28
Şubat 1997’de toplanan Millî
Güvenlik Kurulu’nda, Kurul’un asker kanadı bir “sunum” yaptı. Sunuma göre, irtica almış başını gitmiş, laik
Cumhuriyet yakın ve ciddi bir tehditle karşı karşıya kalmıştı. Kullanılan malzeme, istihbarat raporları veya çok özel bilgiler değil
gazete kupürleriydi.
Hükümet kanadı, sadece dinledi ve terledi; herhangi bir
tartışma veya gerginlik yaşanmadı. Sunumu yapanlar sonunda, Refah-Yol hükümetinin önüne 18 maddelik bir ev ödevi koydular.
Erbakan, bu “
muhtıra”ya tam beş gün direndi; sonunda
imzaladı. Aslında muhtıra, bir ay önce yapılan MGK’da verilecekti.
Demirel, duruma vaziyet etmek için “gündemde olmadığı” gerekçesi ile konuyu sonraki toplantıya erteledi. Bu bir aylık süre müdahaleye
sivil bir nitelik kazandırmaya yetti.
Demirel sürecin baş mimarı...
Demirel, başından itibaren sürecin mimarlığını üstlendi. Sürecin taşları yola, onun eliyle yerleştirildi. Muhalefet, 28 Şubat Kararları’nı imzalaması için hükümete
baskı yaptı.
Yargı, irtica brifingleri ile,
mahkeme salonları dışında ispat-ı
vücut etti.
Üniversiteler,
gönüllü destek birimleri halinde sürece dahil oldular. “Sivil”
toplum örgütleri beşli bir merkez oluşturarak, askerî kanadın yükünü azalttı.
Medya, tek mutfakta pişirilen yemeği “birlik ve beraberlik” ruhu içinde servise sundu. Sivil kanadın da, geniş bir
koalisyon halinde sürece destek vermesi ile müdahale, klasik
darbe standartlarının dışına çıktı ve faillerinin nitelemesi ile “post
modern” sıfatını kazandı. Sonuçta 28 Şubat 1997’de yapılan
MGK toplantısı tarihimize “28 Şubat Postmodern Darbesi”, aynı gün hükümetin önüne konan ve sonraki hükümetlerce de takip edilen 18 maddelik “
eylem planı”nın gerçekleştirilmesi, “28 Şubat Süreci” olarak geçti. Bugün daha açık görülüyor: 28 Şubat’ı önceki müdahalelerden ayıran temel özellik, “Silahsız Güçler”in sürece yaptıkları katkılardır. 28 Şubat basit bir askerî darbe değil, diğer kurumsal güçlerin de mobilize edildiği, ama doğrudan demokratik kurumları ve kuralları askıya almayı veya durdurmayı
hedef alan “sivil-asker” ortaklığı ile gerçekleşmiş bir müdahaledir.
Türkiye’nin yaşadıklarına bakarak uzun 28 Şubat sürecini şöyle özetlemek mümkün: İki
direk arasına gevşek bir ip gerilmiştir. İpin üzerinde marifetli bir
cambaz, seyredenlerin yüreğini ağzına getirmektedir. Bu arada, cambazı ipe çıkartanlar,
halkın arasında dolaşarak muratlarına ermektedir. İlk yaptığınız hata trajedi, ikincisi ise komedidir. Bugünlerde birileri yine iki direk çakıp, arasına ip germeye çalışıyorsa, ortaya çıkan cambaza değil, direği çakanlara ve aramızda dolaşanlara dikkat etmemiz lazım. Bunun için ise, bize yaşatılanları unutmamamız, ilave olarak yaşadıklarımızdan dersler çıkartmamız gerekir. Şemdinli’de veya son günlerin Sauna Operasyonu’nda ortaya çıkan cambazlardan bahsediyorum.
Demokrasinin kimyası yerle bir!
28 Şubat, iki temel gerekçe üzerine inşa edilmişti: Laiklik ve
yoksulluk. Kaderin cilvesine bakın ki, 28 Şubatçıların iki gerekçesi, keskin bir öngörüye dönüştü. Laik Cumhuriyet, ağır bir tehdit altında idi.
Din eğitimi, özellikle senede 52 bin
mezun veren imam-hatip liseleri 2000’li yıllarda “millî görüş”ü 6-7 milyon oyla tek başına
iktidara taşıyacaktı. Böylelikle laik düzen korumasız kalacaktı. İkinci olarak klasik bir sosyalist söylemle formüle edildiği üzere gelir adaletsizliğinin artması, çaresizlik içinde kıvranan bir yoksul kesimi ortaya çıkartacaktı... İki öngörü de gerçekleşti. Ancak bu öngörüleri gerçekleştiren temel aktör, 28 Şubat’ın kararları ve uygulamaları oldu. Daha doğrusu 28 Şubat sürecinin imza attığı usulsüz ve yolsuz kararlar oldu. 2001 bankacılık
krizi ve Recep Tayyip Erdoğan’ın okuduğu şiirden dolayı cezaevine konması. Birincisi, halkı yoksullaştırdı ve canından bezdirdi, ikincisi de “Millî görüş” geleneğini öngörüldüğü şekilde 2002’de iktidara taşıdı. O günden bugüne tam dokuz uzun yıl geride kaldı. Ortalığa bir yığın kirli
çamaşır saçıldı. Memleketimizi hop oturtup hop kaldıran haberlerin,
masa başında hazırlanmış andıç”lar oldukları, şöhretli medya mensuplarının ya gönüllü olarak ya da oyuna getirilerek bu kirlenmeye alet oldukları ortaya çıktı. Dönemin abus çehreli cengaverleri;
Anayasa Mahkemesi Başkanı,
Yargıtay Başsavcısı, Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri, YÖK Başkanı bugün “
emekli” sıfatı ile konuşuyorlar. Konuşurken, atlattığımız badirenin ciddiyeti konusunda varlıkları ile yeteri kadar fikir veriyorlar. Bir yığın örnek arasından ikisi: Eski Başsavcı, bugünün CHP’sini, Refah Partisi’ni kapatmaya çalışırken kendisine yeteri kadar destek vermemekle suçluyor.
18 maddelik muhtırada neler var?
Eski MGK Genel Sekreteri, Türkiye’nin
ekonomik sorunlarını,
banknot matbaasını çalıştırarak kökünden çözeceğini söylüyor. Eski
Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın sağda solda serdettiği görüşler, mevcut siyasî yelpazemizi sonuna kadar esnetsek bile oldukça marjinal kalıyor. Ortalığa dökülenlere bakarak teslim etmemiz gerekir: Verilmiş sadakamız varmış; gerçekten çok önemli bir badireden geçmişiz. 28 Şubat’ın temel referansı ve gerekçelerinin yer aldığı metin, aynı gün hükümettin önüne konan 18 maddelik muhtıradır. Bu muhtırada yer alan hususlardan çoğunu, o günün mimarları bile hatırlamazlar. Laiklik, kılık
kıyafet ve eğitim konuları etrafında dönen maddelerin arasında, devrim kanunlarına, bunların içinden ön plana çıkan kılık kıyafet kanununa uyulması ve savcıların bunun için harekete geçmesi önemsenen bir alandı. 163. madde, Özal’ın icraatlarından biri olarak kaldırılmıştı. Muhtırayı verenler, bu maddenin yerine geçecek yeni bir
ceza kanunu hükmü istiyorlardı. “Tevhid-i Tedrisat” kanununa uyulması isteniyor, temel eğitimin mutlaka sekiz yıla çıkartılması bekleniyordu.
İmam-hatiplerin sayısının azaltılması, Kur’an kurslarının Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlanması en kritik alanlara işaret ediyordu. Bugün, sekiz yıllık temel eğitimin 28 Şubat’ın en kritik kararları arasında yer almasına, çoğu kimse anlam veremeyebilir.
Ana müdahale: 8 yıllık temel eğitim...
Çok önemliydi; çünkü din eğitiminin cazibesinin ancak bu yolla engellenebileceği öngörülmüştü. Sekiz yıllık eğitimden sonra, Kur’an kurslarının cazibesi kalmayacaktı. Zira, hafızlığa hazırlanmak için çok
erken yaşta yola koyulmak gerekiyordu. Diğer taraftan imam hatip liselerinin orta kısmı, sekiz yıla çıkmış eğitimle kendiliğinden kalkacağı için, imam hatiplerin de önü kesilmiş olacaktı. 18 maddenin yekünü içinde eğitime dair olanların işgal ettiği cesamet, aslında eğitimin endoktrinasyon aracı olarak kullanılmasına da çarpıcı bir
delil teşkil ediyor. Hangi
ülkede eğitim alanını düzenlemek için askerin siyasete müdahalesi akla gelir.
Geri kalan hükümler, devlet dairelerindeki “dinci kadrolaşma”nın engellenmesine ayrılmıştı. Bu kapsamda 28 Şubat sürecinde on binlerc
e devlet memuru
mağdur edildi. Yüksek
Askerî Şûra kararları ile Silahlı Kuvvetler’den
ihraç edilen
subay ve astsubayların belediyelerde görev almalarına
yasak getirildi. Binlercesi arasında tek bir örnek, yaşananlar hakkında fikir veriyor. Ordudan ihraç edilen bir tabip olan Mustafa Kahramanyol’un, bir orgeneralin eşinin hışmına uğradığı iddiaları gündeme geldi. İhraç edebilmek için, aleyhinde ifade vermek üzere bu tabibin boşandığı eşine rüşvet bile
teklif edildiği kanıtlandı.
Yeşil sermaye bahanesi kime yaradı?
Kısaca, hukuk askıya alındı, keyfilik birçok insanı işinden ve onurundan etti. Bu ülkenin geleceği demek olan eğitim, sadece doktriner mülahazalarla kenarından köşesinden yontuldu. Eğitim alanının kendi mantık bütünlüğü ve objektif ihtiyaçları doğrultusunda hâlâ toparlanamamasının arkasında, 28 Şubat’ın zorlamaları önemli bir yer işgal eder. En önemlisi, Türkiye, tarihinin en büyük ve derin ekonomik krizini yaşadı. Sebeplerle sonuçlar arasında mantıklı ilişkiler
kurmaya çalışanların yan yana getirmesi gereken olaylar var. Kriz,
finans sektöründeki yolsuzlukların, usulsüzlüklerin sonucu olarak ortaya çıktı. 28 Şubat marifetiyle kurulan Anasol-D hükümeti, Türkbank ihalesindeki yolsuzlukta Başbakan’ın payı tartışıldığı için yıkıldı. 28 Şubat sürecinde el değiştiren bankalar, yeni kurulan bankalar, denetimsiz bankalar derken, ekonomiyi üçte bir oranında daraltan bankacılık krizi patlak verdi.
28 Şubat, hissedarları büyük ölçüde Avrupa’da bulunan çok ortaklı şirketlere, Yeşil Sermaye” diyerek savaş açmıştı. Gelişen süreçte bugün, bu şirketlerden hiçbiri ayakta kalamadı. “Sermayenin rengi olmaz” diyerek, bu savaşı, büyük sermayenin kendi iç kavgasına “silahlı destek” arayışı olarak niteleyenler, sonuçta ortaya neyin çıktığını tartışıyorlar. Serbest
rekabet düzeni yara aldı, kayırılan ayrıcalıklı şirketler de zor durumda kaldılar. Yeşil sermayeye karşı yürütülen savaştan topyekün ülke zararlı çıktı. Yargı, siyasallaşma, hatta cuntacılara alet olma ithamlarına maruz kaldı. Otobüslere doldurularak Genelkurmay’ın brifing salonlarına taşınan yüksek yargıçlar, “Laik Cumhuriyetin yakın bir tehdit altında olduğuna” ikna edildiler. Laik Cumhuriyeti koruyacak asıl gücün bağımsız yargı olduğunu, üzerine silahın gölgesi düşen ve tarafsızlığını yitiren bir yargının ise bırakın “laik cumhuriyeti”, asgari bir devlet düzenini bile sürdüremeyeceğini kimse hatırlatmadı.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın okuduğu şiir yüzünden önce görevden alınması, sonra cezaevine konulması; 28 Şubat sürecinin kendisine ve yargının tarafsızlığına dair halka yerleşen kanaatin sembolü oldu. 28 Şubat’ın asker-sivil bütün kanatları, kıran kırana geçen siyasî rekabette cezaevine giren bu politikacıya rekabet üstünlüğünü kendi elleriyle verdiler.
Bankacılık krizi ile işinden-aşından olan halk, kendisi gibi mağdur edildiğini düşündüğü bu adamın peşine düştü, partisini iktidara, onu da başbakanlık koltuğuna taşıdı. 28 Şubat’ın müdahale gerekçelerinden hiçbiri bugün bir anlam taşımıyor. Elimizde sadece sekiz yıla çıkartılmış bir temel eğitim var. Bugün geriye dönüp şu hükmü vermek gerekir. Cumhuriyet kurulduğundan beri, devletin halk nezdindeki itibarına, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin saygınlığına ve laik-demokratik Cumhuriyete yönelik en yıpratıcı kalkışma 28 Şubat’ın kendisidir. Yargı, itibarını brifing salonlarında beş paralık etmiş; bu yüzden devletin tarafsızlığına gölge düşürmüştür. Önüne geleni süngü ile tehdit eden bazı komutanlar yüzünden (Mehmet Altan’ın ve Meral Akşener’in tehdit edilmesi gibi) “kurmay subay” itibarı zarar görmüştür. “Laikliğin silahla korunması” iddiası, basit bir iktidar ve güç elde etme gerekçesi haline dönüşmüş ve ciddiyetini kaybetmiştir. Nitekim bugün yeni cambazları seyrederken, arkadaki fonda “
laiklik” gerekçesi pek kulllanılmamaktadır. 28 Şubat, geçen dokuz yıl içinde bütün gerekçeleri ve sonuçları ile iflas etmiştir.