Eyüp Ensar Uğur bugünkü yazısında antidemokratik yönetimlerin ortak özelliklerine değinerek, dış düşman fobisinin bu tarz rejimlerin tozlanmayan raflarında hep hazırda bekletildiğini ifade ediyor. Uğur,“Çıkarları zedelenen dış mihrakların, hükümeti devirme planı için içerideki işbirlikçileri devreye soktuğu” propagandasının çeşitli ülkelerde kullanıldığı gibi Türkiye'de de Cumhuriyet tarihinin belli bir döneminde kullanıldığını ifade ediyor. Uğur, devlet yönetimlerinin kendisine karşı çıkan herkesi, dış aktörlerle işbirliği içinde görmek yada göstermek gibi tutumları olmasının asıl amacını ise 'sadece iktidarda kalabilmek' ile açıklıyor.
İşte Eyüp Ensar Uğur'un Günahların Perdesi “Dış Mihrak ve Hainlik” isimli o yazısı;
Antidemokratik yönetimlerin ortak özelliklerinden biri dış düşman fobisini canlı tutmalarıdır. Bu tarz rejimlerin tozlanmayan raflarında bu malzeme hep hazırda bekletilir.
Ne zaman böyle bir rejimin zorbalık ve hatalarına karşı bir eleştiri veya kalkışma olur, algı oyununun vazgeçilmez bu topu devreye sokulur.
“Çıkarları zedelenen dış mihrakların, hükümeti devirme planı için içerideki işbirlikçileri devreye soktuğu” propagandası günahkar yönetimlerin hepsinde yapılır.
Böylece gün birlik günü olur(!), rejimin bir anda dayatmacılığı ve zulümleri unutulur.
Karşı gelen iç muhalefet ise, kanıların kanıtmış gibi sunulmasıyla dış mihraklarla irtibatlı gösterilir ve böylece onlara karşı uygulanan hukuksuzluğu kamunun nazarında meşrulaştırır. Nasıl olsa tüm ülke imkanları elinde olan iktidarlar için tek taraflı propagandalar zor bir zanaat değil.
Cumhuriyetin ilk yıllarında; demokratik, dini, etnik, mezhebî olsun, rejime karşı oluşan bütün muhalefet ve kalkışmalar, başta İngiliz veya Yunan olmak üzere harici güçlerle farklı farklı gerekçelerle ilintili gösterildi.
Cumhuriyetin ilk yıllarında hükümetteki Halk Partisine muhalefet eden Terakkiperver Cumhuriyet Partisi, kuruluşundan kısa bir süre sonra çeşitli gerekçelerle kapatılmıştı. Terakkiperver Partisine yapılan eleştirilerden dikkat çekeni ise dış düşmanların genç devleti yıkmasına zemin hazırlamasıydı.
“Efendiler, olaylar ve olup bitenler ortaya koydu ve ispat etti ki, «Terakkiperver ve Cumhuriyet Fırkası» nın programı en hain kafaların eseridir. Bu parti, memlekette suikastçıların, gericilerin sığınağı ve ümitlerinin dayanağı oldu. Dış düşmanların, yeni Türk Devleti’ni körpe Türk Cumhuriyeti’ni yıkmayı hedef alan plânlarının kolaylıkla uygulanmasına yardım etmeye çalıştı.”(B.Nutuk bölüm 19,syf. 602)
Dış güçlerin devleti yıkması için yardım ettiği söylenen muhalefet partisinin kurucuları ise Mustafa Kemal’le birlikte Kurtuluş mücadelesini başlatan, hatta Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy gibi ondan evvel Anadolu’ya geçen ve dış güçlerle mücadeleye başlayan kimselerdi.
1925 yılında ortaya çıkan ve çok zor bastırılan Şeyh Said İsyanı sırasında rejimin en çok öne sürdüğü tez, bu isyanın İngilizlerin çıkartılmış olmasıydı. Ama isyan bastırıldıktan sonra İngilizleri hedef alan söylemlerden şiddetle kaçınılmıştı. İsyan süreci içerisinde çeşitli mahfillerde öne sürülmüş iddialar ise bugün mutlak doğrular olarak kabul görür.
Halbuki isyanı bastıran ordunun başındaki İsmet İnönü:
“Şeyh Sait isyanını doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır” itirafında bulunur. (İnönü, Hatıralar, 2. Kitap, s. 202)
İkinci Dünya Savaşı sonrasında da galip olan demokrat dünyaya verilen mesajlarla, içeride verilen beyanatları incelediğinizde sanki birbirine iki düşmanın savlarını görürsünüz.
İçerideki itirazları susturma da dış aktör argümanını sıkça kullanan otoritelerin, diplomatları aracılığıyla küresel dünyanın hassasiyetlerine göre içerideki söylemlere taban tabana zıt beyanlar öne sürmesi, dışarısının tepki gösterdikleri sözleri, hep yanlış anlamaya matuf olduğu tevilinde bulunması şaşılası bir durum değil.
Görünen o ki sahip oldukları güç ve statüyü kaybetmeme adına kaypaklığın yumuşatılmış ifadesi olan pragmatik politika ile hareket etmektedirler. Yoksa halkın anladığı manada vatanımızda gözü olanlardan sakındırılması mevzu pek te umurlarında değil, öncelikleri olan sadece iktidarda kalabilmeleri.
Günümüzde de husûsen İslam dünyasına hakim olan rejimlerde de aynı durum söz konusu. Kendilerine karşı çıkan herkesi dış aktörlerle işbirliği içerisinde göstermek, bu dünyada alışagelmiş bir metottur, özellikle de ABD ve İsrail’in.
Esad rejimi, ayaklanmanın başından beri propagandalarını, muhaliflerin, Batı ve Siyonistlerin piyonu olduğu üzerine kurdu. Kendilerine sınırsız destek veren İran’ın üst düzey yöneticileri ise, Suriye muhalefetine destek veren Türkiye'yi ABD'nin taşeronluğunu yapmakla suçlamıştı.
Aynı şekilde Kaddafi, Mübarek ve diğerleri de devlet gücüyle hakim oldukları medya ile benzer tezleri hep öne sürmüşlerdi.
Yıllar önce Mısır’a hakim olan diktatör Cemal Abdülnasır da, büyük alim Seyyid Kutub’u “vatana ihanet” suçundan idam ettirmişti.
Halkların, devlet imkanlarıyla yapılan bu tip propagandalara kolayca kapılmasında, henüz küçük yaşlarda zihinlere “hain” kavramının yerleştirilmesinin etkisi de büyük.
“Etrafın düşmanlarla sarılmış olması, vatanımızda dünyanın gözü olduğu” propagandasıyla zihinler yoğruluyor, bu durumda farklı ve öteki olanın, hainlik potansiyeli taşıdığına inanmak çok zor olmuyor. Bunda geçmişte yaşanmış savaş ve acıların sürekli zihinlerde taze tutulması da önemli bir faktör.
Geçmişten günümüze geniş okumalar yapanlar için artık bayatlamış bir metod olsa da kültür ve eğitim seviyesi istenilen seviyelere gelememiş ülke halkları için dış düşman fobisi canlılığını koruyor. Bu ayrıca “bana razı olmazsan eskisi gibi veya diğer örnekleri gibi kötü olacak” anlayışını besleyerek antidemokratik politikalara zemin hazırlıyor.
Görülen o ki bu prangalardan sıyrılmadıkça daha demokratik, şeffaf, hesap verebilen, baskı kurmayan, hukukun üstünlüğüne öncelik veren bir devlet olma yolundaki yolculuğumuz hep kesintiye uğrayacak.