İşte Araştırmacı-Yazar Çetin Güney'in çözüm süreci değerlendirmesi....
Çözüm süreci, 91 yıllık Cumhuriyet tarihinde Türk devlet geleneğinin en radikal kararlarından biri denebilir. Türkiye'nin kazanmasına yönelik bir beklenti hakimdi.
Süreç, öncelikle Kürt kimliğinin reddi üzerinden oluştuğu varsayılan devlet ile toplum arasındaki tarihsel yarılmayı tamir edecek ve yurttaşlık aidiyetini güçlendirecekti. Diğer yandan, ülke yarım asra yaklaşan terörün, iktisadi ve sosyal maliyetlerinden kurtularak kaynaklarını daha rasyonel alanlara yönlendirebilecekti. 6-7 Ekim tarihlerinde başlayan kesintili ve düşük yoğunlukta devam eden şiddet içerikli ortam, beklentilerin yönünü değiştiriyor. Ortak kazanımın yerini fiilî durumu kendi lehine çevirmeye çalışan aktörlerin pragmatizmi alıyor.
Büyük umutlar beslenen çözüm süreci bir birikim üzerine inşa edildi. AK Parti, 59. Hükümet'ten başlayarak Kürt kimliğini tanımakla kalmadı, bu kimliğin kamusal ifade imkânlarının önünü de açtı. PKK ve patronajı altında parlamenter siyaset yürüten temsilcisi Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) talepleri doğrultusunda Kürt kimliğinin teritoryal bir alanda hâkimiyetini de içeren “bölgesel özerklik” dahil olmak üzere bir dizi öneriyle nihai çözüm hedefleyen müzakere süreci başladı.
22 Haziran 2014'te Halkların Demokrasi Partisi'ne (HDP) dönüşecek olan BDP, müzakere kanallarını açık tutarak sürece olumsuz yaklaşmadığını göstermişti. Bu sayede yaklaşık iki yıl, ölüm haberlerinin gelmediği, 30 Mart 2014 yerel ve 10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanı seçimlerinin sakin geçtiği ve Türkiye'nin genelinde olumlu bir havanın oluştuğu bir dönem oldu.
Hükümetin Kobani'ye yönelik tavrına HDP'nin kitle inisiyatifini yönlendirerek gösterdiği tepkiyle başlayan 6-7 Ekim olayları bütün bu olumlu beklentileri tersine çevirdi. Aslında bu süreç başından itibaren tarafların pozisyonları doğru tarif edilmeden kurgulanmıştı. Bir tarafta elini taşın altına koymaya hazır olduğunu iddia eden, iç siyasi kaygıları gözetmek zorunda olan AK Parti hükümeti, diğer yanda kuruluşundan itibaren alan hâkimiyetini birincil hedef olarak tanımlayan, şiddeti politik araç olarak gören örgüt (PKK) ve onun tercihleriyle uyumlu olmak zorunda kalan bir parti (BDP) vardı. Bu durum haliyle eşit koşullarda müzakere yürütmelerini imkânsızlaştırdı. Hükümet maksimum düzeyde risk alırken, örgüt daha iyi bir pozisyondaydı. Dolayısıyla tarafların uzlaşmayı hedefleyen bir müzakere dili oluşturması çok zordu. İşte tam da bu noktada sorunlar yaşanmaya başlandı. Özellikle Doğu ve Güneydoğu'da örgütün tek muhatap olarak görülmesi, bölgede var olan diğer dinî ve siyasî aktörlerin çözüm sürecine dâhil edilmemesi, PKK'nın çatışmasızlık ortamında alan hakimiyetini daha da pekiştirmesini sağladı. Hükümet çözüm sürecinin tarafı olarak açıktan PKK'yı kastetmese de İmralı ile BDP ve daha sonra HDP'nin yaptığı görüşmeler, Abdullah Öcalan'ın Nevruz mesajının Diyarbakır'da okunması adres olarak PKK'yı gösteriyordu. Toplumun çok farklı kesimleriyle istişare ederek kamuoyunun desteğini almayı amaçlayan bir tür kamu diplomasisi faaliyeti yürüten “Akiller Heyeti”nin varlığına rağmen bu süreç hükümet ile PKK arasında devam eden müzakere olarak algılandı. En çok mağdur olan ise PKK ve HDP'ye sempati duymayan Kürt vatandaşlar oldu.
6-7 Ekim tarihlerinde Hüda-Par taraftarlarına yönelik saldırılar, Doğu ve Güneydoğu'da şiddet kullanılarak her türlü muhalefet odağının tasfiye edilmesi ya da sindirilmesi ilk defa yaşanmıyor aslında. Bu, PKK'nın geçmişte de uyguladığı temel stratejisi. Doğu ve Güneydoğu'da Türk ve Kürt solu, İslamî duyarlılığı olan Kürt hareketleri şiddet kullanılarak tasfiye edilmiş ve örgüt mantığına uygun, alan hakimiyetini sağlayacak muhalefetsiz, steril alanlar oluşturulmuştu. Bu kez de müzakerelerin devamı uğruna kamu güvenliğinin daraltıldığı bir ortamda her türlü muhalefet odağı yok edilmeye çalışılıyor.
Etnik ve ideolojik homojenleşme
Çatışmasız ortam rahatlama sağlarken aynı zamanda bir yanılsama oluşturdu. Şiddetin yerini yıldırma-sindirme amaçlı faaliyetler aldı. Hükümetin geçmiş yıllardan farklı olarak çatışmasızlık ortamını devam ettirme hususundaki kararlılığını zafiyet olarak algılayan PKK, bu ortamda lojistik altyapısını tahkim etti. Sayısal gücünü de ailelerden zorla veya gönüllü aldığı gençlerle artırdı. Demokratik Özerklik talepleriyle başlayan ve bir tür geleceğe hazırlık olarak tasarlanan devlet benzeri organizasyonlar kurarak kamu hukukuna alternatif alanların oluşturulmasına yönelik bir dizi faaliyet icra edildi. Yerel mahkemelerin alanına giren kan davaları, alacak-verecek meseleleri örgütün girişimleriyle çözülmeye çalışıldı. Uzlaşamayan taraflar için yaptırımı olan müeyyideler uygulandı. Devletin “Kürt sorunu”na bakışında köklü bir değişim söz konusuyken PKK tarafının geleneksel yaklaşımında bir değişim olmadı. Örgütün katı hiyerarşik ve merkeziyetçi disiplini öne çıkaran yapısı müzakere zeminini geleneksel hedeflerini yerine getirmek için kullandı. 40 yıla yakın bir süreçte bütün savaşını Türkiye Cumhuriyeti otoritesine karşı vermiş olan örgüt için otorite karşısında gücünü tahkim etmek patolojik bir durumdur. Karşıt otoriteye göre kendini tanımlama, onunla özdeşim kurma, iktidar patolojisidir. Dolayısıyla olma potansiyelini riske atma olasılığı bulunan çözüm süreci gibi zeminler PKK benzeri yapılar için tedirgin edicidir. Bu tedirginlikten, örgütün meşruiyetini, insan kaynağını, lojistik altyapısını her an çatışma olacak gibi seferberlik pozisyonunda tutarak uzaklaşılabilir. PKK'nın da yaptığı budur. Süreçten olumlu etkilenmesi beklenen Doğu ve Güneydoğu'da iki tür tepki oluşmaya başladı. Birincisi, devletin artık güvenlik üretemediği algısıydı. Bunun devamında etnik karakterli bir göç ortaya çıktı. Kürt etnisitesine dâhil olmayan vatandaşlar örgütün asimilasyonundan uzaklaşmak için göç ediyor. Böylece bölge etnik ve ideolojik anlamda homojenleşiyor. Hal böyle olunca hükümetin çözüm sürecinin akamete uğramaması için hassasiyet gösterdiği müdahalesiz ortamın kazanını PKK oluyor. ZAMAN