Tarih 15
Ekim 2008. Yer
Balıkesir. Astsubay
Meslek Yüksekokulu
Öğrenci Alayı Sancak Tevcih Töreni yapılıyor.
Genelkurmay Başkanı
Orgeneral İlker Başbuğ, beraberindeki kuvvet komutanlarıyla, 17 askerin şehit olduğu Bayraktepe saldırısından sonra Türk Silahlı
Kuvvetleri’ne yapılan
eleştirilere
cevap veriyor. Başbuğ, konuşmanın bir yerinden sonra
öfkeleniyor ve alışılmadık bir üslupla konuşuyor. “Şu sözlere dikkatinizi çekiyorum. Bütün bunlara rağmen bölücü
terör örgütünün yaptığı
eylemleri, altını çiziyorum, başarılı gibi gösterenler, akan ve akacak olan her damlanın sorumluluğuna ortak olurlar. Bunu herkesin iyi anlamasını istiyorum. Bu tip saldırılar karşısında her ordunun vereceği cevap bellidir ve bu husus bütün ordular için de geçerlidir. Son sözüm dolayısıyla herkesi dikkatli olmaya ve doğru yerde bulunmaya davet ediyorum.” Ekranları başındaki pek çok kişi Başbuğ’un sesini bu şekilde belki de ilk kez duyuyordu.
İlker Başbuğ, orduya yönelik haberler yapan
Taraf Gazetesi üzerinden eleştiri müessesine
sopa gösteriyordu.
Tabii ilk kez azarlanmıyoruz. Biraz geriye gidelim mi, ne dersiniz?
Yıl 25
Mayıs 2006. Yer
Almanya. İslami holdinglere para kaptıran Almanya’daki Türklerin kurduğu derneğin başkanı
Muhammet Demirci, kürsüde
Angela Merkel konuşurken, “
Yeşil sermaye mağdurları olan bizlere
yardım edin” dedi. Erdoğan, yanında bulunan
Devlet Bakanı Ali
Babacan’a dönerek, “Ali… Çağır şu sahtekarı bir dinle bakalım, neymiş?” sözleriyle öfkesini dile getirdi.
Tarih 5
Eylül 2006. Yer Balıkesir.
Başbakan Erdoğan, “Artık şehit cenazesi görmek istemiyoruz” diye tepki gösteren vatandaşa cevap verir: “
Askerlik yan gelip yatma yeri değil canım kardeşim.”
Tarih
12 Haziran 2007. Yer
Mersin. Vatandaş,
Tarım Bakanı’nın anayasayı ihlal ettiğini savunup Başbakan’ın yanına gider. Başbakan vatandaşa yine kendi üslubunda cevap verir: “Ananı da al git!”
19 Eylül 2008
Cuma. Yer
Ankara. Başbakan, il teşkilatının
iftar yemeğinde medyaya çatıyor. Hatta daha da ileri gidip, vatandaşı gazeteleri boykota çağırıyor: “Bundan sonra diyorum ki, partinin mensupları olarak yalan yanlış bu haberleri yapan medyaya karşı sizler de kampanyanızı başlatın, sürdürün ve bu gazeteleri evinize sokmayın, almayın.”
Tarih 27 Eylül 2008. Yer Ankara. Başbakan
teravih namazı öncesi 27.
Kitap ve
Kültür Fuarı’nı ziyaret ediyor.
Deniz Feneri Derneği standının karşısındaki bir yayın şirketine ait
satış reyonunu geziyor.
Milliyet ve
Hürriyet muhabirleri Erdoğan’ı, arkasında bulunan Deniz Feneri Derneği standı ile görüntülerken, Erdoğan, Hürriyet muhabirine, “Terbiyesizlik, edepsizlik etme, çekil kenara” diye azarlıyor. Gazeteciler, korumalar tarafından dışarı atılıyor.
Tarih 14
Nisan 2004.
TBMM Başkanı
Bülent Arınç.
23 Nisan resepsiyonu davetiyelerine eşinin adını neden yazdırmadığını soran gazetecilere, “Bunun karşılığı şeyini şey ettiğimin şeyidir” dedi.
Bunlar
Türkiye’de
iktidarı elinde tutan isimlerin öfke kontrolünün dışına çıktıkları anlardan sadece birkaçı. Üstelik bu sadece hükümet ya da askeri kanadın öfkesiyle de kalmıyor. Bazen öyle oluyor ki, polis copunu kullanmakta tereddüt etmiyor. Hatta kendinizi kırmızı ışıkta geçtiğinizde adam öldürmüş kadar suçlu hissettirebiliyor, bağırıyor, azarlıyor. Ya da bir öğrencisiniz. Çalışkan olmak kadar zaman zaman tembel olmaya da hakkınız var değil mi? Ama bunun bedelini elinize hızla vurulan cetvelle ya da çekilmekten sarkmış kulaklarınızla ödeyebilirsiniz. Başka bir konu
futbol. Elbet fanatizmin yüksek olduğu yerde bir yere kadar toleranslıyız. Ama hiçbir şey, koskoca milli
takım teknik direktörü Fatih
Terim’in
Belçika maçı sonrası kendini eleştiren Osman Tamburacı ve bıyığına
küfür etmesini haklı çıkaramaz.
Toplumun bazı kesimleri tarafından bu kontrolsüz öfkeye karşı eleştiriler yok değil. Ancak Başbakan’ın kendisini öfkeli bulanlara karşı söylediği, “Öfke bir hitabet sanatıdır” sözleri ve ‘öfkelilerin’ bunun arkasında dimdik duruşları, bu durumun hiç de sona erecek gibi görünmediğini gösteriyor.
NEDEN BAĞIRIYORLAR?
Genel olarak baktığımızda, örneğin Başbakan, eleştiriye dayanamıyor. Yanlışları kabul etmiyor, bu telaffuz edildiğinde öfkeleniyor. Öfkesi kabına sığmayan Başbakan, bağırıp çağırmaya hatta neredeyse küfüre kadar vardırabiliyor işi.
Genelkurmay Başkanlığı’na gelince… Yıllarca eleştirilmesi tabu olan bu kurum, kendisine yönelik herhangi bir tenkitte
12 Eylül’den bu yana görülmemiş bir tavırla,
Genelkurmay Başkanı’nın tüm kuvvet komutanlarını arkasına alarak basın toplantısını adeta ‘ayağınızı denk alın’ toplantısına çevirebiliyor. Türkiye’nin koltukları ne yazık ki konuşmuyor. Kısacası hani Başbakan demişti ya, “Ağzı olan konuşuyor” diye bu da o
hesap, “Koltuğu olan bağırıyor.”
Politika sosyoloğu Gürbüz
Evren’e soruyoruz. Neden bağırıyorlar, ne oluyor? Evren, Başbakan’ı örnek veriyor. Diyor ki, “Başbakan sert üslubuyla başladığı konuşmalarında şerefsiz bile diyebiliyor.” Bir Başbakan bunu söylüyorsa, suçlandığı konularda mutlaka bir suçluluk payı vardır.
HAKLARIMIZ VAR
Devlet adamları temel hakları korumakla sorumlu kişilerdir.
Anayasaya göre, insan sırf insan olmaktan dolayı, doğuştan bazı hak ve hürriyetlere sahiptir. İnsanın sahip olduğu haklar, devletten önce gelir. Bu haklar insana devlet tarafından verilmemiştir.
İnsan Hakları ve Anayasa üzerinde etkili isimlerden biri
İbrahim Kaboğlu, konuyu demokratik ve hukuk devleti açısından değerlendiriyor: “Demokratik
toplum demek, özgürlükçü toplum demektir. Çoğulculuk, hoşgörü, açıklık düşüncesi başlığı altında üç ana kurucu öğeden oluşur. Hukuk devletinde
yöneticiler ve yönetenler eşittir. Ancak, yönetici konumunda bulunan kişilere
yetki verilmiştir ve bu yetki tamamen yurttaşlara
hizmet içindir. Yani biz onlara yetkiyi veririz. Bunun nedeni verilen görevleri yerine getirme konusunda işlerini kolaylaştırmak içindir. Eğer bu yetkiyi kötüye kullanırlarsa sorun olur.”
Kaboğlu, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’nın konuşmalarına yurttaş gözüyle bakıldığında bunların yıldıran konuşmalar olduğunu söylüyor: “Bu kişisel nezaketle de ilgilidir, ama demokratik toplum düzeninin insanı olma özelliğini zorlayan bir husustur. Yurttaşlar birbirine küfrettikleri, sövdükleri zaman o ifadeler
yaptırıma tabi tutulur. Fakat bunu yöneticilerin yapmasının bunun ötesinde bir anlamı var. Bir
inci anlamı, yöneticiler de insandır ama onlar aynı zamanda liderdir. Birçok kurum ve kişiyi etkileyici konumdadırlar. Bağırarak, kinle, öfkeyle, nefretle konuşmaları, hitap ettikleri kişileri sindirmek, buna karşılık belli güç odaklarını harekete geçirmek durumuna gelebilir. Örneğin bir polisin kullandığı şiddetin kınanmaması,
insan hakları ihlallerine zemin hazırlar. Son örnekte olduğu gibi bağırarak basın özgürlüğüne müdahale edilmesi aslında doğrudan doğruya muhatap alınan kişileri aşan, genel olarak basın özgürlüğünü tehdit eder hale gelen bir durumdur. Peki ya yaptırım?”
Prof. Dr. Kaboğlu, “Unutulmamalı ki, onlar
dokunulmazlık zırhına sahip ve onlara karşı hukuk yollarını işletmek kolay olmuyor” diyor.
ŞİDDET Mİ?
Bir başka anayasa hukuku uzmanı Prof. Dr.
Levent Köker’e göre ise bağırmak bir şiddet eylemidir; doğrudan maddi, fiziki şiddet niteliğine erişmemesi, bunu değiştirmez. Toplumsal ve siyasi anlamda güçlü olanların bağırması için bu, haydi haydi böyledir. Manevi bakımdan en düşük dozu tehdit olan bir baskılamayı ifade eder. Bu nedenle bağırma, beğenilmeyen bir fikir ya da eylem karşısında oluşan ve her an fiziki bir şiddete dönüşme potansiyelini muhatabına güçlü bir biçimde ileten bir eylemdir, hele bir de kol, el,
parmak gibi
vücut bölgelerinin hareketleri ve mimikler de eşlik ediyorsa. Anayasamızın 25. maddesi, “Her ne sebep ve amaçla olursa olsun, kimse düşünce kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz” buyurmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları olarak herkesin, güçlülerin hoşuna gitsin gitmesin, devlet düzeninin tümünü veya bir kısmını değiştirmek yönünde olsun veya olmasın, şiddete ve ırkçılığa dayanmayan her türlü düşünce ve kanaatlerini açıklama özgürlüğü bu maddenin ve 13, 14, 24 ve 90’ıncı maddeleri başta olmak üzere konuyla ilgili diğer düzenlemelerin ve
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin güvencesi altındadır.
Bütün bu düzenlemelerin anlamı, kimsenin kimseye fikirlerinde, inançlarından veya kanaatlerinden ötürü kızıp, bağırıp çağıramayacağıdır. Bu, özellikle ve öncelikle iktidar mevkilerinde olan
kamu görevlileri için böyledir. Aksi, demokratik müzakere zemininin tahrip edilmesi, vatandaş özgürlüklerinin bundan zarar görmesi, siyasi meşruiyet duygusunun tahrip olması gibi sonuçlar doğurur ki, kaçınılması gereken bir durumdur.
İPEK ÖZBEY - TEMPO