Son 25 yıllık
Türkiye gündeminin
gazetecilik mesleğine getirdiği etik problemleri anlattığı kitabında 28
Şubat dönemine önemli vurgular yapıyor. İşte Zaman Gazatesinde yayınlanan Nuriye Akman'ın Oral Çalışlar Rörortajı:
Bütün hafta 28 Şubat’ı tartıştık. Nasıl ki 27 Mayıs’ın, 12 Mart’ın, 12
Eylül’ün mimarları
hesap vermediği için açılan yaralar iyileşmiyorsa, 28 Şubat’ın da senaristleri, oyuncuları ve seyircileri eteklerindeki bütün taşları dökmedikçe gelecek yıl ve sonraki on yıllar boyunca bu konuları konuşmaya devam edeceğiz.
Burada en büyük görev medyaya düşüyor.
Şeffaflığı savunur görünüp bazı gerçekleri sisler arkasında bırakmayı seçen meslektaşlarına “anlat bakalım” diyebilecek gazetecilere ihtiyacımız olduğu bir gerçek.
Cumhuriyet Gazetesi yazarı Oral Çalışlar onlardan biri. Yeni çıkan “
12 Eylül ve Andıçlanan
Gazetecilik” adlı kitabı, son 25 yıllık Türkiye gündeminin gazetecilik mesleğine getirdiği etik problemleri ortaya koyuyor. 28 Şubat’ın dokuzuncu yıldönümünde soruyor: Kim andıçladı bizi?
28 Şubat döneminde gazeteciler nasıl bir sınav verdiler?
Gazetecilik, her türlü siyasi altüst oluştan, her türlü askerî müdahaleden, her türlü yargısal müdahaleden çabuk etkilenen, en kırılgan mesleklerden birisi. Toplumun üzerinde etkin bir rol oynadıkları için, bütün
iktidarların ilk halletmeyi düşündüğü yer medya. Bu durumda ilk yumruğu gazeteciler yiyor. Normal zamanda
aslan kesilirken, güç karşısında kediye dönüşmesi nasıl oluyor?
Hiçbir zaman aslan değil gazeteciler. O palavra. Rahmetli Nezih Demirkent demişti ki: “12 Eylül’den önce gazeteler, gazeteci olan patronlar tarafından çıkarılıyordu. O zaman başka bir yerden para aktarma derdi yoktu. Gazeteciler, gazete satarsa para kazanıyorlardı ve o yüzden okuyucuya karşı sorumluydular. 12 Eylül’den sonra büyük
sermayenin medyaya girmesiyle birlikte para kazanmayan ve parasını başka yerden kazanıp burada harcayan işadamları ortaya çıktı ve gazeteciler okura değil patrona karşı sorumlu olmaya başladılar.” O nedenle gazeteci hiçbir zaman aslan, kaplan değil. Gazeteciler, ya siyasi iktidarların ya siyasi iktidarlarla
işbirliği içindeki büyük sermayenin bağlı olduğu sermaye grubunun etkisi altında kalıyor. Hiçbirimiz özgürce yazamıyoruz. Hepimiz kendimize çeşitli sansürler uyguluyoruz. Bu da gazeteciliğin acı kaderinden biri. Ben düşündüğünü en rahat söyleyen insanlardan biriyim. Üstelik bundan dolayı başı belalara girmiş birisiyim. Bir sürü şeyi korkarak yazıyorum. Tabii
baskı dönemleri daha çürütücü. Şimdi düşünün, iki gazeteci,
Cengiz Çandar ve Mehmet Ali
Birand, haksız bir iddia ile kapının önüne kondular hatta
ölüm tehdidi aldılar. Onlara sahip çıkabildik mi!
Gazeteciler Cemiyeti dahil, doğru dürüst bir tepki göstermiyoruz böyle kritik dönemlerde. Çoğunluk susup, oturuyor.
28 Şubat’ın üzerinden 9 yıl geçti. Andıçlama olayı ile ilgili
Oktay Ekşi ve
Ertuğrul Özkök özeleştiride bulundular. Buna rağmen,
cevap bekleyen sorular var mı zihninizde?
Cevap bekleyen soru şu: Bu servisi kim yaptı? Bu sorunun cevabı açık değil mi?
Çevik Bir ile
Erol Özkasnak... Evet onlar olduğu söyleniyor. Bu hâlâ söylenti düzeyinde. Birisi açıktan “Bize bunları
Çevik Bir ya da
Erol Özkasnak gönderdi” demedi şimdiye kadar. Burada bir suç işlendi. Bunun hesabının sorulması gerekiyordu. Çevik Bir’in ve Erol Özkasnak’ın mahkemeye verilmesi gerekir, eğer servisi yapanlar onlarsa. İlk ifadenin gizli olduğu kuralını ihlal ettiler. Yalan ifade düzenlediler. Olmayan bir ifadeyi varmış gibi gösterdiler. Bunu kamuoyuna dağıttılar. Bu suçların ciddi bir karşılığının olması lazım hukukta.
Bunca yıl sonra bu yapılabilir mi?
Hukukçu olmadığım için net bir şey söyleyemem. Ama bizim hakikaten bunun hukuki olarak başvurusunu yapmamız lazım. Ya
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, ya da
mağdur olan meslektaşlarımız yapmalı. Hadi mağdur olanlar can güvenliklerini tehdit altında hissettiler diyelim, neden yanıltılan gazetelerin
yönetimleri bunun hesabını sormadılar? Bunu onlara sormak gerekir. Yapsalar iyi olur. Yeni bir kapı açılmış olur. Bu, mağdur olan meslektaşlarımızın kişisel sorunu değil, bizim mesleki sorunumuz. Bizim mesleki utancımız. Onlardan çok bizim uğraşmamız gerekiyor. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın bu konuyu yeniden gündeme getirip, hukuki sorumlularının ortaya çıkarılması için bir inisiyatif oluşturmaları gerekebilir.
Siz Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu üyesi değil misiniz, niye gündeme getirmiyorsunuz?
Sürekli gündeme getiriyorum köşemde. Ben Cemiyet’te sonuç olarak bir kişiyim. Bu konuyu bu vesileyle gündeme getirmiş olalım. Ben Yönetim Kurulu’na bunu götürebilirim. Kurumsal olarak böyle bir kanunsuzluğa müdahale edebilir miyiz,
hukukçularımıza inceletelim.
Hürriyet ve
Sabah acaba bu yalan haberi, bilemeyeceğimiz sebeplerle yayımlamak zorunda kalmış olabilirler mi?
Ertuğrul Özkök, özeleştiri yazısında, biz biraz haber aşkıyla, bir şey bulduk diye atıldık üzerine diyor… Doğrudur ama, konu bununla sınırlı olabilir mi? O dönemin müdahaleci güçleri, herkesi etkiledikleri gibi gazetecileri de etkiliyorlardı. Çünkü o dönem herkesin üzerinde baskı olduğu bir dönem. Büyük gazeteler belki de, o döneme uygun olan ruh hali içinde bunları yayınladılar. Zafer Mutlu’dan bu konuda neden hiçbir ses çıkmadı?
Zafer’e bunu sormadım. Zaten kişisel olarak sormanın bir manası yok. Ben bunu köşemde, herkesin, Zafer’in de göreceği şekilde yazdım defalarca. Ertuğrul Özkök ve
Oktay Ekşi “Biz burada hata yaptık, yanıltıldık.” dediler. Zafer’den bir şey duymadım. Zafer bu olayı nasıl yorumluyor, merak ediyorum. Bu şekilde kullanılması basının ruh halini bozdu, diyorsunuz kitabınızda. Peki 9 yılda düzeldi mi, hâlâ bozuk mu basının ruh hali?
Basının ruh hali bozuk tabii ki. Düzelmesi de kolay değil. Dünyanın gelişmiş ülkelerinde olmayan olumsuz koşullar bizde var. Bir kere iş güvenliğimiz, örgütümüz, sendikamız yok. Toplu
sözleşme yapamıyoruz. Hangi gazeteci yarınından emin? Patron sizdenhoşlanmadığı zaman hemen görevinize son verir. Hakkınızı arayabilecek hiçbir imkana sahip değilsiniz.
Medya belli
ekonomik grupların egemenliği altında. Bu hareket kabiliyetimizi sınırlandırıyor. Toplumdaki kamplaşma ve gerginlik gazetecileri kendi içinde bulunduğu kesimi memnun etmeye mecbur bırakıyor. Bir tarafın sözcüsü olmaya zorlanıyorsunuz. Gazeteciler çeşitli kurumların veya çeşitli kamplaşmaların tetikçileri olarak da kullanılabiliyorlar.
28 Şubat ruhu sizce hâlâ yaşıyor mu?
Bu 28 Şubat meselesi değil. Evet 28 Şubat’ta İslami kesime yönelik
Refah Partisi üzerinden bir devlet baskısı uygulandı. Bu meseleye onlar yalnızca kendi mağduriyetleri tarafından baktıkları sürece mesafe alamazlar. İslami kesim mağdur olduğu zaman kendi mağduriyeti üzerinden
siyaset yapıyor. Solcular,
Kürtler,
Aleviler de mağdur oldukları zaman kendi mağduriyetleri üzerinden siyaset yapıp, kendilerine
demokrasi istiyorlar. Kimse birbirinin derdini anlamak konusunda gayret göstermiyor. Esas tehlikeli olan bu. Herkes kendine demokrat. 28 Şubat geldi, İslami kesim ayakta. Karşıdakiler ise çok mutlular.
Halbuki toplumsal gruplar birleşik kaplar gibidir; biri çok mutsuzken diğerinin mutlu olması mümkün değil. Onun için burada köklü bir demokratik gelenek yaratmamız, çifte standardı terk etmemiz gerekiyor. Başkasına yapılan baskıları kendinize yapılıyormuş gibi hissetmedikçe bu konuda tavır almadığınız sürece, bu işler çözülemez. Kürt dayak yiyorsa, Alevi kendi kimliğiyle kendini ifade edemiyorsa, İslamcı da kendi dertlerinin tümünü çözemez. Tabii tersi de doğru. Türkiye’de demokrasi isteyen kesimler, İslamcı kesimin kendini demokratik bir şekilde izah etme ihtiyacını görmezse onlar da demokrasiye ulaşamazlar. 28 Şubat ile ilgili gazeteleri karıştırıyorum. İki taraf da kendi sıkıntısını, kendi mağduriyetini veya kendi üstünlüğünü görüyor. Böyle olduğu sürece de hiçbir demokratik çözüm mümkün değil. 28 Şubat’ta İslamcı kesimin bakışında da çok tartışılması gereken yönler olduğunu düşünüyorum. Refah iktidarının
Susurluk’un üzerine yatması 28 Şubat’ı hızlandırdı belki de.
Erbakan Susurluk’un ortaya çıkarılması için yürütülen çabalara ortak olmadı.
Başbakandı, MGK’da “Getirin Susurluk’un dosyalarını” diyecekti... Jandarma Komutanlığı’ndan isteyecekti İçişleri Bakanı Meral Akşener’e “Nedir bunun arkasındaki gerçekler?” sorusunu soracaktı. Yaptı mı bunları? Bunları söylemek yerine, 28 Şubat kararlarının altına
imza attı. 28 Şubat olayını sırf askerlerin müdahalesinin, sırf İslamcıların mağduriyetinin ötesinde toplumsal bir sorun olarak, İslamcıların kendilerine yönelik bir özeleştiri olarak da önemsemek gerekiyor. Herkes eteğindeki taşı dökmeli. Kim ne biliyorsa, ne yaşadıysa anlatmalı. Erbakan anılarını yazmalı. Erbakan neden 28 Şubat’ta Susurluk’u gündeme getirmedi, getiremedi? 28 Şubat biraz da Susurluk’un üstünün örtülmesidir. Bunun kabahati acaba kime aittir?
28 Şubat’ın gelmesi, toplumun laik, anti-laik kamplaşmasına dönüşmesiyle birlikte Susurluk arka planda kaldı. Bu bir tezgah mıydı?
Bunu kestiremiyorum. Susurluk’un tartışılması gerekirken bir anda iş İslamcı-Laik çatışmasına döndü. Birisi bir tezgah mı kurdu, yoksa kendi iç gerginliğimiz mi buraya doğru götürdü bilmiyoruz. Susurluk Türkiye’nin önüne
demokratikleşme ile ilgili büyük bir imkan getirdi ve bu imkan 28 Şubat’la birlikte berhava oldu.
Gazeteciler bugün ne yapabilir?
Kendi aramızda bir centilmenlik anlaşması yapabiliriz. Benim suçlum iyidir, senin suçlun kötüdür tarzını terk edip, nerede ne olduysa,
Sivas katliamının sorumlusuna karşı da, Susurlukçulara karşı da, militaristlere karşı da ortak duruş sergileyecek yeni bir kültür yaratmak gerekiyor. Özkasnak bazı gazetecilerin generallere yaranmak için herkesi ihbar ettiklerini söylemişti. Bu yapıdaki bir basın sizin istediğiniz centilmenlik anlaşmasını yapabilir mi?
Ben umutsuzluk yaymaktan yana değilim. Özkasnak, daha da ileri gidip “
Genelkurmay karargahıyla çalışabilmek için askeri kaynaklı haber kırıntılarını bile
manşet yaparak komutanlara yaranmaya çalışan, karargah bir şey söylemeden haber kaynaklarını ihbar eden kalemler”den söz ediyor. Dünyanın her yerinde iktidar ile medya arasında ilişkilerin ölçüsü tartışılır. Devlet kurumlarıyla, devlet yetkilileriyle veya reklam verenlerle ilişkilerde Avrupa’da bir sınır vardır. Burada mesafeli durmazsanız, meslek etiğine aykırı davrandığınız konusunda sizi uyarırlar. Sizi bir kere uyardılar mı da çok etkili olur bu. Türkiye’de istediğiniz kadar uyarın, istediğiniz kadar
bildiri yayımlayın. Bunların hiçbiri bu mesleği kötü yapanlar için bir dezavantaj sayılmıyor. 28 Şubat’ta
Batı Çalışma Grubu bazı insanları fişliyordu. Gazeteciler de buna dahildi. Ne oldu o fişler acaba? O grup tamamen dağıldı mı?
Kendi adıma bu fişleri görmeyi çok isterim. Çünkü herhalde en çok fişlenenlerden biriyim. Bunun cevabını hükümetten alabiliriz ancak. Ben İçişleri ve Adalet Bakanı’ndan veya Başbakan’dan kimler nasıl fişlediler açıklamalarını beklerim. Başbakan
hapis yattı. Fişlenen insanlardan birisiydi. “Şimdi beni fişlemiyorlar. Diğerlerini fişlemeye devam etsinler” diye mi bakıyor meseleye. Sanırım,
Tayyip Erdoğan’ı fişlemiyorlar artık. Muhtemelen bizi fişlemeye devam ediyorlar. Peki Tayyip Erdoğan bizimkileri durdurdu mu, ne oldu bunlar? Bunun cevabını ben Sayın Başbakan’dan beklerim