca cesur işler yaptığımı da düşünüyorum.
Uğur Dündar, Metin Aralot ile ilgili yaptığım programlar gerçekten çok cesurdu. Çünkü çok ağır şakaları içeriyordu.
Seyirci kitlenizle aranız nasıl? Herkese hitap ettiğinizi düşünüyor musun?
Ortaokul yıllarımda
Cem Yılmaz diye deliriyordum. Altı kere şovuna gittiğimi bilirim. Kulise girip
imza falan aldım. Çünkü o zamanlar onu bir lider gibi görüyorduk. Bizim gibi espri yapıyor, herkese laf atıyor, diğerlerinden farklı falan diyorduk. Benim seyirci kitlem de 12-25 yaş grubu insanlar ve benim ya da bizim kuşağın Cem Yılmaz’a gösterdiği bağlılığı şimdi bana gösteriyor. Onun için de çok mutluyum. Fakat bu bir sorumluluk da yüklüyor insana.
Erol Günaydın siyasi mizahın artık yapılmadığını söylüyor. Suya sabuna dokunmadan yapılan mizah daha mı ilgi çekiyor artık?
Eskiden siyasiler ya da
siyaset üzerine yapılan mizahta Türkiye biraz daha rahattı. İnsanlar espriye açıktı. Mesela Turgut
Özal mizahçılar için önemli bir malzemeydi. O da çok fazla önemsemez, kendisine yöneltilen eleştirilere olgunlukla karşılık verirdi.
Avrupa’daki siyasiler de öyleydi. Şu anda o kadar rahat değil durum. Mizah dergileri mahkemeye veriliyor. Televizyon yöneticileri daha temkinli. Dolayısıyla siyaset ya da siyasiler üzerine mizah yapmak istesen de yapamazsın zaten. Yani politik mizaha Türkiye şu an açık değil. Ayrıca ben kendi adıma konuşursam, politik mizah yapmayı pek
tercih eden biri değilim.
Yakında bir televizyon programı yapacağını öğrendik. Biraz bahseder misin?
Doğaçlama sit-com yapacağız
Uğur Yücel’le birlikte. Onun çalışmalarını yapıyoruz. Uğur Yücel, yönetmen rolünde. Settar Tanrıöğen, Hakan Bilgin, Yosi Mizrahi, Murat Akkoyunlu’dan oluşan bir kadro var. Şöyle ki herkesin kulağında
kulaklık var. Uğur Yücel birimize bir komut veriyor. Gidip yapıyoruz. Çok ilginç olacak doğrusu.
ZAMAN/CUMAERTESİ