İkinci Meşrutiyet, İttihat ve Terakki’ye
iktidar yolunu açtı. Bugün
Türkiye, bu anlayışın “
darbecilik, suikast, jakobenlik,
halka rağmen halkçılık” argümanlarını kullanan
Ergenekoncu, ulusalcı yapı ile hesaplaşmaya çalışıyor.
Tarih kitapları, İkinci Meşrutiyet’i “29 yıl askıda kaldıktan sonra
Osmanlı Anayasası’nın (Kanun-i Esasi) 24 Temmuz 1908’de yeniden ilan edilmesiyle başlayan ve 5
Kasım 1922’de
Osmanlı Devleti’nin tasfiyesiyle sona eren dönem” olarak tanımlıyor. İçinde bulunduğumuz hafta II. Meşrutiyet’in ilanının 100. yıldönümüne denk geliyor. Bugün yaşanan pek çok
tartışmadan iktidar mücadelesine, çete, komitacılık, kuvvacılık, vatan kurtarmak için kurulan
derin devlet yapılanmalarına kadar pek çok unsurun kökenleri bir ölçüde o dönemlere dayanıyor. İttihat ve Terakki hareketi Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ortaya çıkan v
e devletin ancak Batılaşma ve pozitivist düşünceyle kurtulabileceğini düşünen seçkinci bir kesimin ‘vatan kurtarmak’ adına gizli
örgütlenmesinden, kendi konjonktürüne göre belki de haklı gerekçelerle ‘gizli iktidarından’ ve nihayetinde koskoca Osmanlı Devleti’nin çöküşünden mesul bir anlayışı da temsil ediyor.
1908-1922 arasındaki 14 yılı kapsayan bu dönemde, Türkiye parlamenter
demokrasi, cumhuriyet,
seçim, siyasi parti, diktatörlük, askerî darbe, suikastlar, kuvvacılık gibi olgularla tanıştı.
Balkan Harbi, Trablusgarp ve Birinci Dünya
Savaşı’nı yaşadı ve altı asırlık bir imparatorluğun dağılmasına tanıklık etti. Ve nihayet
Cumhuriyet kuruldu. İttihat ve Terakki,
Rusya’da yaşanan (1905) devrimden sonra yaygınlık kazanan askerî ve bürokratik kadrolarda yapılanan ve
taraftar bulan örgütlü ve gizli muhalefetin adıydı. Rumeli vilayetinde, 3.
Ordu’nun merkezinin bulunduğu
Selanik’te en güçlü yapılanmalar oluşmuştu.
İbrahim Temo ve arkadaşlarının, hareketin ilk nüvesini
Askerî Tıbbiye Mektebi’nde İttihad-i Osmani Cemiyeti adıyla kurdukları dönemde(1889)
Fransız ihtilalinin de 100. yıldönümüydü.
Paris’teki etkinliklere o dönemde Osmanlı hükûmetini temsilen katılan Ahmet Rıza Efendi’nin görevinden
istifa edip
gazeteciliğe atılması ve
Fransa’da kurduğu İttihat ve Terakki isimli
dernek bu hareketin temel taşlarından biri olur. İş Paris’le sınırlı kalmaz,
Kahire ve
Cenevre hatta
Londra ve Napoli’ye kadar uzanır. Sonra
Makedonya ve
İstanbul’da popülerleşir. Tartışma konusu Yeni Osmanlıcılık, yani Jön Türkler’dir.
İTTİHATÇILIĞIN MAKUS TARİHİ
Padişah II.
Abdülhamit yurtdışındaki bu oluşumlara müdahale eder. İttihat ve Terakki’nin en çok güçlendiği
bölge olarak bilinen Selanik’teki birlikler 1903’ten itibaren Makedonya İsyanı’nı bastırma mücadelesinde yer almış; Bulgar ve Makedon devrim örgütlerinin mücadelelerinden etkilenmişlerdi. Ve en sonunda ortaya çıkan çeşitli örgütler 1907’de yurtdışındaki devrimcilerle irtibat kurarak Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında birleşecek, siyasal bir akım hâline geleceklerdi. Temmuz 1908 başlarında ise İttihatçıların ‘devrim’ hareketi hız kazanacaktı. 3 Temmuz’da
Binbaşı Resneli Niyazi Bey, ardından Binbaşı Enver Bey
isyan ederek dağa çıkacak, 7 Temmuz’da teftiş için gönderilen Şemsi Paşa Manastır’da bir İttihat ve Terakki fedaisi tarafından vurularak öldürülecekti. 20 Temmuz’da İttihatçıların sesi daha da yükselecek,
Arnavutluk kurultayında meşrutiyetin derhal ilan edilmemesi hâlinde İstanbul’a yürüme kararı alacaklardı.
22 Temmuz’da II.
Abdülhamid, Sadrazam Ferit Paşa’yı azlederek yerine liberal bir isim olan Sait Paşa’yı getirdi. 24 Temmuz’da ise
padişahın isteğiyle Kanun-i Esasi’yi yeniden yürürlüğe sokan
kararname ilan edildi. 17
Aralık’ta ise seçimlerin ardından
Meclis-i Mebusan tekrar çalışmaya başladı. Ancak
ülkeyi perde arkasından yöneten İttihat ve Terakki’ye karşı tepkiler sürdü. 6
Nisan’da
muhalif gazeteci Hasan Fehmi’nin öldürülmesi, 13 Nisan 1909’da bazı askerî birliklerin isyanı, 31
Mart ayaklanması ve nihayet
27 Nisan 1909’da II. Abdülhamid’in bu ayaklanmadan sorumlu tutularak tahttan indirilmesi ve Bab-ı Ali baskınıyla filmin sonu belli olmuştu. Sonrasında gelişen hadiseler; Balkan Harbi, Trablusgarp,
Çanakkale ve
Birinci Dünya Savaşı koca imparatorluğun sonunu getirecekti.
İttihat ve Terakki zihniyeti o günden sonra Devlet-i
Aliye-i
Osmaniye’nin yıkılışının, suikastlar, gizli örgütlenmeler, komitacılık ve darbeciliğin simgesi, bir milletin kırılma noktası olarak görülüp anıldı. Halka rağmen halkçılık, devleti kurtarmak adına her şeyi meşru görmek belki de problemin başladığı yerdi. Ne acı tesadüftür ki, 100 yıl sonra Türkiye 1908’i aratmayacak tartışmalarla yeni bir döneme geçiyor. Ancak bu kez ibre demokrasi ve
özgürlüklerden, büyüyen Türkiye’den yana. Peki dünün İttihat ve Terakki zihniyeti ile bugünün ‘ittihatçıları’ arasında bir bağ var mı? neo-ittihatçılık, ulusalcılık, vatansever dernekler, Ergenekon ne kadar dünün ittihatçılığının mirası üzerinde oturuyor? Yoksa bugün yaşananlar dünün İttihat ve Terakki zihniyetinin sadece darbeciliği, suikastları, halkı yeniden dizayn etme emelleri ve jargonlarını kullanan kötü bir
kopyasından mı ibaret?
İTTİHAT VE TERAKKİ ELİT DEĞİŞİMİYDİ, 100 YIL SONRA TERSİNE DEĞİŞİM YAŞANIYOR
Prof. Dr.
Mümtazer Türköne, Osmanlı’nın son dönemlerine tekabül eden 100 yıl önceki süreçte seçkin (elit) değişimi yaşandığını söylüyor: “Bugün de benzer bir elit değişimi yaşanıyor. İttihat ve Terakki’nin 1908 devrimi önemli bir seçkin değişimiydi. Asilzade sisteminin doğmasını engelleyen müsadere sisteminin 1828’de kaldırılması
paşazedelerin ve yeni bir elitin (aristokrasi) oluşmasını beraberinde getirdi. 1908 Meşrutiyeti,
toplumun alt tabakasından gelen Rumeli kökenli
gençlerin bu elitleri devirmesidir. Paşazade ile Harbiyeli aynı yerden
mezun oluyor. Harbiyeli dağ bayır koşuyor. Paşazadeler rütbe alıyor. İşte bu tepkilerle büyüyen İttihat ve Terakki’ye mensup olanların neredeyse tamamı biraz da sınıfsal ve benzer sosyal kökenden gelir.”
Çok uzun bir dönemi kapsayan bu elit değişimi, 1908’den 1950’lere kadar sürmüştü. 1950’den sonra 27
Mayıs 1960 darbesiyle bu zümre iktidarı tekrar eline geçirdi. Türköne’ye göre, Türkiye çok partili demokratik hayata geçişten itibaren ise, İttihat Terakki elitleriyle, sanayileşme ve şehirleşmeyle ortaya çıkan yeni orta sınıfların (demokratik elitlerin) rekabetini ve mücadelesini yaşıyor. Bu anlamda askerlerin, yargının, üniversite hocalarının iktidar elitleri, İttihat ve Terakki’nin devamı olageldi hep. Türköne bugünkü değişimi, 100 yıl öncekilerin aksine ‘pozitif’ olarak değerlendiriyor: “Demokratik elitler, orta sınıflaşmanın,
küçük ve orta boy işletmelerin
Anadolu’daki değişimi bir yerde komprador (işbirlikçi) büyük
sermaye yerine,
yerli burjuvazi ve sermayenin yükselişi mücadelesi yaşanıyor. Turgut
Özal iktidarıyla oluşan bu yeni sermaye sınıfının ortaya çıkardığı demokrasi talebi,
siyaset ve sosyal hayatın her aşamasını etkiliyor ve yayılıyor.”
Teşkilat-ı Mahsusa mantığıyla hareket eden Ergenekon, tek parti zihniyetinden kurtulamayan
CHP bu değişime direniyor. Jakoben (tepeden inmeci) bir eliti temsil ettiği için dünün Halk Partisi de bugünün CHP’si de İttihat ve Terakki anlayışının devamı olarak görülüyor.
DÜNDEN BUGÜNE İTTİHATÇI SÖYLEM NASIL DEĞİŞTİ?
İttihat ve Terakki’nin 2. Meşrutiyet sonrası ortaya koyduğu
politikalarla, bugünün kimi siyasi yaklaşımları arasında bazı paralellikler veya süreklilikler olduğu hemen göze çarpıyor. Örneğin son 25 yıla damgasını vuran ‘irtica’ kavramı, ‘vatan elden gidiyor’ feveranı İttihatçı çevrelerin gündeme getirdiği kavram ve konseptlerdi. Kuşkusuz sonradan ilericilik-gericilik ekseninde yeniden üretilen bu söylem, 31 Mart olayı sonrası yaygınlık kazandı. Bu söylemin arkasında Jön Türklerin benimsediği Comte’çu felsefenin, ilerlemeci ve 18. Yüzyıl aydınlanmacılığının etkisi vardı. Zaten cemiyetin adı İttihat ve Terakki yani “birlik ve ilerleme” idi. Zamanla İttihat ve Terakki’ye muhalefet eden her yaklaşım için benzer bir tanımlama yapılacaktı.
Aynı yaklaşım Cumhuriyet döneminde de karşımıza çıktı. Örneğin bizzat
Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı Fethi Bey tarafından kurulan Serbest Fırka’ya ilişkin olarak, Halk Partisi’ni destekleyen basın tarafından, “
İrticacıların, komünistlerin ve azınlıkların fırkası” gibi
manşetler atılıyordu. Dönemin mülki amirleri de bu tür
propaganda işine girişmişlerdi.
Kocaeli Valisi
Adapazarı’nda Serbest Cumhuriyet Fırkası için çalışan aydınları tutuklatmış ve gerekçe olarak da “gericiliği” göstermişti(99 Günlük Muhalefet, Serbest Cumhuriyet Fırkası, İletişim Yayınları).
İttihatçıların etkin olduğu dönemde, genel korku, imparatorluğun dağılması ve parçalanması idi. Nitekim bu korkular o dönemde büyük ölçüde gerçekleşti. Balkan Harbi, Trablusgarp ve Birinci Dünya Savaşı derken, imparatorluk tamamen bir yıkıntı hâline geldi. Birinci Dünya Savaşı sonrası Anadolu’da yaşanan işgale karşı oluşturulan Müdafaa-i Hukuk dernekleri ve Kuvayı Millîye örgütlenmeleri, işgale karşı haklı bir direniş başlatan örgütlenmelerdi ve kuruluş sürecinde bazı İttihatçı kadroların önemli katkıları olmuştu.
İTTİHATÇILIK, KUVAY-I MİLLİYECİLİK VE YENİDEN KUVAY-I MİLLİYE
Ancak ilginç şekilde Cumhuriyet sonrasında da ‘Yeniden Kuvayı Millîye’ söylemi 1960’larda sol çevrelerde yaygınlık kazandı. Doğan Avcıoğlu,
Mümtaz Soysal,
İlhan Selçuk, İlhami Soysal’ın çıkardığı Yön
dergisi ve Mihri Belli’nin temsil ettiği Millî Demokratik
Devrim hareketi bu söyleme sıkı sıkı sarılmaktaydı. Onlara göre, ülke fiili olmasa da gizli bir işgal altındaydı. Bu nedenle yeniden bir kurtuluş savaşına ihtiyaç vardı. Bu mücadelenin de öncülüğünü, asker-
sivil aydın zümre yapacaktı.
27 Mayıs 1960 darbecileri ve Halk Partisi’nden, üniversite ve askeriyedeki bürokratlara kadar uzanan bir kesimin ‘tavizsiz desteği’ cuntacılığı çok partili siyasi hayatın bir parçası hâline getirdi âdeta. Siyasi analist
Hüseyin Kocabıyık’ın
tarifiyle, 27 Mayıs darbesi, 1908’den beri gizli iktidarını sürdüren İttihatçıların 10 yıl bile halk iradesine tahammül edemediğinin ve tekrar hortladığının göstergesiydi.
Travma,
Başbakan Adnan
Menderes ve iki bakanının asılmasıyla sınırlı değildi. Bundan sonra 14 Mayıs 1950 seçimleriyle devlet
yönetimine giren yeni aktör ‘millî iradenin’ yani halkın önü her fırsatta, darbe, cunta, muhtıralarla kesilecekti. ‘Sürekli darbe’ kavramı yürürlüğe alınmıştı. Her ne kadar
12 Mart ve 12
Eylül darbeleri, solda büyük hayal kırıklıkları yaratıp ordu ve Kemalizm konusunda daha eleştirel yaklaşımları beraberinde getirmiş olsa da 1990’ların sonuna doğru eski hastalıklar yeniden nüksetti. Yeniden canlanan ulusalcılık anlayışında, 28
Şubat süreci önemli bir dönüm noktası oldu. Millî
Güvenlik Siyaset Belgesi’nde bile ‘irticanın’ öncelikli iç tehdit olarak benimsenmesi, kimi cuntacı hayalleri yeniden canlandırdı. Bunu kullanmak isteyen çevrelerin ‘argümanları’ tamamlanmış oldu bir yerde.
1999 yılıyla birlikte,
AB süreci ulusalcı akımları tetikleyen başka bir unsur oldu. Soğuk savaş sonrası dünyada oluşan güç dengeleri ve Türkiye’de yaşanan dönüşüm süreci ile birlikte ortaya çıkan iktidar mücadelesi, işin bir başka boyutunu oluşturdu. 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra mantar gibi çoğalan vatansever ve Kuvvacı dernekleri de bu fotoğrafın içine eklemek gerekiyor.
Ancak geçmiş dönemden farklı olarak, kimi sağ milliyetçi unsurlarla, sol ulusalcı unsurlar, ‘Kızılelma’ koalisyonu adı altında bir araya gelebildi. Kuşkusuz bazı politikalarda uzlaşma bu birlikteliğe zemin hazırladı. Son dönem İttihatçı yaklaşım ve politikalarının temel unsurlarını belki de şöyle sıralamak gerekiyor: Daha çok slogana dayalı ABD ve AB karşıtlığı, statükoculuk temelinde küresel kapitalizmi eleştirme,
Kıbrıs meselesinde mevcut durumun ne pahasına olursa olsun sürdürülmesi,
Kürt sorunu ve 1915 olaylarında resmî tezlere bağlılık, Rusya-Çin gibi ülkelerle
Avrasyacı
ittifak, milliyetçiliğin zaman zaman ırkçı bir temelde
yabancı düşmanlığı, azınlıkları potansiyel
ajan görme anlayışı gibi yorumlanması.
‘MÜTAREKE BASINI, SOROSÇULAR,
SEVRCİ SATILMIŞ İKTİDAR!’ Bu temalar günlük dile çevrilirken, ABD ve AB’nin Türkiye’yi bölmeye çalıştığı, Türkiye’nin her yandan kuşatıldığı, Sevr’in hortlatıldığı, yabancıların ülkeyi istila etmek istediği türden propagandalar eksik olmadı. Dilleri bile İttihatçıydı, ulusalcıyız diye sahneye çıkanların. Hem yeniden Kuvayı Millîye hareketi için düşmandan bol ne vardı ki? Anlaşılmayan şey ise 100 yıl önce işgal altında vatan toprakları vardı. Bugün ise sözde işgal altında vatan topraklarında işbirlikçi İslamcı, Kürt, liberal, sözde solcu kimi kesimler yaşıyordu. Ve hepsi iç düşmandı. Bu da herkese yeterdi (Ve hepsi demokrasi istiyordu). Bugünün neo-ittihatçıların dünün İttihatçılığının kötü kopyası olması da buradan geliyor bir yerde.
Son yılların ulusalcı yayın organlarının (televizyon, gazete, dergi) jargonu da bu anlamda çok net örnekler içeriyor. Örneğin Türk Solu Dergisi’nin Nisan 2005 tarihli ‘
Ulusal Solun Karargahı Üç Yaşında’ başlıklı makalesinde şu cümleler yer alıyordu: “ABD’nin Türkiye’yi kuşatmak için oluşturduğu
Yahudi-Kürt-
Ermeni seddini
kapak yaptığımızda düşmanın hangi cephelere yığınak yapacağını ve hangi noktalardan Türkiye’ye saldıracağını tespit ediyorduk. Tespitimiz bir bir çıktı. Türkiye’nin çevresi Amerikancı turuncu devrimler ve askerî müdahalelerle sarıldı. Gerçekten de
Ukrayna’dan başlayıp,
Gürcistan ve
Ermenistan üzerinden geçen, kukla Kürt devleti üzerinden
İsrail’e ulaşan ve
Akdeniz’de
Yunan kuşatmasıyla tamamlanan çember son bir yılda hemen hemen tamamlandı.”
Yine son dönemlerde ulusalcılar “mütareke basını”, “mandacılar” gibi suçlamaları siyasi rakiplerine yöneltti. Ancak çoğu İttihat ve Terakki’ye ait bu ifadelere bazı güncel sloganlar da eklendi: Sorosçular, Haçlı İrtica, gladyolar, şucular, bucular... Hâl böyle olunca
hain listesi de hayli uzadı. Yine ulusalcı eğilimiyle öne çıkan ve Hikmet Kıvılcımlı’nın görüşlerini savunduğunu ileri süren Halkın
Kurtuluş Yolu gazetesi
19 Mayıs vesilesiyle kendi internet sitesinde yayımladığı, “Emperyalistleri; Birinci Kurtuluş Savaşçıları Geldikleri Gibi Gönderdiler. İkinci Kurtuluş Savaşçıları bir daha dönmemek üzere gönderecekler” başlıklı yazısında aynen şu ifadelere yer veriyordu: “Birinci Kurtuluş Savaşçıları, sadece dış düşman emperyalistlere karşı mücadele vermediler. Emperyalistlere bel bağlamış, benliklerini emperyalistlere satmış, ülkenin kurtuluşunu mandacılıkta gören Damat Feritlere, Ali Kemallere, Sait Mollalara, Rıza Tevfiklere karşı da mücadele verdiler. 2008’in 19 Mayıs’ında Mandacılar Cephesi genişlemiş durumda. 85 yıl önce ülke topraklarından kovduğumuz, Birinci Ulusal
Kurtuluş Savaşı’nın mantıkî sonucu olan Sosyalizme ulaşmadığı için ülkeyi yeniden işgale koyulan emperyalist canavarlar, hatırı sayılır mandacıları da etraflarında topladılar. Yerli Parababaları (
TÜSİAD,
TİSK,
TOBB,
MÜSİAD), Ortaçağcı Şeriatçı Tayyipgiller, p… medya kalemşörleri, gafilliğinden AB-D yolunu savunan, bu karanlık yolu da solculuk sanıp bu cephenin içinde yer alan Sahte Solcular, hainliğinden AB-D kucağında
gönüllü yer alan Sorosçu uşaklarla, Sevr’ci Satılmışlar Cephesi, 85 yıl öncesine göre bir hayli genişlemiş durumda. Genişlemiş bu Sevrci Cepheyle, Mandacılar tarafından Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla elde ettiğimiz bütün kazanımlarımız, tüm değerlerimiz yok edilmeye çalışılıyor…”
Bugün lideri ‘Ergenekon
terör örgütü’ soruşturması kapsamında tutuklanan
İşçi Partisi bu konuda özellikle son dönemde daha ilginç politika izledi. 22 Temmuz seçimleri sonrası kaleme alınan parti bildirisinde seçimler sonucu oluşmuş parlamento ‘gayrimeşru’ sayıldı örneğin. “Cumhuriyet yıkıcılarını ve hortumcuları herkesin gözü önünde Meclis’e doldurmuşlardır. Abdullah
Öcalan, Meclis’te grup kurmuş ve
PKK fiilen yasallaştırılmıştır. İstiklâl Savaşı’yla denize döktüğümüz ve ezdiğimiz kuvvetlerin istedikleri olmuştur. Emperyalist Batı basını, seçimin sonucunu ‘
Türkiye Cumhuriyeti’nin sonu’ başlıklarıyla ilan ediyor.
Atatürk’ün
Çankaya’sı da, Haçlı irticanın tehdidiyle karşı karşıyadır. Tayyip Erdoğanlar, gündeme getirdikleri Anayasa değişikliğiyle yaşadığımız karşıdevrimi temel hukuka yansıtma girişimi içindedirler.”
‘ERGENEKON VE ULUSALCILIK, DEMOKRASİYE DİRENMEK DEMEK’
Seçimler gayrimeşru olunca, halk bilgisiz görülünce, vatan elden gitme
tehlikesi ile karşı karşıya kalınca, o zaman ulusalcılar açısından hangi yol mübah? Tabii ki cuntacılık. İttihatçılar da aynı şeyi yapmamışlar mıydı? Önce provokasyonlar ve çeşitli
cinayetler, suikastlar… Ardından Balkan Savaşları sırasında “Kamil Paşa hükûmeti
Edirne’yi, ülkeyi satıyor” diyerek, Bab-ı Ali baskını ile ilk darbeye girişilmişti. Böylece bütün muhalefeti hainlikle suçlayıp, kendilerini ülkenin gerçek sahipleri olarak görmüşlerdi.
Gazeteci Yazar Mustafa Akyol, 1908 komitacılığı, örgütlenmeciliği, çeteciliği, Kuvvacılık gibi kavramların 2000’li yıllarda ‘örgütlü’ olarak yeniden inşa edilmeye çalışılmasını ‘demokratikleşmeye direnmek’ diye tanımlıyor. Akyol, “1918 Türkiye’sinde Kuvayı Milliye ihtiyaçtı, bugün Kuvvacılık yapmak isteyenler, beğenmedikleri halk kesimlerine karşı örgütleniyor. Hiçbir yerde
İngiliz, Fransız ordusu yok, işgal de yok. Kuvvayı Millîye o gün meşru idi. Bugün AB sürecine, demokratikleşmeye direniyorlar. Sözde iç düşmanlara karşı mücadeleleri, Kurtuluş Savaşı ve değerlerini jakoben ideolojilerinin tekeline alma girişimidir. Bugün Kuvvacılıktan bahsetmek, çeteciliktir, darbeciliktir.” diyor.
Katı Kemalizm ve pozitivist
laiklik anlayışı dünün İttihatçılarında yoktu. Bugünün İttihatçılarının çıkmaz sokaklarından en önemlileri bunlar. Bu değerlere de inandıkları için değil, kullanılması gerektiği için sarılıyorlar. Akyol, Ergenekon yapılanmasını yeni ittihatçılığın bugünkü hâliyle en marjinal ve il
legaliteye kayan kısmı olduğuna inanıyor: “Bugün ulusalcılık cephesi var. Yanlış da olsa bu düşüncenin toplumda var olma hakkı var. Ancak Ergenekon bunun yeraltına inmiş, toplumu eyleme geçirmek isteyen kısmı gibi. Faili meçhul, darbe, suikast gibi yöntemlerle ulusalcı projeyi illegalite ile hayata geçirme amaçları var. Aklı başında ulusalcılığı savunanların bunu reddetmesi lazım. CHP dahil, ulusalcı politikayı benimseyenler Ergenekon’u savunarak ‘bizim çocuklar’ mantığına gidiyorlar. Ki bu çok tehlikeli.” Mustafa Akyol’a göre Süleyman
Demirel’in meşhur lafının yeni versiyonu CHP lideri ve elitlerince kurgulanıyor: “Kimse bana ulusalcılar adam öldürdü dedirtemez!”
Bir başka tehlike ise Akyol’a göre, Ergenekoncuların hem ‘
terör örgütü’ kurmaktan hem de bunu Atatürkçülük ve Kemalizm ideolojilerinin arkasına sığınarak yapmaktan yargılanacak olmaları. Akyol;
“CHP’nin idealindeki Türkiye ile Ergenekon’un idealindeki Türkiye arasında ne fark var?” sorusunu yöneltirken önemli bir tahlile kapı aralıyor: “Bu ideolojik akrabalık CHP’lileri Ergenekonculara ‘bizim çocuklar’ diye bakmaya yöneltiyor.”
NEO-İTTİHATÇILIK DA NEYİN NESİ?
Peki neo-ittihatçılar kim? Ergenekon ve ulusalcılık İttihatçılığın neresinde? Belki de asıl önemli soru İttihatçı zihniyetin Türkiye’deki bunca değişime rağmen 100 yıl boyunca siyasi ve sosyal hayatta nasıl diri kalabildiği? Bu soruların cevabını verirken Doç. Dr.
Bekir Berat Özipek, ulusalcılığı, İttihatçı mantalitenin 2008’deki bir görünümü olarak tarif ediyor: “İttihatçılık bürokratik bir yapıya, asker-sivil
bürokrasinin elindeki bir devlete ve elitlerine işaret ediyor. Bir sosyal kesimin hakimiyet kurma ideolojisidir ittihatçılık. Ayrıcalıklı konum istiyorlar. Bunu meşrulaştıracak bir şey lazım.
Vatanı kurtarmak. Müsait değilse, kurtarmaya müsait hâle getirmek. İktidara el koyabilmek için genel bir yarar üzerine oturtmak gerekiyor. İttihatçı bir dar zümre iktidara el koymak istedi, kendine meşrulaştırıcı dünya görüşü oluşturdu. O zaman bunun sosyal tabanı (Osmanlı’da) asker-sivil bürokrasi, devletçi sermaye eşraf diye adlandırılabilecek üç kesimin üstüne oturuyordu. Yukarıdan aşağıya halkı yeniden dönüştürme fikri hâkimdi. Adem-i merkeziyetçilik, özgürlük ve demokrasiye yaşama hakkı tanımayan bir yaklaşım İttihatçılık. Topluma rağmen toplumu kurtarmayı öngörüyor. Asıl dertleri ise dün olduğu gibi bugün de kendi pozisyonlarını kurtarmak!”
“Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” sözü son dönemde belki de ulusalcı cephenin en çok kullandığı argüman. Son tartışmalarla bu söz, “Söz konusu ulusalcı, Ergenekoncu, İttihatçı anlayışın hâkimiyeti, ayrıcalıklı pozisyonunun korunması ise gerisi teferruattır” hâlini aldı adeta. Doç. Dr. Özipek, halkı sopayla adam etmeyi öngören bu anlayışın yeni versiyonu olarak takdim edilen ‘neo-ittihatçılık’ için de aynı cümleleri kuruyor: “Bu da İttihatçılıkla aynı temelden geliyor. Osmanlı’yı
batıran, savaşa sokan zihniyetin devamı bu. Kendisi iyi gördüğü şey adına, bütün toplumu dönüştürebileceğini, değiştirebileceğini düşünüyor.
Şiddet kullanarak siyasi fikrini empoze etmekten çekinmiyor. Dar bir siyaset algısı var, buna dayanarak ‘vatanı kurtaracak çözümler’ buluyor. Yaptıkları hiçbir şey kendi zümrevi çıkarlarından bağımsız değil. Sevmedikleri iktidar geliyorsa, darbe yaparak bunu indirmeyi düşünüyorlar.” Yani bunun adı düpedüz cuntacılık ve darbecilik.
PARTİLERDEKİ İTTİHATÇI DAMARLAR
Peki bunun karşısında ne var? “Evrensel değerler,
insan hakları,
Avrupa Birliği kriterleri. Halk bu yüzden her seçimde talep ettiği bu yeni standartlara erişmek için, vatan satılıyor, içe kapanalım diyenlere değil, bu değerleri, özgürlüğü, daha çok demokrasi diyenleri destekliyor.” İttihatçılığın 60 yıldır aşamadığı en önemli eşik ‘
sandık’, yani millet iradesi. Özipek’e göre dünün İttihatçılarına nazaran (Osmanlı ve Cumhuriyetin ilk dönemi) bugün yaşanan en önemli fark; sağ ve sol ayrımı yapmaksızın Türkiye’nin demokratlarının da artık bir araya gelebilmesi. Üstelik bunu İttihatçı gizliliğin aksine, şeffaf ve demokratik teamüller çerçevesinde barışçı yollar ve yöntemlerle gerçekleştirebilmesi.
Asıl tehlike ise CHP’nin içinde olduğu gibi
AK Parti’de ve diğer siyasi oluşumlarda da İttihatçı bir damarın varlığı. Birey haklarından çok devleti, insan hakları ve demokrasi yerine vatanı milleti kurtarmaktan bahsetmeleri ise bu tip AK Partililer için ‘turnusol kâğıdı’ vazifesi görüyor. Doç. Dr. Özipek, Ergenekon iddiaları için de farklı bir yorum getiriyor: “Ergenekon, iddialar doğruysa, hükûmeti yıkmak, darbe yapmak, toplumu yeniden dizayn etmek planları yapan bir örgüt ile karşı karşıya isek, bu İttihatçılığın bugünkü versiyonlarından biriyle yüzleşmek üzere olduğumuzu gösterir. Ve bu yapı artık birbirinden çok farklı siyasi anlayışta olanlarla bile beraber hareket edebiliyor. (Sol-sağ ayrımı kalkmış) İç içeler. Bu İttihatçılığın, uç kanatları da siyasi tutum olarak artık bir araya getirebildiğini gösteriyor.” Bu ise onlar için başarı, demokrasi ve ülke geleceği için tehlike demek.
ERGENEKON TERÖR ÖRGÜTÜNÜN ‘İTTİHATÇILIĞI’
Ümraniye’de bir gecekonduda 27 el bombasının ele geçirilmesiyle başlayan ‘Ergenekon terör örgütü’ soruşturmasında iddianamenin teslimiyle geçen hafta kritik bir dönemece girildi.
Basına sızan bilgiler ve yayımlanan Ergenekon belgeleri üzerinden bu örgütün İttihatçılığının da masaya yatırılmasında fayda var. Ergenekon terör örgütünün temel belgesi olarak anılan ‘Ergenekon Analiz Yeni Yapılanma Yönetim ve Geliştirme Projesi’ (İstanbul 29
Ekim 1999) belgesi girişinde Atatürk’ün kalpaklı, İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeliği yıllarına ait bir fotoğrafını kullanmış olmaları bile başlı başına ilginç. Üstelik fotoğrafın altında “Mütarekeye rağmen aldığı önlemlerle ordunun ayakta durmasını sağladı” cümleleri yer alıyor. Hüseyin Kocabıyık’ın kötü kopya, Mustafa Akyol’un ise Atatürkçülüğü kullanıyorlar, tespitlerinin delili ta işin başında ‘Ergenekon’ yapılanması kurgulanırken var belki de. Ve Atatürk’e ait değerleri pervasızca kullanma alışkanlığı da var.
Aynı belgenin girişinde ne ilginçtir ki şu cümleler yazılı: “Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını tümüyle ortadan kaldırmaya yönelik çabalar, dış odaklı olmaktan çıkıp, yerli işbirlikçilerin gönüllü katkılarıyla ülke içinde de yıkıcı güç odaklanma noktasına ulaşmıştır. 1914 yıllarında İstanbul, dış ülkelerin istihbarat ajanlarının cirit attığı, pek çok
yandaşlarının olduğu, dileklerini gerçekleştirebildikleri bir dünya kentine dönüşmüştü. Bugün de böyledir. Çünkü savaş sürdürülmektedir. Ve bu savaşın tek amacı vardır: Bölerek, parçalayarak Türkiye Cumhuriyeti’ni Yıkmak!”
Ergenekon’un asker ve sivil bürokraside örgütlenmeyi salık vermesi de bu yapının ‘İttihatçı’ zihniyetle çakıştığı yerleri gözler önüne seriyor. Dünün İttihatçılarına fark attıkları yerler ise belki de teknoloji ve sivil toplum kuruluşları yaklaşımındaki farklılıklardan geliyor. Mesela, “Ergenekon’un kendi kuracağı sivil toplum örgütlerine ihtiyacı vardır (…) Ergenekon, Türkiye’de faaliyet gösteren tüm sivil toplum örgütlerini
kontrol altına almalıdır. Bu bir zorunluluktur. Çünkü, bu örgütlenmelerin
finans kaynakları dış ülkelerdir (…) Ergenekon’un
üretim tesislerine, ticari holdinglere ve bankalara ihtiyacı vardır. Hem de doğrudan ve mutlak sahibi olarak.” gibi başlıklar altında örgütlenmeye
modern bir yaklaşım getirilmiş. Bu yaklaşım medya, uluslararası ticaret, bankacılık, ilaç ve
kimya sanayii, taşımacılık ve her türlü illegal işlere (
uyuşturucu ticareti,
silah kaçakçılığı) kadar uzanmış. Naylon şirketler, ulusalcı
mafya,
naylon terör örgütleri gibi plan ve projeler ise tüyler ürpertici. Hepsinin temelinde ‘iktidar olmak için
gizlilik’ prensibi, Türkiye’yi perde arkasından yönetme sevdası ve hedefi var.
Dinamik Ulusal Güç Birliği & Kuvayı Milliye Cephesi adlı belgede yer alan bilgilerde Türk gençliğini örgütleme formülleri bakın nasıl yazılmış: “Dinamik adı verilen bir çalışmada, Türkiye Ulusal Güç Birliği Gençlik, dinamik unsur olarak değerlendirilmiştir. (…) Aynı düşünceden yola çıkarak ‘Kuvayı Milliye Cephesi’ adıyla sokaklardaki başıboş, amaçsız, işsiz ve umutsuz (lümpen) gençlerle tarikat okullarında kökten dinciliğe koşullandırılarak rejim düşmanı hâline dönüştürülen ve kapatılmasına karşın
Ülkü Ocakları’nın etkisindeki gençliğin eğitilerek bilinçlendirilmesi ve Kemalist ideolojiye kazandırılması hedeflenmiştir. Ayrıca, Ulusal Güç Birliği’ne bağlı olarak faaliyet gösterecek olan yerel ve bölgesel Kemalist direniş örgütlerinden başkaca, Millî Mücadele yıllarında kurulan örgütlerin günümüzde yeniden kurulması ve faaliyete geçirilmesi uygun görülmüştür.”
ERGENEKON’A GÖRE 28 ŞUBAT III. MEŞRUTİYET
Aynı metinlerin arasında yer alan “Anadolu toprakları üzerinde, evrensel devrim ve demokrasi prensipleri ile Millî Demokratik Devrim sürecinde, ilk Türk
gençlik hareketlerinin 1876’da baş gösterdiği gözlenmiştir. I. Meşrutiyet’i getiren ‘Genç Osmanlılar’ ile II. Meşrutiyet’i getiren ‘Jön Türkler’ hareketi olmuştur. Bu hareketler içinde yer alanların çoğunluğunun aydın gençler ve öğrencilerden oluştuğu bilinmektedir.” ifadeleri de yaklaşımı net olarak ortaya koyuyor.
25 Kasım 1999 tarihli ‘Devletin Yeniden Yapılanması’ belgesinde Cumhuriyet Devrimi Hükümeti için seferberlik koşulları anlatılıyor. Bu belgede 28 Şubat süreci için dudak uçuklatan bir değerlendirme yapılmış: “Türkiye’nin sorunları, bugünkü iktidarları yönlendirerek çözülemeyecek kadar ağırlaşmıştır. 28 Şubat, bir tür Üçüncü Meşrutiyet rolü oynamıştır. Benzetme yerindeyse, Padişahlığa dokunmamış, ancak saltanatı dengelemiştir.” Cumhuriyet aydınlarının örgütlenmesi ve harekete geçirilmesi amacıyla örgütlenmenin ise teori ve program merkezi olarak Avrasya Enstitüsü’nün kurulması planlanmış.
Ergenekon terör örgütü davasını bir de 100 yıl önce başlayan tartışmalar ışığında değerlendirmekte fayda var. Görünen o ki, İttihat ve Terakki zihniyetini bile tekeline almaya çalışan, Atatürk ve Kemalizmi kullanarak ‘kendi dar amaçları’ için her yolu mubah sayan; yeni nesil, biraz da kötü kopya ‘neo-ittihatçılar’ var Türkiye’nin karşısında. Hukukun ve demokrasinin üstünlüğü dışında her türlü yolu deneyen; mafya, uyuşturucu ve kimyasal silah işine girmek, terörle
işbirliği yapmak, naylon terör örgütü kurulmak, yandaş medya ve sivil toplum kuruluşu oluşturmak, yabancı bankaların içini boşaltmak gibi akla hayale gelmeyecek planları yapan bir yapı bu. Adlarını kendileri koymuşlar: Ergenekon. Rejimin gerçek hamisi olduğuna inanıyor Ergenekon. Bu
inanç güç ile birleşince belirlediği ‘iç düşmanları’ karalayıp gözden düşürmek, pasifize etmek, hatta ortadan kaldırmak için yapmayacağı, yapamayacağı hiçbir faaliyet yok. Amaç meşru ise yöntemin legal ya da illegal olması önemli değil. Önemli olan, kimin hangi kriterlere göre düşman ilan edileceği…
AKSİYON