Milli mücadelenin memleketi yeni bir geleceğe taşıyacağını biliyor, bunun için gece gündüz
nöbet tutuyorlardı.
Anadolu coğrafyası kadar zengin bu yapı muhafaza edilse bugün bambaşka olacaktı muhakkak.
90 yıl önce sıkıntılı bir cuma günü. Kalpaklı, sarıklı, üniformalı adamlar
Ankara'da,
Hacı Bayram-ı
Veli Türbesi önünde el açmış dua ediyor.
Osmanlı bakiyesi topraklar işgal altında.
Güney sınırında Fransızlar, Ege'nin bir kısmında İtalyanlar,
İzmir'de Yunanlar...
İstanbul başta İngilizler, bütün
ittifak ülkelerinin askerleriyle dolu. 20 yıldır aralıksız savaşan millet, takatsiz düşmüş. Payitaht bile kuşatılmış. Halk kendi kaderine terk edilmiş âdeta. Ya savaşacak ya müstemlekeye teslim olacak. Mücadele kararı alan bu adamlar, henüz ilan edilmemiş cumhuriyetin Birinci
Meclis'inin mebusları. Muvaffakiyet için milletin desteğine ve Allah'ın yardımına ihtiyaçları var...
Büyük
Millet Meclisi'nin ilk dönemi, iç içe geçmiş bir hikâyeler öbeği. Asra bedel üç yıl içinde, yeni ülkenin neredeyse her karışını kanla sulayan savaşlar yaşanıyor. Cihana meydan okuyan
Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden çekilirken, yerine egemenliği
halka verme iddiasındaki cumhuriyet kuruluyor. Memleketin felahı için gece gündüz aralıksız toplanan Meclis günün mücadelesini verirken yarını şekillendiriyor aslında. Hayatlarını ortaya koyarak çıktıkları bu maceralı yolculuğun ilk adımı, 89 yıldır bayramımız. Lakin işin hâkimiyet-i milliye kısmı unutulalı hayli oldu. 23
Nisan nicedir ilk
öğretim çocuklarını heyecanlandırıyor sadece.
Bir yandan
Kurtuluş Savaşı'nı yönetirken, öte yandan cumhuriyetin temellerini atan Birinci Meclis ve mebuslarının çok daha fazlasını hak ettiğini not edelim. Yakın tarihimizin bu en demokratik meclisinin asıl karakterini ve mücadelesini anlamak, hiç değilse ödenmesi gereken bir
vefa borcu. Fakat önce biraz geriye gitmek, II. Meşrutiyet'i hatırlamak gerekiyor.
1908'de kurulan ve 1909 anayasa değişiklikleriyle yeniden şekillenen Osmanlı meşrutiyeti; yasama, yürütme ve yargı üçlüsünden oluşan parlamenter
sistemdi. 1912-13
Balkan Savaşı'ndan hemen sonra İttihatçıların Bâb-ı Âli baskını ile meşrutiyet kâğıt üzerinde kalmış, gerçekte askerî diktatörlük kurulmuştu. O dönemin anayasa sistemi, iki kanatlı bir parlamento öngörüyordu. Halkın doğrudan seçtiği
vekillerin yer aldığı Meclis-i Mebusan ve
padişahın atadığı Meclis-i Ayan, yani
senato. 1918-19'un savaş şartlarında İttihatçılık gözden ve iktidardan düşünce hâkimiyetindeki meclis de feshedildi.
Anayasa gereği üç ay içinde
seçimlere gidilmesi, savaşı sona erdirecek anlaşmayı parlamentonun onaylaması gerekiyordu. 1919'da
Erzurum ve
Sivas'ta toplanan kongreler de açıkça parlamentonun toplanmasını ve hükûmetin atacağı imzanın denetlenmesini istiyordu. İstenen oldu, seçim gerçekleşti. Ancak İstanbul hükûmeti hiç istemediği hâlde taşrada duruma hâkim olan Müdafaa-i Hukuk
derneklerinin
adaylarıyla çalışmak zorunda kaldı. Büyük ölçüde İttihatçılardan oluşan mebuslarla hükûmet arasındaki gerilim tırmanırken, kırılma başkentin işgaliyle yaşandı.
İtilaf Devletleri'nin zabitleri, 16
Mart 1920'de
Londra'nın talimatı üzerine Kuvvay-ı Milliye'nin ileri gelenlerinden Sivas mebusları Rauf Bey (Orbay) ve Kara Vasıf'ı almak üzere Meclis kapısındaydı. Ertesi gün sıra
Edirne mebusları Mahmut ve
Şeref beylerle İstanbul Mebusu
Numan Efendi'deydi. Bunları başka tutuklamalar izledi. Meclis-i Mebusan'ın bu olaylar üzerine aldığı, 'Fiilî işgal, hukuki işgal hâline de dönüşmüştür. Özgürce
tartışma ve karar alma imkânı kalmamıştır. Bu sebeple çalışmalarımıza ara veriyoruz' kararı, tarihin seyrini değiştiriyordu.
Heyet-i Temsiliye Başkanı
Mustafa Kemal, gelişmeleri Ankara'dan izliyordu. Olağanüstü durumlarda parlamentolarını başka yerlerde toplayan örneklerden hareketle, salahiyet-i fevkaladeyle (olağanüstü
yetkiler) hareket edecek Meclis-i Mebusan'ı Ankara'ya çağırdı.
İşgal kuvvetleri, mücadelenin örgütlenmesine mâni olmak için sıkı tedbirler almış, Ankara'ya intikal çok zorlaşmıştı. Halide Edip'in anılarında verdiği kronolojiye göre, eşi Adnan Adıvar ve diğer bazı vekillerle 20 Mart'ta çıktığı
yolculuk yaklaşık iki hafta sürmüştü.
Heyet-i Temsiliye Başkanı, 19 Mart'ta, İstanbul'dan gelecek mebuslarla çalışacak yeni vekillerin belirlenmesi için bütün valiliklere seçim talimatı gönderdi. Her parti, dernek, topluluk aday gösterebilecek, herkes istediği yerden
bağımsız aday olabilecekti. Seçim gizli oyla çoğunluk usulüne göre; oyların sayımı ise seçim meclisi önünde açık yapılacaktı. Her seçim bölgesi Millî Mücadele'ye katılanlar arasından beş temsilci seçecekti.
Neticede Ankara'da farklı siyasi görüş ve düşüncelerden yüzlerce insan bir araya geldi.
Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ahmet
Demirel, bu sistem sayesinde
Türkiye'nin ilk meclis döneminde dünyanın en ileri parlamenter
demokrasisine sahip olduğunu belirtiyor. Konuşmalar bugünkü gibi iç tüzükle sınırlanmadığı için gece gündüz toplantı hâlindeki Meclis'te herkes istediği konuda dilediği kadar konuşabiliyordu.
Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr.
Cemil Koçak'a göre
23 Nisan'da açılan bu Meclis aslında Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nın devamı niteliğinde. O kadar devamı ki,
gündem İstanbul'un bıraktığı yerden başlıyor. Eski milletvekili ve tarihçi Mahmut Goloğlu, bu durumdan hareketle yeni Meclis için Üçüncü Meşrutiyet Meclisi adlandırmasında bulunuyor. Mustafa Kemal'in kurtarmak ve korumak istediği devlette 'memaliki şahanesi tebaa-i mülükaneleri' olan bir padişah vardı Goloğlu'na göre. Şimdi de 'makam-ı mualla-yı hilafet ve saltanatı ve memalik-i mahrusa-i şahaneyi' (Osmanlı padişahının ülkesini) 'yedi ecanibden tahlis' (yabancıların elinden kurtarmak) ve taarruzatı def maksadı ile bir parlamento toplanıyordu. Mustafa Kemal ihtilalci değildi, bunu kabul etmiyordu. Yaptığı, üçüncü meşrutiyet devrini açmaktı. Amacı bununla sınırlı değildi elbette...
Salahiyet-i fevkaladeyle toplanan bu Meclis'i diğerlerinden ayıran pek çok özellik var. Biri; Sivas Kongresi'nde partileşmenin
Kurtuluş Savaşı sonrasına bırakılması kararı alındığı için bütün mebusların Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyesi kabul edilmesi. Başlarda bu kurala uyulsa da zamanla iç
politikadaki ihtilaflar su yüzüne çıkıyor.
İstiklal, Tesanüt, Halk Zümresi,
Yeşil Ordu,
Türkiye Komünist Partisi, Türkiye Halk İştirakiyyun (sosyalist) Fırkası gibi 8-10 kişilik grupçuklar oluşuyor önce. Bir tarafta kırmızı kalpaklı bir adam "Ben Bolşevik'im" diye ortaya çıkarken, diğer tarafta sarıklılar, fesliler... Ancak asıl ateşli tartışmalar bir yıl kadar sonra yaşanmaya başlıyor.
Yeni Meclis her ne kadar kendini Meclis-i Mebusan'ın devamı saysa da fiilî durum birtakım önemli değişiklikleri zaruri kılıyor. Meşrutiyet Anayasası iki kademeli meclis ve onların kararlarını onaylayacak bir devlet başkanı öngörürken 1920'de bunların ikisi de yok. 'Kararların meşruiyeti nasıl sağlanacak?' sorunu, kuvvetler birliğinin benimsenmesiyle sonuçlanıyor. Meclis, sultanınkiler de dâhil bütün yetkileri; yasama, yürütme ve yargıyı kendinde topluyor. Cemil Koçak, dışarıda güç bırakmak konusunda büyük kıskançlık gösterildiği kanaatinde. "Milletvekilleri orduyu denetlemek üzere cepheye gidiyor, gördüklerini Ankara'da tartışıyor. Ordu komutanına cephede neden öyle değil de böyle davrandın diye
hesap sorabiliyorlar. Bunları soranlar asker falan da değil." Denetime
itiraz yok; ancak savaş şartlarında bu kadar demokrasi kimilerinin canını sıkmaya başlıyor.
Kuvvetler birliği gereği
Meclis Başkanı Atatürk, yürütmenin de başı kabul ediliyor. Bakanları ise Meclis belirliyor. Ahmet Demirel, bu kararın birtakım sorunlara sebep olduğuna işaret ediyor. "İştirakiyyun Fırkası'nın Genel Sekreteri
Tokat Milletvekili Nazım Bey İçişleri, Tesanüt Grubu Yönetim Kurulu Üyesi
Abdülkadir Kemal Öğütçü (Orhan Kemal'in babası) de
Adalet Bakanı seçiliyor. Atatürk'ün hiç istemediği iki isim. 'Ben sizinle çalışmam' deyip
istifa etmelerini sağlıyor." Aynı sorun tekrar yaşanmasın diye 1920 sonbaharında kabul edilen '
bakanlar meclis başkanının gösterdiği adaylar arasından seçilir' kararı, Mustafa Kemal'e yeni bir yetki kazandırırken ciddi tepkilere de yol açıyor. Bu sorun zamanla temel meselelerden biri hâlini alıyor.
1920 baharında toplanan Meclis'in belki de en dikkat çeken yönlerinden biri, dine yaptığı vurgu. Hiçbir Osmanlı meclisinde görülmeyenler yaşanıyor 23 Nisan'da. Doç. Dr. Ahmet Demirel gün tercihinin dikkat çekiciliğini hatırlatıyor: "Meclis 22 Nisan'da açılacakken bir gün erteleniyor; çünkü ertesi gün
mübarek cuma. Mustafa Kemal'in talebiyle önce topluca namaz kılınıyor."
Sakal-ı Şerif ve Sancak-ı Şerif eşliğinde salâvatlarla ulaşılan Meclis, duayla açılıyor. Demirel'e göre bu tercihte toplumu ikna amacı olduğu açık.
Cemil Koçak, "Millî mücadeleyi gâvurlara karşı
İslam mücadelesi gibi sunuyoruz." diyor. Bunun en etkili yollarından biri
Müslümanların ortak davası izlenimi vermek.
Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr.
Mete Tunçay Mustafa Kemal'in, "Biz burada farklı etnik kimliklerden müttehid bir Müslüman kitlesiyiz. Arnavutu, Kürdü, Arabı,
Türkü İslam sıfatı ile bir aradayız ve hep beraberiz." sözleriyle destekliyor bu tespiti. "Sivas'ta kabul edilen Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti tüzüğüne göre her İslam vatandaş, cemiyetin tabii üyesi. Başından itibaren müthiş İslamcı ve gayr-i Müslimleri dışlayıcı bir hava var. Bütün bunlar askerî harekât devam ettiği için yapılıyor tabii. Zafer kazanıldığı gün bitiyor bu yaklaşım."
Peki, bugün samimiyeti tartışılan bu tavrın sebebi ne? "Tutunacakları başka dal yok. Bu mücadeleyi Türk milleti adına yürütemezler. İnsanları savaşa sokmak istiyorsan İslam milleti adına hareket ettiğini söylemek zorundasın." diyor Tunçay.
Bugünlerde adına verilen 'hukuk' ödülüyle tartışmalara konu olan Birinci Meclis'in İzmir mebusu Mahmut Esat
Bozkurt anılarında değişimi şöyle anlatıyor: "Meclis'te müezzin beş
vakit ezan okur, imam cemaatle namaz kıldırırdı. Dikkate değer ki, Kurtuluş Savaşları
zaferle taçlandıktan sonra Atatürk Ankara'ya döndü. Meclis kapısı önünde resmî üniformasıyla bekleyen imam efendi Atatürk'ü durdurdu, ellerini kaldırdı. Fakat duaya başlar başlamaz Atatürk hiddetle, 'Burada böyle şeylere lüzum yoktur, bunları camide yapabilirsiniz. Biz savaşı dua ile değil, Mehmetçiğin kanı ile kazandık!' dedi ve imamı kovdu."
Meclis, hilafet ve saltanatı işgalden kurtarmak maksadıyla toplandığını her fırsatta tekrarlıyor. Mustafa Kemal, 28 Nisan'da Meclis Başkanlık Divanı'nın padişaha çektiği telgrafı mebuslara okuyor: "Millî savunmamızı padişahlık makamına bir
ayaklanma gibi göstermek isteyen ve halkı kandırmak için durmadan çalışan hainler var. Milleti birbirine kırdırmak istiyorlar. Oysaki vuran da vurulan da hepsi sizindir... Kalbimiz size bağlılık ve kulluk duygularıyla dolu olduğu hâlde tahtınızın etrafında her zamandan daha sıkı bir bağla toplanmış bulunuyoruz."
7 Haziran 1920'de "İstanbul'un, fiilen işgal edildiği 16 Mart'tan itibaren aldığı bütün kararlar hükümsüzdür" denilse de görünürde hilafet ve saltanatla sorun yok. 'İstanbul işgal altında. Padişah kendi iradesi doğrultusunda karar veremiyor. Kurtardığımızda her şey normale dönecek, biz de yetkilerini iade edeceğiz.' diyorlar ya "Hepsi politika gereği." Cemil Koçak'a göre. "Herkes öyle olmadığını biliyor, yine de kuruluyor bu cümleler.
Kamuoyundan ideolojik meşruiyet desteği bekleniyor çünkü."
Padişah'ın ve İstanbul Hükûmeti'nin işgal kuvvetleriyle iş birliği yaptığı yönündeki hava Ankara'daki tutumu oldukça etkiliyor. 29 Nisan 1920'de kabul edilen İhanet-i
Vataniye Kanunu 'Millet Meclisi meşrudur. Tanımayan vatan hainidir, cezası da idamdır.' hükmüyle İstanbul'a karşı yeni bir üstünlük kanalı açıyor. Nihayet on ay sonra, Ocak 1921'de yapılan anayasada o zamana dek her
kanun metninde tekrarlanan hilafet ve saltanata bağlılık ifadeleri kullanılmıyor. Ahmet Demirel, Atatürk'ün Nutuk'ta belirttiği gibi Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nda "
Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir; millet, egemenliği
TBMM eliyle kullanır." denilirken adı konmadan cumhuriyet ilan edildiğini belirtiyor. "1923'te tek yapılan 'Türkiye hükûmetinin şekl-i hükûmeti, cumhuriyettir' cümlesinin ilave edilmesi. 29 Ekim'in bir hafta öncesiyle bir hafta sonrası arasında kamu hayatı açısından bir fark yok."
Sadaret makamına bakış kısa süre içinde değişiyor. 1921 sonları ya da 1922'de İstanbul'da ahlakın bozulduğu ve Ankara'nın müdahale etmesi tartışılıyor. Gizli bir
oturum değil. Konuşulan her şey kamuoyuna yansıyor. Buna rağmen vekillerden biri kalkıp "Orada halife denen bir herif var. Bununla da o ilgilensin yahu!" diye tepki veriyor. Zabıtlara da yansıyan bu çıkışa kimse itiraz etmiyor. Neticede 1
Kasım 1922'de Saltanat oy birliği ile kaldırılıyor.
Millî Mücadele konusunda fikir ve
eylem birliği olsa da iç politika konuları uzun tartışmalara yol açabiliyor. Mustafa Kemal, 10
Mayıs 1921'de beklenmedik bir adım atarak "Oylar dağılıyor. Bazı oylamaların nasıl sonuçlanacağı belli olmuyor. Kendi fikrime yakın, benimle hareket edecek insanları bir araya getirdim ve Müdafaa-i Hukuk Grubu'nu kurdum." deyiveriyor. Birinci Grup'un Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin Meclis Grubu olduğu ilan ediliyor. Yalnız bir sorun var. Dışarıda bırakılan 92 kişi de aynı sıfatla seçilmişti. Müdafaa-i Hukuk Grubu'nun programı iki maddeden oluşuyor. Misak-ı Millî'yi sağlamak ve 1921 Anayasası çerçevesinde gereken kanunları çıkarmak. Meclis'te bu gayeye itiraz eden yok. Buna rağmen dışarıda bırakılan muhalifler, "İleride tarihçiler tutanakları okuduklarında aramızda Misak-ı Millî'ye ve anayasaya itiraz edenler olduğunu düşünmesin." diyerek tavırlarının zapta geçmesini istiyor.
1920 sonbaharında asker kaçaklarını yargılamak üzere İstiklal Mahkemeleri kuruluyor. Savaş 8 yıldır sürüyor, insanlar cepheye gitmek istemiyor. Her savaştan sonra sayılar açıklanıyor. Şu kadar şehit, şu kadar gazi, şu kadar kaçak... Büyük rakamlar çıkıyor ortaya. Mahkemenin kurulması mücadelenin sürmesi için ihtiyaç. Ancak kanun çıktıktan on gün sonra bir değişiklikle 'millî gücü tenkis edici (kısıtlayıcı) her suç mahkemenin yetki alanındadır' deniyor. Buna da çok itiraz ediliyor. Gizli toplantıda on üç vekil ret oyu verse de açık toplantıda kamuoyu Meclis'te fikir ayrılığı var hissine kapılmasın diye retlerini tekrarlamıyorlar.
Muhalifler, Meclis üstünlüğü konusunda da çok hassas. Buna uymadığını düşündükleri konularda hemen harekete geçiyor, "Gece gündüz toplantı hâlindeyiz. Bir karar alınması gerekiyorsa tartışalım ve oylayalım" diyorlar. Londra Konferansı için İstanbul'a Tevfik Paşa hükûmetine davet geliyor. İstanbul-Ankara ilişkileri çok iyi o sıralar. Paşa, Mustafa Kemal'e birlikte gitmeyi
teklif ediyor. Ankara'nın cevabı; "Siz gelemezsiniz, biz gideceğiz." Mesele delege seçimi vesilesiyle Meclis'e intikal ediyor. Normalde takdir etmeleri gerekirken
kıyamet kopuyor.
Parlamentonun cevabı; "Hükûmet doğru karar vermiş olabilir; önemli olan kararın Meclis'e sorulmadan alınmasıdır."
Muhalefeti şekillendiren temel sorunlardan biri de Mustafa Kemal'e başkumandanlık vesilesiyle özel yetki verilmesi. Ahmet Demirel o günleri şöyle anlatıyor: "1921 Temmuz ayının sonlarına doğru Yunanlar
Sakarya Nehri'nin
doğusuna geçiyor.
Eskişehir ve
Kütahya düşüyor. O günlerde cepheden gelen bir
heyet, 'bu işi çözmenin tek çaresi Mustafa Kemal'i başkumandan yapmaktır' diyor." Esasında padişaha ait olan bu sıfat, İstanbul'un tüm yetkilerini devraldığını ilan eden Meclis'in manevi şahsiyetinde temsil ediliyor. Mustafa Kemal, 5 Ağustos'ta Meclis'e teklifi bir şartla kabul edeceğini açıklıyor: "Umumi surette tezahür eden arzu ve talep üzerine başkumandanlığı kabul ediyorum. Bu vazifeyi şahsen deruhte etmekte tahassul edecek fevaidi, azami suretle istihsal edebilmek ve ordunun maddi ve manevi kuvvetini azami surette tezyid ve ikmal ve sevku idaresini bir kat daha tarsin için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin haiz olduğu salahiyeti meşruayı fiilen istimal etmek şartiyle bu vazifeyi deruhde ediyorum." Özetle Meclis'in sahip olduğu tüm yetkileri tek başına kullanmak şartıyla kabul ediyor teklifi. Üç ay süreyle sözü kanun yerine geçecek, sonra gerekirse süre uzatılacak. Muhalefet kabul etmeye yanaşmasa da kanun geçiyor. Kasım ayında sürenin uzatılması gündeme gelince konu kamuoyuna yansıyor. Ama uzatılıyor. Şubat'ta bir kez daha... Muhalefet giderek güçleniyor. Nihayet 1922'nin Mayıs ayında, gizli oturumda talep reddediliyor ve yetki düşüyor. Ertesi gün Mustafa Kemal kürsüde kritik dönemin henüz sona ermediğini ve teklifin kabul edilmesinin önemini bir kez daha hatırlatıyor. Oylar birbirine çok yakın olsa da üç ay uzatma alıyor. Bu oylamadan sonra Birinci Grup'taki bazı
genç ve atak milletvekilleri Selamet-i Umumiye ismiyle daha dar kapsamlı bir oluşuma gidiyor. Atatürk'le yakın temas hâlindeki mebusların hedefi, arkadaşlarını yönlendirerek oyların dağılmasını engellemek ve Meclis üstünlüğünü ellerinde tutmak. Peş peşe yaşanan sorunlar ve yeni oluşum muhalefete örgütlenmek dışında yol bırakmıyor. Tüm vekiller Müdafaa-i Hukuk adına seçildiği için Mustafa Kemal'in grubuna birinci, kendilerine ikinci grup deme kararı alıyorlar.
Birinci Meclis'e büyük oranda demokratik vasfını kazandıran İkinci Grup, kişilere dayalı bir yapıya sahip değil. Resmî lideri yok. Ön plana çıkan isimler, Erzurum mebusları Hüseyin
Avni (
Ulaş-
hukukçu) ve Süleyman
Necati (Güneri-hukukçu),
Kayseri Mebusu Rıfat (Çalıka-hukukçu), Canik Mebusu
Emin (Geveci-hukukçu),
Sinop Mebusu Hakkı Hami (Ulukan-hukukçu),
Mersin Mebusu Selahattin (Köseoğlu-
Albay), Sivas Mebusu Kara Vasıf (Karakol-Albay) ve
Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey (
Binbaşı)...
İkinci Grup, Temmuz 1922'de üç maddelik bir programla kuruluyor. İlk iki madde Birinci Grup'unkiyle aynı. Ayrıca hâkimiyet-i milliye esasına aykırı tüm yasaları değiştirmek ilkesini benimsiyorlar. Aykırı buldukları uygulamalar; bakan seçimi, başkumandanlık yetkileri ve Atatürk'ün özel yetki aldıktan sonra yeniden kurduğu ve üyelerini bizzat atadığı İstiklal Mahkemeleri. İkinci Grup kurulduktan sonra hemen
kanun teklifi sunmaya başlıyor. Önce bakanların yetki ve sorumluluklarını düzenleyen bir metin hazırlanıyor. 6 Temmuz'da çoğunluğu sağlayarak kanunu geçiriyorlar. Haziran'da Büyük Taarruz'un planı yapılmış. 26 Ağustos'ta savaş yeniden başlayacak. Böyle bir ortamda İkinci Grup Meclis'te söz üstünlüğü elde ediyor. 20 Temmuz'da başkumandanlık yetkilerinin tekrar uzatılması gündeme geldiğinde bu kez Mustafa Kemal
sürpriz bir çıkışla "Kritik ortam ortadan kalkmıştır, yetkileri Meclis'e devrediyorum..." diyor. Meclis özel yetkileri geri alırken oy birliği ile süresiz olarak başkumandanlık unvanı takdim ediyor kendisine. Yetkilerin herhangi bir tartışmaya mahal vermeden iade edilmesi, Meclis'te yumuşak bir döneme girildiğine işaret ediyor. Oysa aynı dönem başka kaynaklardan okunduğunda ortamın hiç de süt
liman olmadığı ortaya çıkıyor...
Doğu Cephesi Komutanı ve Edirne Mebusu Kazım
Karabekir günlüğüne 10 Temmuz 1922'de şu notu düşüyor: "Mustafa Kemal Paşa'dan şifre geldi. Hülasası: Vekiller heyeti meclis azasından intihap olunmalı ekseriyetle kabul edildiğinden vekiller istifa ettiler. Gerek bu kanunun kabulü ve gerekse başkumandanlık salahiyeti hakkındaki münakaşa ve yeniliklerden ben de meclis riyaseti ve başkumandanlıktan istifa edeceğim."
İsmet Paşa da hatıralarında "Batı Cephesi komutanı iken Atatürk'ten bu Meclis'le çalışmanın mümkün olmadığını ve dağıtmak istediğini söylediği iki telgraf aldım." notunu tarihsiz kayda geçiyor. Mustafa Kemal Paşa, Meclis'i dağıtırsa ordunun, halkın ve dünya kamuoyunun tepkisi ne olur diye soruyor İnönü'ye. Ahmet Demirel, İsmet İnönü'nün 1919-1973 yılları arasında tuttuğu cep defterlerini yayına hazırlarken eksiği tamamlayacak yeni bir bilgiye rastlıyor: "Kumandanın telgrafnameleri, Meclis'in ıslahat ve sükûnu hakkında..."
Tarih 22 Temmuz
Cuma, başkumandanlık oylamasından 2 gün sonra. Anlaşılıyor ki yetkileri devreden Paşa, muhalefetten çok rahatsız. Fakat bunu hissettirmiyor.
Bu tarihten sonra kırılma mücadeleye dönüşüyor. Bu konuda pek çok akademik çalışması bulunan Ahmet Demirel, İkinci Grup'un karakterini 'kişi tahakkümüne karşı tavır' diye özetliyor. "Mustafa Kemal Paşa'nın şahsına yönelik değil
siyasetleri. Özellikle İttihat ve Terakki döneminde yaşanan kişisel
yönetim tecrübesi yol açıyor bu hassasiyete."
Hakimiyet-i Milliye konusunda İkinci Grup'un yanında olan bağımsızların lideri Abdülkadir Kemali Bey, Tan Gazetesi'nde kaleme aldığı bir yazıda, 'millet için iki düşman tasavvur edilebileceğini yazıyor. Ordunun uğraştığı dış düşmanın yanında göze görünmeyen ve her yere nüfuz eden diğer düşman, millî egemenliği tanımayan idare zulmü' ona göre.
Rauf Orbay, anılarında Demirel'in dikkat çektiği şekilde muhalefetin tavrının yetkilerin tek elde toplanmasından kaynaklandığını anlatıyor. "Muhaliflerin başında görünen Hüseyin Avni, (Çolak) Selahattin ve bilhassa Kara Vasıf Beyler, benim de, Mustafa Kemal Paşa'nın da arkadaşlarımızdı. Bunların başlıca muhalefetleri; 'devlet ve hükûmet işlerinin meclis murakebesinden sıyrılarak, tek elden idare edilmeğe doğru gittiği' kanaatlerinden doğup, bunu önlemeğe matuf görünüyordu. ... Bilhassa Mustafa Kemal Paşa'nın hem Meclis hem hükûmet başkanı ve aynı zamanda başkumandan olarak bütün yetkileri elinde toplamış olmasından endişe ettiklerini gizlemiyorlardı." Ali Fuat Cebesoy da İkinci Grup'un, Meclis reisinin diktatörlüğe doğru gittiğinden şüphe ettiğini naklediyor. İkinci Grup temel mesele hâline gelen üç sorunu çözdükten sonra Meclis kapanana kadar çok uyumlu davranıyor. Ancak resmî tarih; aslında tam demokratik olan bu dönemi, hilafetçilerle cumhuriyetçiler arasındaki mücadele biçiminde kodlayıp geleceğe taşıyor.
Doç. Dr. Ahmet Demirel, bu anlayışın tek parti döneminin sonlarında ortaya çıktığını kaydediyor. Sebebine gelince; "1925'ten 45'e kadar süren 20 yıllık tek parti dönemini olumlama ihtiyacı duyuyorlar. Sonrası Birinci Meclis gibi değil. Oradaki demokratik havadan eser kalmıyor. Tek parti dönemini göklere çıkarabilmek için öncesini karartmanız gerekiyor. Orada gericiler vardı dediğiniz zaman kimse dönüp geriye bakmaz." Yalnız burada bir not düşmek gerekiyor. Mustafa Kemal Nutuk'ta İkinci Grup'u ne kadar sert eleştirse de 'onlar gerici, biz ilericiyiz' demiyor.
Asıl mesele Mustafa Kemal'in siyaseti ve ona karşı çıkanlar arasında yaşanıyor. Peki, nasıl oluyor da askerî yetkileri bile elinden alınmış 40 yaşında genç bir adam bu kadar etkili bir pozisyona geliyor? Hiç mi
rakip çıkmıyor karşısına? "Rakibi var, hem de çok." karşılığını veriyor Cemil Koçak. "1919'un ikinci yarısından sonra sadece politik bir kimlik. Neyi, kimi temsil ediyor; toplumsal meşruiyetini nereden alıyor belli değil. Erzurum Kongresi'nde birçok rakibi var. Rauf Orbay'dan Cebesoy'a, Karabekir'e, Refet Bele'ye, Kara Kemal'den Kara Vasıf'a kadar eski İttihatçıların hepsi Mustafa Kemal'in rakibi aslında. Atatürk, 1925'e kadar bizim bugün anladığımız anlamda Atatürk değil. Hiçbir şekilde rahat yüzü görmüyor." Zaman zaman 'Başkan olma!' ya da 'Seni başkan yapmasak daha iyi olur!' demelerine rağmen ağırlığını koyduğunda seçiliyor yine de. Bu tavır da hiç olmazsa eşitler arasında birinci konumunda olduğunu gösteriyor.
Koçak, Atatürk'ün kafasında bir
model, ne yapması gerektiği konusunda bir fikir olduğunu düşünüyor. Halka rağmen ya da halkla birlikte nasıl olursa olsun böyle bir projesi olduğu kesin Koçak'a göre. Sadece onun da değil, Jöntürk neslinin kafasında var bu ideal. Şartların uygun olup olmadığı, değilse nasıl uygun hâle getirileceği, modelin ne kadarının uygulanabilir olduğu işin ayrıntısı. Ahmet Demirel'in verdiği "Atatürk 1919'da Mazhar Müfit Kansu'ya ileride cumhuriyeti ilan edeceğini yazdırmış." bilgisi de bu tezi destekliyor.
Mete Tunçay ise muvaffakiyetin gerekçelerini şöyle sıralıyor: "Karizmatik kişilik yakıştırması boş laf değil bir kere. Bazı insanlar etkileyici birtakım özelliklere sahip olabiliyor. Mustafa Kemal'in böyle bir yanı olduğu anlaşılıyor. Siyaset adamlığı ne kadar askerî yöntemlerle ne kadar askerî olmayan yöntemlerle başarıldı bunu ayırmak kolay değil. Muhalefetle karşılaştığında ilk iş o muhalefeti bölüyor. Ve işini kolaylaştırıyor."
HABERİN DEVAMI AKSİYON DERGİSİ'NDE