İnsanlığın İftihar Tablosu'nun
mübarek beyanlarına ve hayat-ı seniyyelerine bakıldığında bu hakikat açık ve net bir şekilde görülür. Mesela tefekkür ile alâkalı bir nurlu beyanında O (sallallâhu aleyhi ve sellem); "Tefekküre denk
ibadet yoktur; öyle ise gelin Cenâb-ı Hakk'ın
nimet ve kudret eserlerini tefekkür edin! Ama zinhâr Zât-ı Bârî'yi tefekküre kalkışmayın. Zira O, insan düşüncesini aşan bir mevzudur." (el-Beyhakî, Şuabü'l-iman 1/136) buyurmaktadır. Görüldüğü üzere
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cenâb-ı Hakk'ın zâtı dışında her şeyi tefekkür sahası içine dâhil etmiştir.
Nitekim Peygamber
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem), bizzat kendisinin de
eşya ve hâdiseleri sürekli hallaç ederek, hep tefekkür ufkunda tefekkür yörüngeli bir hayat yaşadığını müşâhede ediyoruz. Mesela bir hadis-i şerifte O'nun bu hâli bize şöyle anlatılır: Allah Resûlü (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) bir gece kalktığında gözleri hüzün dolu bir şekilde, "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip sürelerinin uzayıp kısalmasında düşünen insanlar için elbette birçok dersler vardır. Onlar ki Allah'ı gâh ayakta divan durarak, gâh oturarak, gâh yanları üzere zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve derler ki: 'Ey Yüce Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz. Sen bizi o ateş azabından koru!'" (Âl-i İmran Sûresi, 2/190-191) âyetlerini okudu; okudu ve gözyaşları içinde derin bir tefekküre daldı.
Sabah namazı için ezan okumaya gelen Hazreti Bilal kendisine, "Ya Resûlallah! Kendini niçin bu kadar zora koşuyorsun? Allah, geçmiş-gelecek bütün günah yollarını Sana kapattı." dediğinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem); "Bana bu kadar ihsanda bulunan Rabb'ime, ihsanı ölçüsünde şükreden bir kul olmayayım mı?" buyurdu. (Buhârî, Teheccüd, 6)
Hayatının her karesini böylesine tefekkür atkılarıyla örgüleyen
Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), kendisine atfedilen bir sözde mü'minin sözünün hikmet, sükûtunun da tefekkür olması gerektiği tavsiyesinde bulunur. Bu ifadeden mü'minin hâlinin iki hususa bağlandığını görmekteyiz. Bir; mü'min konuştuğu zaman mutlaka belli bir hikmet, maslahat ve hayır gözeterek konuşur. İki; konuşulacak mevzuda böylesi bir hikmet ve hayır söz konusu değilse o zaman mü'min sükûtu
tercih eder. Ancak onun bu sükûtu boş boş, tembel tembel durma şeklinde anlaşılmamalıdır. O, sükûtîliğine bir anlamda uhrevîlik boyası çalar, tefekkür etmesi gereken meseleleri düşünür ve neticede onu bir tefekkür zemini hâline getirir. Bu sebeple diyebiliriz ki tefekkür yörüngeli bir hayat yaşama, kâmil mü'minin mütemadi hâlidir.
Tefekkürünüz muhtevasIna göre kIymet kazanIr
Ne var ki, asrımızda Müslümanlarda kıtlığı yaşanan en önemli hususlardan birisi tefekkürdür. Bu itibarla insanımızın tefekkür yolunda yaya olduğu söylense zannediyorum mübalâğa yapılmış sayılmaz. Mesela günümüzde ümmet-i Muhammed'in, tarihinde hiçbir zaman olmadığı ölçüde bela ve musibetlere maruz kaldığı bir vak'adır. Ancak Müslümanların
beyin zonklatıp, fikir üretip alternatif çözüm yolları araştırarak bu belâ ve musibetlerden sıyrılmak için kayda değer bir şey yapmadıkları da ayrı bir vak'adır. Hâlbuki bu vartadan çıkış ancak tefekkürle olacaktır. Bu sebeple tefekkürü sadece Cenâb-ı Hakk'ın ef'âl ve esmâsının cilvelerini düşünme, lütfettiği nimetleri teemmüle koyulma ve böylece iman ve mârifetimizi derinleştirme şeklinde anlamamamız gerekir.
Elbette ki bu hususlar tefekkür adına çok önemlidir; ancak din-i mübîn-i İslâm'ı bütün cihana duyurma.. varsa bunun önündeki gaileleri bertaraf etme.. o gailelerin bertaraf edilmesi adına alternatif düşünceler üretme... gibi hususlar da tefekkür kategorisi içinde mütalâa edilmelidir; mütalâa edilmelidir çünkü bir mü'minin en temel vazifesi i'lâ-yı kelimetullahtır. Yani Allah'ın adının gönüllerde yüceltilip yayılması için cehd ve gayret içinde olmaktır. Elbette ki Cenâb-ı Hak, her zaman mütealdir, O'nun adı zaten zâtında yücedir. Ancak zâtında yüce olan bu yüceliğin gönüllerde duyulup hissedilmesini sağlamak da bir mü'minin varlık gayesi, en temel vazifesidir.
İşte bu itibarla diyoruz ki din-i mübîn-i İslâm'ın, bütün bir yeryüzünde gönüllerde bir kez daha şehbal açması için sürekli fikir çilesiyle oturup kalkma, hep o mevzu etrafında tedebbür ve teemmülde bulunma, çözüm adına değişik yol ve yöntemler
arama, onunla uykuların kaçması ve o ızdırapla geceleri kalkıp deliler gibi dolaşıp durma..
evet, bütün bunlar hem de âlî derecede tefekkür kategorisine giren hususlardır. Zira tefekkürünüz neye taalluk ediyorsa taalluk eden mevzuun kıymeti ölçüsünde sizin tefekkürünüz de kıymet kazanır.
Bir mü'min ızdırapla kıvranıyor ve Efendiler Efendisi'nin namını en üst seviyede insanlığa duyurmak için fikrî cehd ve gayret içinde bulunuyorsa, işte onun bu tefekkürü âlî derecede bir tefekkür demektir. Bu noktada yukarıdaki ifademizi bir kez daha hatırlayabiliriz: Bizim düşüncemizi bağladığımız mevzû ne ölçüde kıymetliyse, tefekkür ameliyemiz de o ölçüde değer kazanacak, kıymetli hâle gelecektir.