Yazdığı makaleyi “Not: Bu yazının tek sorumlusu, her zaman olduğu gibi, ama şimdi özellikle benim. Ne bir editör, ne bir çalışan, ne bir okuyan-okumayan!” ifadeleriyle bitirdi.
Talu, “Ekmekler çoktan bozulmuş, emekler çoktan çürütülmüş demektir! Kendi çocukları için devleti, yargıyı, Emniyet’i, hukuku altüst edebilenler; başka insanların, başka çocukların hayatıyla, hakkıyla, haysiyetiyle böyle kolay oynayarak mı sevaptan sevaba koşacak? Onları hiç değilse öte dünyada kovalayan günahları hiç mi olmayacak?” ifadelerini kullandı.
İşte Umur Talu’nun Haber Türk'ün internet sitesindeki o yazısı:
Hepsini bu köşede gördük Allah’a şükür!
Bu yazı bugünkü gazetede yok. Hiç yollanmadı, yarınki gazetede çıkacak.
Gördüğüm lüzum üzerine sabah erkenden yazıp Habertürk internet yayınına ilettim.
***
Bir kişi başbakan olunca “Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi”ni okumak, bilmek, uymak zorunda değil…
Ancak bir kişi bir medya kuruluşunda öyle ya da böyle “görevli” olunca, en azından duymak zorunda.
En azından, her adımında, her biat-itaat-icraat anında satır satır hangi hak ve özgürlükleri, hangi birikimleri, hangi gazetecilik namusu ölçülerini çiğnediğini bilmek zorunda.
Orada madde madde, “gazeteciliğin özüne yabancı madde olunmaması” yazar.
Yasaklayamaz elbette ama epeyce ayıplar!
***
Anlaşılan şu olmuş:
Birileri birilerinin cebine, içine, ruhuna, her adımına, her lafına böcek yerleştirmiş…
Bir böcek de bu müesseseye o şekilde sızmış.
Dinlemek elbet çok ayıp ama o konuşulanları konuşmak, konuşulması gerekenleri bastırmak da öyle.
Nasıl gazetenin, TV’nin şahsiyeti ve haysiyeti işverenlere, çalışanlara emanetse; onca gazetecinin, çalışanın hakkı, emeği, geleceği, umudu, haysiyeti de bu kuruluşlara emanet.
Daha ötesi…
Yüz binlerce, milyonlarca insanın hakkı, mağduriyetinin bilinmesi ve dile gelmesi, onların hayattan beklentisi, bir dayanak imkânı, güçlüler karşısında hor görülmemesi, un ufak olmaması için tutunacak, sarılacak bir dalı, 3 yaşında çocukların yaşam hakkı da gazetecilere, gazetelere, yayıncılara emanet.
Sarılacak bu dalları alıp öylece kırılacak odunlar haline getiremezsiniz.
Bir başbakan sansür arzulayabilir ama böyle kelime kelime, satır satır, A’dan Z’ye kovalıyorsa…
Zaten zayıf bir muhalefetin sesini, altyazısını bile kısmak, zaten evlatlarını kaybetmiş Uludere köylülerini medyada görünmez, görülmez kılıp “Roboski’nin sesi”ni dahi bastırmak istiyorsa…
İsimsiz, şöhretsiz muhabirlerin, sayfa sekreterlerinin peşine dahi; bir kelimenin, bir başlığın, iç sayfalardaki bir haberin intikamı için düşülüyorsa…
Üç insanın ekmeğiyle oynamak, onları işsizlikle cezalandırmak böylesine marifet ve büyük zafer sayılıyorsa…
Başbakan’ın Meclis TV’sini susturmakla övünen milletvekili danışmanı bir yandan takma isimle bir “gazete köşesi”ne yerleşmişken; geçimi, hayatı bu meslek olanlar gazetecilik yapamıyor, hatta onun da nezaretinde işinden ediliyorsa…
Ve iktidarın, güçlülerin tüm arzuları, ihtirasları, öfkeleri, kinleri bir yana…
Gazetecilerin yuvası ve halkın sesi sayılan; hem onların hukukunu emanet almış, hem milyonlarca ezilen, güçsüz insanın umudunu emanet bulmuş medya kuruluşları “artık bize, size her gün, her yer 28 Şubat” süreçlerine teslim olabiliyorsa…
Ekmekler çoktan bozulmuş, emekler çoktan çürütülmüş demektir!
Kendi çocukları için devleti, yargıyı, Emniyet’i, hukuku altüst edebilenler; başka insanların, başka çocukların hayatıyla, hakkıyla, haysiyetiyle böyle kolay oynayarak mı sevaptan sevaba koşacak?
Onları hiç değilse öte dünyada kovalayan günahları hiç mi olmayacak?
***
Daha önce de yazdım; gazetelerin, gazeteciliğin içine doğdum; onlarla da büyüdüm, saygıyla andığım çok kişiden çok şey öğrendim.
Yapılması gerekenleri de yapılmaması gerekenleri de.
6 yaşımdayken, gazeteci babamın ölmeden hemen önce, Samatya SSK’daki hastane yatağında kargacık burgacık yazıp geçenlerde kaybettiğimiz enişteme emanet ettiği kısa vasiyeti ilkokulda okuduğumda, anladığım şuydu:
Dik durmak için, gerekirse diklen!
Öğrencilikte, yatılı mektepte, gençlikte, üniversitedeyken çalıştığım sendikada, belediyeler birliğindeki günlerim ve sadece bu meslekteki 35 kadar yılım iyi kötü böyle geçti.
Yine öyle geçer.
Gerekirse yine öyle biter.
Yalnız şunu bin kez teslim etmeliyim:
Allah’ı var; bu gazetede kimse, ama kimse tek kelimeme dokunmadı, her yazdığımı, burayı eleştiren yazıları bile olgunlukla karşıladılar; her saniye elbet hissettiğim, paylaştığım, yazdığım medyadaki boğucu dumanın tek zerresi bile, davalar hariç, bu yazılara uzanmadı.
Bunun için, kendi yazılarım için, o yazılarda sesleri duyulabilen herkes için tabii ki müteşekkirim.
Umarım ben de doğru bir şeylerle buradaki onca insanın büyük emeğine biraz katkıda bulunmuşumdur.
Ama yine hak teslim edeyim; çok kademesinde 16 yılımı verip bir gün kovulduğum Milliyet’te de, öteki gazetelerde de tek kelimeme dokunulmamıştı.
Bugüne kadar hiçbir yerde kimseden (bana hitaben) “Şunu yaz, şunu yazma. Bunu çıkar. Bir süre yazılara ara ver” gibi sözlerin kelimesini duymadım; en azından bana asla söylenmedi.
İnanın, bu gazeteden “ayırılanlar” için yazdığım yazılarda, akraba şirketin madenindeki kazada ölen işçiler için yazdığımda da.
28 Şubat’ın en koyu zamanı, beni kovdurmak için bastıran Çevik Bir, gazetede patron odasında onca köşe yazarına, yöneticiye mecburi brifing verdiğinde, karşı odadan kalkıp gitmediğimde, katılmayı reddettiğimde de.
Onlar söylemedi, ben de söyletmedim belki.
Medyada böyle şeylerin sessiz, yalnız, güçsüz kurbanı olan nice isimsiz, bildiğim bilmediğim insan var elbet…
Ama ismi, cismi kocamanken bile böyle şeylere boyun eğenleri de biliyorum; kimi kahraman, kimi kitap bile oldu.
Bana söylense, yapılsa zaten bir saniye durmazdım.
Bir yazımı gazeteden çıkartmak için Milliyet’in makineleri gece saatlerce durdurulup yurtdışındaki patronun kararı beklendiğinde bile, o makineler sonra aynen o yazıyla döndü.
Kimseye hakaret etmemeye, haksızlık, arsızlık ve adilik yapmamaya çok özen gösterdim elbet; ama hep söylediğim gibi derdim şuydu:
“Kendim kovulabilirim ama kelimemi kovdurtmam.”
***
Gazetecilik ve insanlık haysiyeti sahibi olanları tenzih ederim ama tapeler üzerinde tepinen öyleleri var ki, Paşa elinden manşet almaktan, Jandarma Genel Komutanı dilinden emir uygulamaktan, telefon hatlarını Jitem’e arz eden patrona yalakalık yapmaktan, bizi kullanın diye yaltaklanmaktan, iktidarlara sansür teminatı vermekten, ihale ve iş takibi yapmaktan, bunlar için tehdit ve şantajda bulunmaktan, iç ve dış talimatlı sansüre, otosansüre boyun eğmekten, manipülasyona alet edevat olmaktan öyle kirliler ki…
Bakmayın salladıklarına; bükülmüş belleri ve çamurlu elleriyle kimseye taş atacak vaziyetleri yok aslında!
Yeter ki siz hepsini, herkesi birden görün, hiçbirini unutmayın ve kökten ikiyüzlü hiç kimse karambolda bir de özgürlük timsali kesilmesin!
***
Şunu da söylemeliyim:
Birileri “Uludere’yi ne gazeteden ne TV’den gördük Allah’a şükür” diye sevinir ve müjdeli haberi müessesenin sahibine bile değil, kendi “büyüğü”ne iletirken…
“Allah’a şükür”, Uludere-Roboski bu köşede sık sık görülüyordu.
“Allah’a şükür”, Gezi süreci hemen her gün görüldü.
“Allah’a şükür”, paralel yolsuzluk, arsızlık, tamah-günah süreci de hemen her anında görüldü.
Seri iş cinayetlerine kurban tersane işçilerinin; delik deşik edilmiş çocukların; göçükteki madencilerin; şımarık AVM’lerin naylon şantiye çadırında eriyen işçilerin; denetimsiz atölyelerde paramparça emekçilerin; cephaneliğe tıkılıp havaya uçan erlerin; baskı ve şiddet sonucu silahını kendi şakağına dayamış askerlerin, polislerin; plazalarda, kışlalarda hor görülenlerin; asit kuyusuna atılan oğulların; anaların peşine düştüğü kayıp evlat kemiklerinin; bilebildiğim, duyabildiğim nice mazlumun sesi, nefesi de “Allah’a şükür” hep görüldü.
Bu iktidar üyelerinin, seçmenlerinin geçmişte maruz kaldığı haksızlıklar, başörtülü kızların, kadınların, anaların yüz yüze geldiği eziyetler de “Allah’a şükür” görüldü; yine görülüyor, yine görülür.
Elbet unuttuklarım, bilemediklerim, yetişemediklerim de olmuştur; ama kimse diyemez ki, üç maymun oldun!
***
Beni de Habertürk’e zaten bunları bilerek, söylendiği kadarıyla takdir ederek, bunları yazdığımı ve yazacağımı umarak, tabii ki bunları yazmamı da bekleyerek aldılar.
Bunun gibi yazıları da yazdığım için.
Büyüklerin, efendilerin ağzından yazı yazmayı pek bilemem zaten. Onlar rahatsız olur diye yazmamayı da.
O yüzden yazılarımda, hatta bu yazıda bile hiç sürpriz yok, ama etrafta sürpriz çok.
Şimdi bir kavşağa geldik.
Bana burada yazdıran, dediğim gibi ne yazmışsam tek kelimesine bile bir bakıma sahip çıkmış bir gazete, bir müessese ve yönetim var elbet; ama yazıları görüldüğü gibi tek başıma da yazmamışım. Her birinizin hakkı, cesareti, umudu, acısı, öfkesi de her satırının sahibi.
O yüzden birden fazla karar merciimiz var!
Hiç değilse birimiz doğru kararı verecek!
***
Gazeteler, gazeteci olmayanların gazetecilik tutkusu olmayanların tam hissedemeyeceği kadar önemli hala;, belki henüz ama hala!
İster yüz binlerce satsın, ister üç, beş kapıya atsın.
Çıkan her kelime namustur, çıkmayan her hakikat de namussuzluktur.
Evet öyle: Sansür ve hele gönüllü otosansür namussuzluktur.
Halkın hakkı, hakikati, hayatiyetinden; ayrıca kendi haysiyetinden çalmaktır.
Hakkımız olmayan bir uğursuzluktur.
Gazetecilik o yüzden, bırak gazeteci olmayanlara, gazetecilere bile terk edilemeyecek kadar önemlidir; hakikate dair tek satır bile gazetecilerin kolayca terk edemeyeceği kadar kıymetlidir.
Lakin yol kavşağı şudur:
Ya gazetecilerle gazetecilik yapılır…
Yahut onların dikenleri tam ayıklanıp ağalara, beylere, paşalara dikensiz, “kompile” gül bahçesi sunulur.
Dikensiz çakma gül bahçesi, oksijensiz hava gibi olsa da!
Oksijensiz hava önünde sonunda hepimizi boğar; nihayetinde gülleri de soldurur, çürütür, tüketir, ayakaltına döker zaten.
Not: Bu yazının tek sorumlusu, her zaman olduğu gibi, ama şimdi özellikle benim. Ne bir editör, ne bir çalışan, ne bir okuyan-okumayan