17 Aralık'ın ise darbe olduğuna asla inanmadığını hükümetin bu konudaki söylemine hiçbir şekilde katılmadığını aktaran Sazak, yolsuzlukların ise bu şekilde örtbas edildiğini kaydediyor. İşte Zaman Gazetesi'nde yer alan Derya Sazak, röportajı....
28 Şubat 2013'te İmralı görüşmelerine ait tutanakları yayınladınız. Kitabı okuduğumda şunu gördüm, bu haber bir gölge gibi sizi takip etmiş. Neden bu kadar sert tepkiler aldınız?
İmralı zabıtları dediğimiz, BDP heyetinin İmralı'ya gidip Öcalan'la görüşmesi. Zabıtların yayınlanması da tamamen muhabirimizin gazetecilik başarısıydı. Biz de virgülüne dokunmadan yayınladık. İlginç saptamalar vardı. Örneğin Habur'da ‘ne karşılığında bunlar sağlandı' denirken İmralı'da ise ‘Öcalan'a ne söz verildi de şimdi silahlar bırakılacak?' sorusu soruldu. Tutanakları yayınlayınca hükümetin kafasında hemen bu Oslo süreci canlandı; ‘Eyvah! Bir yol haritası yaptık, kim sızdırdı?' diye. Artık bu tür kuşkucu yaklaşımları bir tarafa bırakmak gerekiyor.
Ne değişti peki?
Eski tabular yıkıldı. Kürt sorununu demokratik alana çekerken Türkiye'yi iç savaşa sürükleyen şartların da durdurulması gerekiyordu. Habur'la birinci deneme yapıldı. Kesintiye uğradı. İkinci deneme Oslo'da yapıldı ve Şubat 2012'de tutanaklar sızdırıldı. Sonra 2013'teki bu Öcalan-BDP görüşmesi ve İmralı zabıtlarına geldi. Fakat Oslo görüşmeleri kamuoyuna yansıyınca ve oradaki müzakerelere katılan devlet heyeti, özellikle Hakan Fidan'a yönelik savcıların başlattığı soruşturmanın Başbakan'a da uzanacağı konusu, o büyük bir güvensizliğe yol açtı hükümette.
Hasan Cemal'in Milliyet'ten ayrılması ve gelinen nokta… Bu yüzden bedel ödediniz, tutanakları yayınladığınız için pişman mısınız?
Böyle bir metin önüme gelince heyecanlandım. Ne yazık ki, hem meslektaşlarımız hem de hükümet cephesi bunu kendilerine karşı bir sabotaj ve provokasyon olarak nitelendirdi. Beni Yalçın Akdoğan aradı, ‘siz ne yapmaya çalışıyorsunuz' diye sordu. Ben de, tam tersine bu süreci normalleşmeye götüren bir yayın olduğunu söyledim. Heyetin adaya gitmesine Adalet Bakanlığı izin veriyor. Gizli kapaklı verilmiş sözler yok, ne özerklik ne de af. Üzerimde çok fırtınalar estirdiler, Hasan Cemal'i kaybettik. Eğer bu kâğıt doğru çıkmasaydı gazeteciliğim biterdi.
28 Şubat'ta ‘Andıç' skandalı yaşandı ve Şemdin Sakık'ın soruşturma zaptına yalan ifadeler eklenerek basına sızdırıldı. Birçok gazeteci işinden oldu. İmralı zabıtlarında ise Said Nursi'nin ve Fethullah Gülen'in ismi geçiyor. Öcalan'ın üzerinden cemaat tasfiye edilerek çözüm sürecine karşı olduğu mu gösterilmeye çalışıldı?
Öyle mi değil mi, onu ayrıca tartışabiliriz. Bir yerde Fethullah Gülen Hocaefendi'ye karşı hakaret içeren sözcük geçiyordu, onu çıkardım. Sorunuza gelince, arada çok önemli bir fark var. Şemdin Sakık yakalanınca Özel Tim tarafından sorgulandı. Onun ifadelerinin ne olduğunu bilmiyorduk ve ifadesine birtakım isimler eklediler. Parça bölük bilgiler aktarıldı ve gazeteciler işinden oldu. Daha vahimi, orada ismi geçen Akın Birdal suikasta uğradı. İmralı Zabıtları'nda Öcalan'ın konuşmasında ise Gülen Hocaya, Cemaate ve Emre Uslu'ya bazı nitelemeler var. Onları da eleme hakkını kendimde görmedim. Ancak bu kitabı yazarken, tekrar İmralı zabıtlarına dönüp baktığımda orada Abdullah Öcalan da bu ‘paralel yapılardan' söz ediyor. Ve Oslo'nun bir darbe olduğunu söylüyor. Bunlar ciddi iddialar ya da suçlamalar. Ona bunu söyletmişler mi o ayrı bir tartışma. Tutuklu bir insan… Her şey olabilir.
Gülen'in bu konuda açıklaması da var, “Sulh hayırdır” diye. Buna rağmen sürekli cemaatin sürece karşı gösterilmesi, bu bir strateji olabilir mi?
Tabii Gülen'in açıklamaları önemli ve değerli. Mesela Emre Uslu'nun ısrarla bu girişimlere karşı yazıları oluyor. Tabii o ne kadar cemaati bağlıyor bilmiyorum. Ama o şekilde konumlandırılıyor. Habur süreci de böyle bir infiale yol açınca hemen ertesinde KCK operasyonları geldi. Onu da cemaate yordular.
17 ARALIK DARBE DEĞİL
İddia edildiği gibi 17 Aralık Operasyonu bir darbe girişimi mi sizce?
17 Aralık'ın darbe olduğuna asla inanmıyorum. Darbelerin geçerli olan yerleşik tanımları ve göstergeleri olur. Darbede geri planda, asker siyasete müdahale eder. Kapalı yoldan hükümeti sıkıştırır, olmadı bizim 12 Eylül askeri darbesi gibi doğrudan yönetime el koyar. Ya da 28 Şubat Postmodern Darbesi gibi siyaseti etkiler ve hükümeti baskıyla düşürür.
Kitabınızda, “Hükümet sorunu çözmektense, onu ifşa edenleri cezalandırmayı tercih ediyor” diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Başbakan, cemaat ya da bir yargı darbesinden söz ediyor. Ancak Türkiye'de askeri vesayetin sona ermesi yönünde atılan adımlar oldu. Bunların kimi sivilleşme adı altında. AKP iktidar olduktan sonra partinin kapatılma davası, 2008'e kadar yaşadığı sancılı bir süreç var. Burada çeşitli darbe girişimleri var. Çok büyük davalar açıldı. Cemaat devleti bu yoldan ele geçirmek istiyor idiyse, niçin bu operasyonlara o zaman karşı çıkılmadı?
Rüşvet ve yolsuzluk operasyonu ile beraber gündeme gelen “kumpas-komplo” iddialarını nasıl yorumluyorsunuz?
Kesinlikle yolsuzluklar örtbas ediliyor. Bakın ‘kumpas' da inandırıcı değil. ‘Orduya kumpas kuruldu' diyen Akdoğan sıradan bir siyasetçi değil, Başbakanın en yakınındaki siyasi bir danışman. Akdoğan bir şey söylediği zaman onu gerçekte Tayyip Erdoğan söylüyor demektir. Milli orduya kumpas kurulduysa eğer; Ergenekon'da mı kumpas? Ergenekon kumpas ise Danıştay saldırısı nedir? Hrant Dink'i kim öldürdü? 2008'de AKP'ye kapatılma davası açıldı. Bunlar birbirinden koparılamaz. Cemaat AKP'nin kapatılmasını da istiyor muydu?
O süreçteki Zaman'ın attığı manşetler ortada...
Herhalde, Cemaat niye bunu istesin. Öte yandan, bu operasyonlarda bugün suçladığınız ama dün kahraman ilan ettiğiniz savcıların cemaatçi mi değil mi diye meşrebine bakmadınız. Çete de deniyor, bu da çok ağır. Bir yargı mensubu çete ise o zaman bu çetelerle mi onca askeri ceza evine aldınız? Bunlar inandırıcılığı olmayan söylemler. Başbakan ve çevresi buna inanıyor. Kamuoyunu bu yönde somut bilgi ve belgelerle ikna etmeleri gerekiyor.
Peki, ne yapılmalı? Bu süreçten çıkış nasıl olacak?
17 Aralık ve 25 Aralık operasyonunu darbe, paralel yapı söyleminden önce kendi bağımsız gerçekliği içinde konuşmamız gerekiyor. Bize bu bakan çocuklarının ne ile meşgul olduğunu anlatmaları lazım. Eğer ortada büyük bir masumiyet varsa, bunlar çetelerin, cuntaların marifetiyse o zaman fezlekelerin parlamentoya gelmesinden neden korktular? Demek ki, siz o kadar da naif işlerin peşinde değilsiniz.
“İLK DEĞİL, YÜCE DİVANLIK MESUT YILMAZ OLAYI VAR”
İşadamları tarafından para havuzu oluşturularak kurulan ‘Havuz medyası' ve yayınlanan tapeler için ne diyorsunuz?
Bir sabah uyanıyorlar gazete sahibi olmuşlar (Gülüşmeler). Çok üzülüyorum; bu dönemin kaybeden sektörü medya. Eskiden gazete veya tv sahibi olmak isteyen sermaye grupları bunu bir prestij adına yapardı. Geçmişte koskoca Sabah gazetesi Etibank yüzünden battı. Bankanın içi boşaltıldığı gerekçesiyle sahibi Dinç Bilgin cezaevine girdi. Mesut Yılmaz'ın Başbakanlığı döneminde önemli bir kamu bankası Türkbank satıldı, özelleştirildi. Fakat bu satışın arkasında o zamanki Tansu Çiller ile Mesut Yılmaz iktidar kavgasının bir tarafında yer alan Alaattin Çakıcı'nın bu satışa gölgesi düştü. Bankanın mafyaya pazarlandığı ortaya çıktı ve Türkbank satışında adı geçen Korkmaz Yiğit aynı zamanda medyaya girdi birçok gazetenin alımına yöneldi. Dönemin Başbakan'ı da görevini kötüye kullanmaktan Yüce Divan'a gönderildi.
Cumhuriyet tarihinde medyada bu tarz şeyler ilk defa mı yaşanıyor?
Aslında ilk değil. Yüce Divanlık dediğim Mesut Yılmaz olayı var. Burada ise müteahhitte ‘aranızda anlaşın Sabah'ı alın' diyor. Fakat adamların parası yok. Sonra Ziraat Bankası'ndan Halkbank'tan kredi kullandırılıyor. İşin içine kamu girdiği zaman özel bir satış bile olsa kamu kaynağını kullanıyor. Kamu deyince, vergi veren herkes girer. Mesela ben işçi emeklisiyim. Emekli maaşımı Ziraat Bankası üzerinden alıyorum. Ziraat Bankası'nın Sabah-ATV'ye açtığı kredide söz sahibi olarak bu durum benim çıkarıma mı değil mi? Niçin benim param Cengiz İnşaat üzerinden Sabah'a aktarılsın. Düğümün ucu böyle bir yere de gelebilir.
Öngörünüz nedir bu konuda?
Böyle bir medya olamaz ve bu şekilde sürdürülemez. Başbakan'ın talimatıyla gazete sahibi olmuş patronlar bağımsız yayın yapabilir mi? O zaman onlara ne servis ediliyorsa onu yapıyorlar. Manşetleri görüyorsunuz? Arkadan ‘alo Fatih' hatlarında konuşmalardaki üsluba bakın.
HÜKÜMETİN MEMURU OLMUŞLAR
“Alo Fatih” meselesini açarsak, tapelerde bizzat Başbakan tarafından çok açık bir sansür uygulandığı görülüyor.
Felaket. Hükümetin memuru olmuşlar. Böyle bir gazetecilik yok, olamaz. O yüzden batsın böyle gazetecilik diyoruz. Zaman muhabirine yapılan, skandal. Muhabire neden o kadar yükleniyorsun? Biz demokratik ve açık bir toplumuz. Ancak şu anda Putin'in Rusya'sından daha beter durumdayız.
Referandumda ‘yetmez ama evet' diyenler arasındaydınız. Peki, HSYK değişikliği ve gelinen sürece bakınca pişman mısınız?
Anayasa değişikliğine evet dedim. Beni motive eden duygu 12 Eylül'le hesaplaşmaydı. Bakan ve müsteşarın yer aldığı kurul düzenlemesi yargı bağımsızlığına aykırı. Orada bakan masanın başında oturduğu sürece biz bağımsız bir yargıdan hukuktan söz edemeyiz. Cumhurbaşkanı muhtemelen onaylayacak bunu. Bu da yakın tarihimizde ilk diye düşünüyorum. Bu HSYK, meclise verildiği ve meclisten geçtiği an hükmünü geçmişe dönük icra etmiştir. Yani bu yasanın yürürlük tarihi 17 Aralık. Yasalar geriye işlemez ama bu zaten yürürlüğe girmiş bir yasal düzenlemedir. O da şu demek, HSYK üzerinden 17 Aralık ve 25 Aralık soruşturmalarını yürüten savcıları darmadağın ettiler. İzmir'deki İstanbul'daki savcılar hepsi yerinden edildi. Ayrıca bir yasa çıkarılmasına gerek var mıydı?
Başbakan bir grubu “hain, çete, örgüt” olarak ilan ediyor bunu da meydanlarda dile getiriyor. Bu dil toplumu kutuplaştırmaya götürmez mi?
Tayyip Bey’in böyle bir siyaset tarzı var. Kendini zorda bırakan ya da işine gelmeyen boşluk bulduğu zaman hayali düşman yaratıyor. Bunun üzerine gidiyor. Bu bazen medya oluyor, bazen sivil toplum. Örneğin Gezi'de gençler oldu, şimdi de cemaat. Muhafazakâr bir parti muhafazakar tabandan oy alıyor ve tabanda cemaatten bağımsız değil. Bu tarz siyaseti inandırıcı bulmuyorum.
Kitabınızın son bölümünde, 28 Şubat mağduriyetinden söz eden iktidar çevrelerinin 28 Şubat çizgisine geldiğini belirtiyorsunuz. Bu ciddi bir iddia.
28 Şubat'ı yaşayan bir siyasi hareket nasıl olur da, 28 Şubatçılardan daha fazla akreditasyon meraklısı olabilir? İnsanları işinden gücünden sorgusuz sualsiz atabilir. 28 Şubat'ta bile böyle değildi. Ama bu süreçte kim ne yazsa, yanıyor. Medyaya hükümet komiserleri atayarak bu şekilde sürdürülemez. Buna topyekun karşı olmak gerekiyor. 17 Aralık operasyonu gazetecilik ürünü mü? Türkiye İran'laşamaz, Çin'e benzeyemez. Bugün cemaati bürokrasiden tasfiye eden güç, AKP. 10 yılın sonunda geldiği bu nokta ilginç. Bütün o reddedilen yapılara dönülmüş olması dramatik.
O NOT ÖZEL DEĞİLDİ
Nagehan Alçı'nın size gönderdiği mesajı kitabınızda yayınlamanız çok eleştirildi. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
Gezi'nin tam sıcak olduğu sırada üzerimizde baskılar vardı. Nagehan'ın kısa yazılarından biri de kulis yazısıydı; ‘Bilal Erdoğan siyasete hazırlanıyor' diye. Ancak bu yazı bir spekülasyona yol açabilirdi. Nagehan beni ikna etmek için cep telefonuma bir mesaj attı, ‘Aile bu haberden çok memnun olacak. Çünkü aileye çok yakınım.' Yani o notla bu yazıyı kullan demeye getiriyordu. Nagehan ısrarcı olunca telefon açtım. Kulis bilgisi olduğunu, özel bir dönemden geçtiğimizi söyledim. Şimdi de sansür uygulandığını, bu notun özel olduğunu söylüyor. Bu özel bir not değil. Tam tersine gazeteyi ve yayını ilgilendiren bir konuda ‘Başbakan'a yakınım' deyip o nüfuzu kullanarak benim alanıma giriyor. O olayın haftasında ayrıldım. Peki, yazı sonradan neden yayınlanmadı? Bunu da sizin yorumunuza bırakıyorum. Nitekim, 17 Aralık operasyonuyla Bilal Erdoğan'ın adı ve vakfı ortaya çıkınca Başbakan ‘oğlum üzerinden bana geliyorlar' diyerek tepki gösterdi. Kitabı yazarken de şunu fark ettim; Nagehan'ın o zaman aldığı duyum gerçekmiş, aile bunu düşünüyormuş. Bilal Erdoğan'ın vakıftaki konumu o zamanki siyasi projeyi de doğrular yönde. Ama 26 Temmuz'da bunu doğrulayan bir veri yoktu.