Bu ara sonucu hiçbir şüphe taşımadan bekliyorduk.
İddianamenin kabul edilmemesi ihtimali aslında yoktu; böyle bir ihtimal olsa da
kapatma davası bakımından ortaya sonucu etkileyecek bir durum çıkmayacaktı. İddianame iade edildiği zaman, bir süre sonra eksiklerin tamamlanıp tekrar davanın açıldığını görecektik. Burada,
kapatma davasını iyi okumak, hukukla
siyasetin kesiştiği önemli noktada projeyi görmek gerekmektedir.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir;
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, hiçbir zaman, neticesini "görmeden", önemli bir parti için kapatma davası açmaz. Bazı
tabela partileriyle ilgili açılan davalarda,
teknik hukuki değerlendirmeler bakımından Başsavcı ile
Anayasa Mahkemesi arasında farklı görüşler olabilir; böyle bir parti için kapatma talebi reddedilebilir. Ancak,
AK Parti gibi, ülkede yaşayan insanların yarısının oyunu almış,
TBMM'de anayasayı değiştirecek çoğunluğa sahip ve Türkiye'yi yaklaşık altı yıldır idare eden bir parti hakkında kapatma davası açılırken kırk kere düşünülür, tartılır ve neticeler hesaplanır. Bunu hiçbir zaman gözden uzak tutmamak gerekir.Uzun zamandır kapatma davalarında
iddianamenin sadece bir iddianame olmadığını, bir "siyasi proje" olduğunu ifade etmekteyiz. Parti kapatma davaları, dünyanın her yerinde, ağırlık itibarıyla siyasi davalardır; bu davaların hukuk kurallarıyla düzenlenmiş olması, onlara hukuki nitelik kazandırmaz. Hukuki
düzenlemeler de, zaten, yargıçlara önemli ölçüde takdir hakkı ve yorum imkânı tanıyan düzenlemelerdir. Bu sebeple, kapatma davalarına bir teknik hukuk davası gibi bakmak yanlıştır; yanıltıcıdır.
Davayı
demokrasi adına fırsata çevirmek
Bu davanın temel çerçevesi, iddianamede de açıkça belirtildiği üzere, "devlet ideolojisi" ile
halkın seçtikleri tarafından temsil edilen siyasi görüş ve yaklaşımlar arasındaki derin farkta ortaya çıkmaktadır. Türkiye'de, anayasalarda, 1937'ye kadar bir ideolojik çerçeve yoktur. 1937'de Cumhuriyet Halk Partisi'nin "altı oku" anayasaya dahil edilmiş, böylece bir ideoloji kurulmuştur. 1961 Anayasası ile ise, 1937'deki ideoloji değiştirilmiştir; altı okun dördü anayasadan çıkartılmıştır ve
laiklik ilkesi esas alınarak yeni bir ideolojik çerçeve çizilmiştir. Bu ideoloji, "yeni" bir ideolojidir; Cumhuriyet'in "kurucu ideolojisi" değildir,
Atatürk döneminin ideolojisi değildir. Nitekim, 27
Mayıs darbesini gerçekleştirip devlete el koyan Milli Birlik Komitesi zabıtlarında, Atatürk dönemi ideolojisinden vazgeçildiği, yeni dönemin "İkinci Cumhuriyet" dönemi olduğu açıkça ifade edilmektedir. O halde, 1961 Anayasası'yla laiklik çerçevesinde inşa edilen ideoloji, Atatürk dönemi ideolojisi değildir; yeni bir ideolojidir. 28 Şubat'tan sonra ise, yeni ideolojinin temelini teşkil eden laiklik kavramının tanımı değiştirilmiştir; o halde yeni ideoloji bir daha yenilenmiştir. İddianamede, "devlet ideolojisi" diye isimlendirilerek atıf yapılan ideoloji 28 Şubat'la birlikte değiştirilen yeni ideolojidir. Bu izahatın önemi şurada ortaya çıkmaktadır; iddianamede ve onun atıflarla dayandığı
Anayasa Mahkemesi kararlarında laiklik, bir hukuk kavramı olarak, anayasada devletin nitelikleri arasında sayılan laiklik değildir. Buna göre laiklik, kararlarda bazen açıkça ifade edildiği üzere, bir "
yaşam biçimi"dir. Laiklik bir "yaşam biçimi", bir "dünya görüşü" ya da bir "devlet ideolojisi" olamaz; bunun bir örneği yoktur. Aksi halde bir hukuk kavramı olmaktan çıkar ve bir siyasi görüş haline gelir. O zaman da, Anayasa'nın 10. maddesinde yer alan temel düzenlemeye göre, başka siyasi görüşlerle "eşit" bir görüş haline gelir ve "üstün" "devlet ideolojisi" olamaz. Bu bakımdan, iddianamenin ve Anayasa Mahkemesi kararlarının en önemli problemi, laiklikle ilgili tanımlamalardır. Tamamen, 19. yüzyıla ait bir pozitivist anlayışa dayanan bu tanımlamalarla bir hukuk kavramı değil bir ideoloji kavramı ortaya konulmaktadır. Açık ifadesi ile, anayasada olmayan, hukuk düzeninde olmayan, dünyada olmayan bir kavram ve içerik dayatılmaya çalışılmaktadır. Bütün bu çerçeve içinde, "laikliğe aykırı eylemlerin odağı olma" meselesine baktığımızda, kapatma davasının akıbeti hakkında bir tahminde bulunabiliriz. Yoksa, laikliği, hukuk sözlüklerinde, hukuk literatüründe veya dünyadaki anlayış ve uygulamalarda arar da, kapatma davasını öylece değerlendirirsek hata etmiş oluruz. Bu şekildeki bir laiklik tanımı karşısında, kapatılamayacak parti yoktur. Hatta yargıçların bile, böyle bir tanımla asla uyuşmayan söz ve eylemleri bulunabilecektir.
Kapatma davasında, kanaatimizce, iki önemli sonuç hasıl edilmek istenmektedir. Birincisi, Sayın Başbakan'ı siyaseten devre dışı bırakmak, ikincisi ise, Sayın Cumhurbaşkanı'nın konumunu tartışılır hale getirmek. İddianamede Cumhurbaşkanı'nın yer alması, bir hata değil, bilinçli bir
seçimdir. Cumhurbaşkanı'nı teknik hukuk bakımından görevden alabilmek mümkün değildir; ama siyaseten yasaklı hale getirmek konumunu zayıflatmak anlamına gelecektir. Bu durumda, seçimlere yaklaşık üç buçuk yıl varken, TBMM'deki güçlü bir çoğunluğa seçilmemiş
iktidar odaklarınca yön verilmeye çalışılacaktır. Bu bakımdan, projenin hesaba katmadığı parametre
erken seçim parametresidir.
Bu kısa tahlilden sonra, mevcut karamsar tablonun siyaset ve siyasetçiler tarafından değiştirilebilir olduğunu da belirtmemiz gerekir. Gerçekten de, bu tablo Türkiye'nin önüne yepyeni imkânlar sunmakta, demokrasi ve hukuk bakımından "makus talih"i değiştirme vazifesi yüklemektedir. Burada, kısaca bazı noktalara temas etmek istiyoruz. Kapatma davası, hukuki yönleri bulunmakla birlikte, siyasi yönü oldukça ağır basan bir davadır. O halde, böyle bir davaya kapatma ile ilgili teknik hukuk çerçevesi içinde bir kısa
cevap vermek gerekir. Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu çerçevesinde, AK Parti'nin kapatılamayacağı açıklanmalıdır. Ancak, iddianamede yer alan, sözlerle ilgili açıklama ve
savunma vermek, kanaatimizce büyük bir yanlıştır; bütün dünyada, literatürde yazan, akademisyenlerce tartışılan, gazetelerde yazılan, halk içinde konuşulan sözlerden oluşan ve suç teşkil etmeyen iddiaları cevaplamak bu türden davaların açılmasını ve konumunu güçlendirmek olacaktır. Kanaatimizce, kısa bir hukuki açıklama dışında, savunma vermemek gerekir. Bunun adı, değerli
Fransız avukat Jack Verge'ye göre, "Kopuş Savunması"dır.
Anayasa'nın kendisi değişikliklere izin veriyor
İkinci önemli adım, derhal
siyasi partilerin kapatılmasıyla ilgili
anayasa değişikliklerini yapmaktır. Bu değişiklikler, çok geç kalmış ama yapılması zaruret olan değişikliklerdir. Anayasa'nın 69. maddesine üç temel esas getirilmelidir. Birincisi,
parti kapatma davalarının açılması zorlaştırılmalı, TBMM iznine tabi kılınmalıdır. İkincisi, parti kapatma sebebi olarak, sadece "
terör ve şiddetle ilişkili olma" benimsenmeli; "ilişki"nin tespiti ise, kesinleşmiş
mahkeme kararlarına dayanarak ortaya konulmalıdır. Üçüncüsü ise, parti kapatmaya dair kararlar "oybirliği" ile verilmelidir. Oybirliği şartı, parti kapatma gibi, ülkenin geleceğini ciddi ölçüde etkileyen bir kararın, hiçbir hukuki
tartışma götürmeyecek şekilde verilmesini sağlamak içindir. Oybirliği, hukuki kesinliği ifade eder; oyçokluğunda ise, her zaman, bir şüphe, kesinliğe aykırı bir durum mevcuttur.
Anayasa değişikliği hemen yapılmalıdır. Anayasa'nın 138. maddesi, sadece, devam eden davalar hakkında TBMM'de görüşme yapılmasını engellemektedir; anayasa değişikliği dahil, hukuki düzenleme yapılmasına engel değildir. Ayrıca, kapatma davaları devam ederken yapılmış anayasa değişiklikleri de bulunmaktadır; 2001'de Fazilet Partisi hakkındaki dava, 2002'de AK Parti hakkında dava devam ederken anayasa değişiklikleri yapılmıştır. Şu anda, AK Parti ile ilgili dava olmasaydı, DTP ile ilgili dava devam ediyorken anayasa değişikliği yapılmış olacaktı. Kapatma davası varken değişiklik yapılmaz dersek, Türkiye'de, parti kapatma davaları hiç bitmeyeceğinden, kapatma ile ilgili anayasa değişikliği yapmak imkânsız hale gelecektir. Üçüncü önemli adım ise, erken seçim kararıdır. Bütün bu siyasi projeler erken seçimin yapılamayacağı üzerine kurulmuştur. Erken seçim kararı, projeyi çözecek en önemli adım olabilir.
Kapatma davalarında
küçük büyük parti ayrımı yapmamak gerekmektedir. Ancak, AK Parti ile ilgili kapatma davasında önemli bir boyut gözden kaçırılmamalıdır. Seçimden yeni çıkmış ve TBMM çoğunluğunu elinde bulunduran bir partiyi kapatmak, egemenliğin kaynağı ile ilgili bir temel sorunu ortaya koymaktadır. Bu adımda, millet iradesini belirleyici saymamak, seçilmemiş iktidarın asli belirleyici unsur olduğunu göstermek gibi bir yaklaşım gözlenmektedir. Mevcut kapatma davası çerçevesinde AK Parti'yi savunmak söz konusu olamaz; artık savunulan, hukuk devleti ve demokratik siyasi hayattır.
DOÇ. DR. MUSTAFA ŞENTOP - MARMARA ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ
ZAMAN