Ayın Konuğu başlığıyla sunduğumuz, Pazar sohbetlerine devam ediyoruz. Bilindiği gibi her ay önemli bir sima ile
ülke gündemlerini konuşuyoruz. Bu ayki konuğumuz, Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkanı
Bülent Eczacıbaşı. Sıkça konuşan bir
işadamı değil Bülent Bey, ancak merak edilen bir insan. Çünkü o, meşhur bir patron olmanın ötesinde entelektüel bir işadamı; sakin, sevecen, samimi...
Eczacıbaşı ile gündemdeki sıcak konuları masaya yatırdık. Global
krizden hükümetin aldığı
ekonomik tedbirlere kadar iş dünyasını ilgilendiren gündemleri ele aldık. Belediye
seçimlerinden,
Türkiye'nin yaşadığı değişim sürecinden bahisler açıldı sohbetimizde. O da büyük çoğunluk gibi Türkiye'nin yeni bir anayasaya ihtiyaç duyduğuna inanıyor. Bülent Bey'in özel hayatına dair konuları da konuştuk.
Teknolojiyi nasıl yakından takip ettiğine şahit olduk. Klasik müziğe duyduğu yakın ilgi, medyaya yönelttiği
eleştiri, sporla ilgili düşünceleri vs. Eczacıbaşı ile yaptığımız söyleşi, gerçekten okumaya değer bilgiler içeriyor.
İşin doğrusu, biz
röportajı yaparken çok zevk aldık. Eminim, siz de okurken aynı samimi havayı yaşayacaksınız. Güzel bir
pazar günü kahvenizi yudumlarken okuyacağınız bu söyleşinin, içinizi ısıtacağını umuyoruz.
Ekrem Dumanlı ve
Ekonomi Editörümüz Turhan
Bozkurt, Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı ile Kanyon Kule'nin 26. katında keyifli bir söyleşi yaptı. Her gün bantta 6 Km yürüdüğünü belirten Eczacıbaşı, "Yönetim kurulu başkanıyım ya! Vakit problemim yok." diyor.
Hükümet krizi küçümsemiyor
Küresel krizden başlayalım isterseniz. Nasıl görüyorsunuz?
Çok ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıyayız. Rakamlar bu yıl dünya ekonomisinin hızla küçüleceği yönünde. Gelişmiş ülkelerde bir küçülme yaşanacağı kesin. Gelişmekte olan ülkelerde ise toplam
büyümeyi artıya çekme ihtimali zayıf gibi görünüyor. Belki de sıfırın biraz altında bir dünya büyümesi ortaya çıkacak. Uzun süredir böyle bir şey yaşanmamıştı. Bundan biz de dahil her ülke payını alıyor. Ne zaman biteceği konusunu tabii ki hiçbirimiz bilmiyoruz. Ama fikirlerini daha sağlam kaynaklara dayandırdıklarını düşündüğümüz kişileri dinlediğimiz zaman 2010'dan önce bir düzelme olmayacağı sonucunu çıkarıyoruz. En azından hazırlıklarımızı buna göre yapmalıyız. Hesabımızı kitabımızı ona göre yapalım, daha önce olursa ne âlâ. 2009'da bunu kolay kolay atlatamayacağımızı unutmayalım.
Bir ütopya gerçekleşene kadar da krizler sürecek, yani her zaman olacak...
Bu sonuncusu gibi bundan önceki krizlerin de temelinde toplam talebin arz seviyesinin dengeleri bozacak kadar gerisinde kalması yatıyor. Hepimiz, 20 yıla yakın süredir, teknolojinin olağanüstü bir hızlı gelişmesinin fiilî
üretim kapasitelerini ve henüz yatırıma dönüşmemiş araştırma-geliştirme sonuçlarını çok büyük ölçüde artırdığını söyledik. Finans
sisteminde tesis edilen yeni yöntem ve enstrümanların da yatırımları artırdığını gördük. Ancak, bu kadar büyük kapasitelere karşı talebin, zengin ülkelerde bile yetersiz kalacağı görülemedi. Finans sistemi, aynı yatırım için
icat ettikleri gibi, talebi artırmak için de enstrümanları devreye soktu. Ancak, sonuçta reel gelirler bu ölçüde artmadığı için üflenen balon sonsuza kadar şişirilemedi ve patladı. O zaman hem yatırımlara hem de talebe yönelen kredilerin geri dönmediği görüldü. Anlaşılıyor ki, zengin ülkelerde hem de
finans sisteminin olağanüstü desteği ile oluşturulan talep, kapasitelerin arzını karşılamaya yetmiyor. Önümüzdeki yıllarda bu durumun anlaşılmasıyla, bugünün gelişmekte olan ülkelerinin yatırım yeri olarak ve pazar olarak daha iyi değerlendirilmesi dönemi başlayacaktır. Burada, o ülkelerin
yönetim kalitesinin yükselmesi,
kilit rol oynayacaktır.
Türkiye'de hasarı azaltmak için neler yapılabilir? Hükümet otomotiv ve beyaz
eşya ile konutta
vergi indirimlerine gitti 3 aylığına. Yeni bir paket daha çıkacak.
Vergi indirimleri, talebi biraz olsun canlandırıyor. Yerel seçimlerden sonra aynı doğrultuda belki başka önlemler gelecektir, gelmesi de lazım. Reel
sektör mutlaka
desteklenmeli. Çünkü bizde kriz öncelikle reel sektörde görüldü. Dünyada ilk olarak finansta patlak vermişti. Bizim bankalarımız güçlü durumda.
Ocakta yüzde 23 kâr artışı var.
Rakamlar şimdilik iyi. Ama eninde sonunda bankacılık sektörü de reel sektörle ilişkili. Reel sektörün sorunları artarsa, kredilerin geri ödenmesinde zorluklar ortaya çıkarsa bankalar da muhakkak etkilenecek. Dışarıdan kaynak akışının kesilmesi çok büyük bir sorun. Çünkü sanayi dış finansman sorununu çözemez hale gelecek. Hem ithalatın yapılabilmesi için dış finansmana ihtiyaç var hem de dış borçların ödenmesi için. Bunun çözülmesi lazım. IMF
anlaşmasının sık sık gündeme gelmesinin sebebi de bu zaten.
IMF'nin anlaşamadığı konuları Bakan Mehmet Şimşek gazetecilerle paylaştı. Üç başlık saydı: 1- Çapraz denetim istiyorlar. Bir anlamda nereden buldun. Ayda on bin dolar harcaması olana, villada oturana bunun hesabını sormak. 2- Gelir İdaresi tam bağımsız olsun. 3- Bütçede yeni kesinti paketi. 'Tedbir paketi konusunda biz de bir şeyler yapabiliriz, ama çapraz denetim krizin doğasıyla örtüşmüyor' diyor hükümet. Böyle denetimi kabul etmek iş dünyasını, yatırımcıyı daha da tedirgin eder mi?
Bence de kaygılar haklı gibi. IMF destek verdiği ülkelere yatırımcı güveninin sarsılmamasını, dışarıdan
sermaye akışının devam etmesini sağlamaya yönelik tedbirleri her zaman ön planda tutuyor. Bu nedenle sıkı para ve maliye
politikalarında ısrarlı oluyor. Oysa ekonomik durum bunun tam tersini gerektirebilir. İçinde bulunduğumuz durum da biraz böyle. Bu yüzden IMF ile fikir ayrılıkları olması
doğal. Tabii ki hükümetler bunu istemiyorlar. Tartışılması gerekiyor, fakat hassas bir konu.
Geçen gün gevşek para politikasıyla ilgili bir açılım yaptınız. Bunu da somutlaştırmak istiyoruz. Merkez Bankası bu dönemde para basmalı mı?
Çarenin para basmak olduğunu söylemek istemiyorum. Bu konu son derece önemli. Üretimdeki dar boğazları aşmak, sorunun çözümünde öncelikli. Ama bunu yaptıktan sonra talebi artırıcı önlemlerin alınması gerekecek. Bunu zaten bütün ülkeler yapacak. Bir an için diğer ülkeler ne yapacak konusuna dönelim; bir kere her şeyden önce güvenin yeniden sağlanması gerekiyor. Bu da sermaye sorununu gündeme getiriyor.
Güven demek, finansman kurumlarında sermaye demek. Dolayısıyla kaybolan sermayenin yerine konulması gerekecek. Bunun sonucunda da devletin finansman kurumlarında daha fazla söz sahibi olması belki gündeme gelecek. Bir ölçüde ekonomik modelin değişmesine yol açacak gelişmeler olacak bunlar. Tabii böyle bir müdahale süreci denetim mekanizmalarını da gündeme getirecek. Denetim eksikliği yüzünden krize sebebiyet verdikleri belirtilen finans kurumlarının denetimi konusu gündeme gelecek, hatta geldi bile. Yeni anlayış sanıyorum, denetimin, o fonksiyonun ismine göre değil de o fonksiyonun türüne göre yapılması esasına dayanacak. Bankanın ismine göre sınıflandırma yeterli olmuyor. Bir iktisatçının güzel bir saptaması var: "Bir kurum ya da bir sektörün günün birinde kurtarılması gerekirse, onların denetlenmesi zorunludur." "Ben
denetleme yapmayayım, ama batarsa kurtarayım." Bu sağlıksız bir durum ve dünyanın başına iş açıyor. Dolayısıyla yeni denetim mekanizmaları, yeni modeller ortaya çıkacak. Ayrıca talep artırıcı önlemler mutlaka devreye sokulacak. Böylece finans sektörüne güven tazelenmiş olacak ve artan talebe finans sektörü de ayak uyduracak. Herhalde bundan başka bir yol düşünülemez.
Türkiye'ye dönecek olursak, hükümet neler yapmalı?
Talep artırıcı politikalar bizde de gündeme gelecek. Bu ne ölçüde parasal genişlemeyi gerektirir doğrusu ben bilemem. Ekonominin öncelikleri değişebilir. Artık bugün büyüme öncelikli hale geldi. Türkiye'nin cari açığı küçülüyor.
İşsizlik rakamlarını görüyorsunuz. Bundan daha önemli bir sorunumuz da yok. Ekonomik gelişme, iyileşme, büyüme... Hepsinin amacı ekonomide istihdam sağlamak.
Ekonomik büyüme öncelikliyse, hepimizin buna odaklanması gerekir. Hükümetle
Merkez Bankası arasında da yeni bir politika saptanmalı ve gündeme getirilmelidir. Önümüzdeki dönemde deflasyon, enflasyondan daha büyük bir
tehlike olarak karşımıza çıkabilir. Bu durumda parasal genişleme, enflasyonu artırmanın değil deflasyonu önlemenin bir aracı olarak dikkatlice kullanılabilir.
Seçime giderken ne düşünüyorsunuz?
Seçime giderken artan kamu harcamalarını eleştirmek bir spordur, zevkle yaparız. Bu her dönem olur,
demokrasilerin bir gerçeğidir. Bu seçim dönemimizde de belki verimsiz olarak nitelendirilecek şeyler yapılmıştır, paralar harcanmıştır. Bunları çok fazla büyütmemek lâzım. Seçimden sonra, ekonomide havanın daha olumlu olmasını bekliyorum.
Ekonomik krizden çıkış yol haritası olarak, olaylara daha siyaset üstü bakılabilir mi? Hem iktidar hem muhalefet tarafından kriz çok mu politize ediliyor? Sonuçta biz sebep olmadık, biz de bitiremeyiz. Ama etkilerini nasıl hafifletebiliriz?
Burada da iktidar ile muhalefet arasında
diyalog yolunun açılması için başka bir imkân var Türkiye'nin önünde. Kökü dışarıda olan bir kriz var. 'Ne yapalım' diye herkesin görüşünü ortaya koyması ve bunun siyasetçiler tarafından tartışılması fevkalade olumlu bir şey olur. Uzlaşma havası da çok olumlu olur. Seçimden sonra dememin sebebi, siyasî öncelikli harcamaların daha kolay kenara itilebilecek olması.
Cari açık azalmaya devam ediyor. IMF ile anlaşma herhalde olacak. Bir de bunlara gördüğümüz tedbirlerin benzerlerini ekleyebilirsek... Geçici KDV indirimleri, istihdam üzerindeki yükleri azaltan önlemler, yeni işe alınacak kişilerde belirli bir süre vergi muafiyeti sağlamak gibi...
Varlık Barışı o açıdan doğru bir adım mıydı?
Evet, doğru bir adım oldu.
Diğer tedbirler neler olabilir?
İşe alınan yeni personelin bir süre vergiden muaf tutulması, istihdam üzerindeki yüklerin azaltılması gibi istihdamı destekleyici bazı hususların üzerinde durulabilir. Yapılacak desteklerin yolu tabii üretime verilecek destekten geçecek. Devlet yatırımları dediğimiz zaman aslında altyapı yatırımlarıyla sınırlı kalıyoruz. Zaten
bütçe imkânları da bizi zorlayacağı için parasal genişleme gündeme geliyor. Yapılmalı mı, ne ölçüde yapılmalı? Buna ilgili kişiler karar verecek.
Faiz inerken, enflasyon da düşüyor mesela. Kur da yüksek. Bu anlamda tarihin en düşük enflasyonunu yaşıyoruz. İş dünyasından sembolik de olsa faiz bu indirimlerinin devam etmesi gerektiği mesajını alıyoruz. Buna katılır mısınız?
Enflasyon artık ikinci önemde. Bunu yıllarca enflasyonla mücadelenin önemine dikkat çeken biri olarak ve içinde görev aldığımız TÜSİAD'ın da kendine ilke edinmiş olmasına dikkat çekerek söylüyorum. Enflasyonun büyümenin ön koşulu olmadığını tekrarladık yıllarca. Nitekim son yıllarda da hem büyüme elde ettik hem de enflasyonda düşüş sağladık. Bu tez kanıtlanmış oldu. Tam tersine istikrardır büyümeyi özendirecek olan. Özetle ekonominin sorunları ve öncelikleri değişebiliyor. Şu anda öncelikli sorun büyüme. Türkiye'nin yüksek enflasyonlu döneme yeniden dönmemesi lâzım. Bu da ekonomiyi yönetenlerin maharetine kalmış.
Hükümetin, krizi çok iyi yönetemediği eleştirileri geldi. Fakat Türkiye şu ana kadar en az zarar gören ülkeler arasında. Sizin değerlendirmeniz ne yönde?
Bu, bankacılık sistemimizin sağlamlığından kaynaklanıyor. Hükümetin, krizi küçümsediğini düşünmüyorum.
Devlet Bakanı Nazım Ekren bizimle periyodik olarak toplantı düzenliyor ve yaptıklarını ayrıntılı şekilde paylaşıyor. Atılan adımları doğru buluyorum. Esas nedeni dışarıda olan ve çözümü de büyük ölçüde dünyadaki koşulların düzelmesine bağlı bir krizde hükümetin yapabileceklerinin de çok sınırlı olduğunu unutmayalım.
Siyasette esen en ufak bir rüzgâr ekonomiyi etkiliyor. En son parti kapatma davasında yaşananlar gibi... Acaba bu süreçten sonra yeni bir kapatma davası gündeme gelebilir mi? Türkiye 30 Mart'tan itibaren nasıl bir yol izlemeli?
Burada bence amaçtan çok zamanlama ve bunların gündeme getirildiği ortamı ele almak lazım.
Anayasa'nın değişmesi gerektiği konusunda çok yaygın bir istek var. Türkiye'nin daha katılımcı
sivil bir anayasaya ihtiyacı var. Burada önemli olan anayasa gibi temel bir konuda uzlaşmayı yakalamaktır. Bunların tartışılabilir hale gelmesi biraz uzlaşmadan uzaklaşılıyor izlenimi verse de aslında çözüme giden yolun başlangıcıdır.
Kürt sorununda örneğin. Bazen çok yavaş ilerlediğimizi düşünerek karamsarlığa düşebiliyoruz. Ama herhalde 'Türkiye'de Kürt yoktur' denen bir ortama göre, çözüme daha yakınız. Bunlar Türkiye'nin gerçekleri ve yok deyince yok olmuyor. Böyle bir süreçten geçiyoruz. Umalım ki bu süreç çözüme giden bir başka döneme geçiş olsun.
TRT Şeş'i nasıl buldunuz?
İyi. Keşke daha önce yapılsaydı.
Ergenekon davası hakkında ne düşünüyorsunuz?
Varlığını sık sık hissettiğimiz, demokrasi dışı yollara sapmış güçlerin ortaya çıkarılıp etkisizleştirilmeleri
bakımından bu soruşturmanın çok önemli bir rol oynamakta olduğunu düşünüyorum.
Türkiye'yi şeffaflaştırır mı? Daha demokratikleştirir mi?
Öyle olmasını umuyoruz. O zaman dava önemli bir işlevi yerine getirecek zaten.
Burada nasıl bir tavsiyeniz olabilir?
Kuşkusuz her zaman olduğu gibi bu davada da hukukun usul kurallarının eksiksiz uygulanması hem adaletin tam yerini bulmasını hem de sonuçlarının kamuoyu tarafından benimsenmesini sağlayacaktır.
Türkiye'nin bir yargı reformuna ihtiyacı olduğu ortada. E-muhtırayla başlayan süreçte yargı çok tartışıldı. Özellikle
YARSAV üzerinden yapıldı bu
tartışma.
Türkiye için en tehlikeli tartışmanın bu olduğunu düşünüyorum.
Yargının politize olma kuşkularının üzerine çıkarılması gerekir. Yargı reformunun temelinde 'yargının tam bağımsızlığının sağlanması' olmalıdır.
Yargı bağımsızlığı kapatma davası sırasında çok tartışıldı. Hatta AB'den 'Türkiye'de yargı bağımsız da tarafsız değil' dendi. Böyle bir şey var mı?
Bizim tek tutunacağımız dal hukukun üstünlüğüdür. Hukukun üstünlüğü ilkesinin benimsenmesi, uzlaşmanın temeli olacaktır.
Artık 'iPhone'cuyum
Oğlunuz Emre'ye bir kitap hediye etmişsiniz: 'Yeni Başlayanlar İçin Klasik Müzik'
Oğlum Emre bana yıllar önce 'Yeni Başlayanlar İçin Windows'u hediye etmişti. Sen görürsün dedim. Geçenlerde ben de ona 'Yeni Başlayanlar İçin Klasik Müzik' kitabını hediye ettim.
Oğlunuz Emre, şu anda ne yapıyor?
Uluslararası bir şirkette asistan. Onun çıraklık dönemi. Kızım Esra da abisi gibi Harvard'ı bitirecek. O da çıraklıktan sonra gelecek.
Bilgisayarla aranız nasıl?
Bilgisayarla hiç ayrı kalamıyorum. Blackberry'den iPhone'a geçtim ve bence iPhone telefondan öte bir şey. Teknolojik oyuncaklara çok meraklıyım. Bunlar bana zevk veriyor. En son oyuncağım da
elektronik kitap (amazon kindle). Her yeni gelişme, verimliliği artırıyor. En güzel tarafı uzun
seyahat imkânlarını artırması, her ne kadar
tatil yapamıyor olsam da. Her seyahatimden önce arkadaşlarıma yaptığım bir
şaka vardır. Ben tatil yapmam, nerede olursam olayım onun adı asla tatil değildir. Olsa olsa inceleme gezisine gitmişimdir. Patron tatilde demek bizde yasaktır.
Klasik müziği çok seviyorsunuz.
Babam çok meraklıydı klasik müziğe. Evde çok çalınırdı. Zamanında
keman da çalmıştı babam. Klasik
müzikte Beethoven'ın çok büyük hayranıyım.
Orkestra da yönettiniz nasıldı?
Eğlenceli ve heyecan vericiydi.
Sanat musikîsi için de konuk şeflik yapmayı düşünür müsünüz?
Türk sanat müziğini de çok severim. O da
aile büyüklerimizden geçmiştir. Ancak artık şeflik defterini kapattık. Çok özel bir durum olmadıktan sonra prensip olarak düşünmüyorum.
Eczacıbaşı, niçin
takım tutmadığını soranlara, "Takıma duyulan yakınlığın takımın kurulduğu semtte oturmak veya okulunda okumak gibi bir bağlantısı olması gerekir. Ben de Eczacıbaşı'nı tutuyorum." cevabını veriyor.
Hangi takımı tutuyorsunuz?
Takıma duyulan yakınlığın takımın kurulduğu semtte oturmak, o takımın okulunda okumak gibi bir doğal bağlantısı olması gerekir. Takım tutmuyorum demek hoş olmuyor biliyorum, ama hadi ben de Eczacıbaşı'nı tutuyorum. Birkaç sene önce
Ferit Şahenk dostum beni Fener maçına davet etti. Hangisiydi hatırlamıyorum. O maçta imzalı
forma hediye etti. Bütün futbolculara imzalatmış Ferit Bey. O formayı özenle saklarım.
Medyayı nasıl buluyorsunuz?
Televizyon hakkında pek yorum yapamam, ancak gazeteleri daha iyi takip edebiliyorum. Medya, dışa kapalı. Dünyadaki gelişmeleri sadece basınımızı takip ederek izlemek mümkün değil.
Kültür sanat da yeterli değil artık.
Evet, kültür sanat, sayfalardan uçtu gitti...
İstanbul'a başkan olmak yürek ister
İstanbul'da belediyecilikten memnun musunuz? Adayları vizyoner buluyor musunuz? Şehirleşme problemleri nedir?
İstanbul'da hizmete talip olmak hakikaten yürek isteyen bir şey.
Allah gelecek olanlara kolaylık versin. Su sorunundan hava kirliliğine kadar hiçbir
kent sorunu yok ki İstanbul'da olmasın.
İmar çarpıklıkları var. Nüfusun getirdiği baskının sonucunda imar disiplinini korumak kolay olmadı.
Yeşil örtü yeterli değil. Yeşillendirme çabalarına
tanık olduk ama yine de yeterli değil.
Paris gibi bol yeşilliği olan bir şehrin yeşil örtüsünü yüzde 100 artırmak için proje yarışması açmışlar. Düşünebiliyor musunuz? Hem de Paris. Dünyaca ünlü mimarlar çalışıyor, sonucunu da Sarkozy'ye getiriyorlar.
Tarihi korumak, doğayı korumak son derece zor. Ciddi bir tahribat oldu. Yıllarca yüz binli sayılarda nüfusu artan bir şehirde bu işler zor.
Avrupa kentleri de bu sorunu yaşamış. Ama yüz yıl önce toparlamışlar. Şimdi daha daha nasıl güzelleştirelim diye uğraşıyorlar. Biz de o aşamaya geleceğiz.
Son kriz grubun büyüme hedeflerinde bir sapmaya yol açtı mı? Grubun istihdamında ne kadar daralma oldu? Sizin yeni yatırımlarınızın devam ediyor olması piyasada moralle karşılanıyor.
Bir süredir, her beş yılda topluluk değerimizi ikiye katlama stratejik hedefini benimsedik. İçinde bulunduğumuz krizin, özellikle de küresel niteliği sebebiyle bu hedefin gerçekleştirilmesinde, bir belki iki yıllık bir gecikme olabileceğini öngörmek durumundayız. Tabii, burada krizin derinliği ve süresi de belirleyici olacak. Daha önce Türkiye'ye özgü krizlerde, özellikle yurtdışı gelirlerdeki artışların etkisi ile bu tür bir gecikme yaşamamış ve hedeflerimizi gerçekleştirmiştik. Bu seferki krizin global ölçekte olması ve topluluğumuzun yoğunlaşmış bulunan küresel bağlantıları, ne yazık ki böyle bir gecikme öngörüsüne neden oluyor.
Krizin süresinin uzaması ciro ve kârlılıkta gerilemeye sebep olabilir mi? Ne tür tedbirler alıyorsunuz? 2009 bütçenizdeki temel hedefleri nasıl belirlediniz? Reel büyüme hedefi var mı?
İçinde bulundukları sektörün krizden etkilenme oranına bağlı olarak, kuruluşlarımızın da
satışlarında reel küçülmeler yaşayabiliriz. Nitekim, planlarımızı çeşitli senaryolara göre yaparak, güncel gelişmeleri son derecede yakından izliyor ve değerlendirmelerimizi yapıyoruz. Bu çerçevede önlemlerimizi iki ana strateji altında toplayabiliriz: Bir taraftan, maliyetlerimizi, özellikle sabit giderlerimizi, sıkı
kontrol altında tutarak ölçek ekonomisi açısından karlılığımızı korumaya çalışıyoruz. Diğer taraftan da, yeni pazarlara girme planlarımızı hızlandırarak, daralan ana pazarların etkisini en aza indirmek amacıyla yapılanıyoruz. Bu bağlamda,
gelişim sürecini oldukça erken öngördüğümüz için, Topluluğumuz krize son derecede güçlü bir likit pozisyonuyla girmiş bulunuyor. Bu nedenle, önümüzdeki dönemin, Topluluğumuz için iş olanakları açısından da önemli fırsatlar getirebileceğini görüyoruz.
Bütçelerimizi doğal olarak, içinde bulunulan ortamın gerçeklerini göz önüne alarak oluşturduk ve içinde yer aldığımız sektörlerde kriz ortamında yaşanması beklenilen gelişmeleri bütçelerimize yansıttık. Bazı sektörlerde daralmaların yaşanması, bazılarında ise büyüme hızlarının yavaşlaması gibi varsayımlar sonucu oluşan konsolide bütçemizde, sonuçta yine de TL bazında, bir büyüme öngörüyoruz. Ancak, 2009 yılı bütçemizin reel büyüme hedefi yerine, güçlü likit pozisyonumuzu korumak hedefi esas alınarak oluşturulduğunu söyleyebiliriz.
KRİZE RAĞMEN 2008 BİZİM İÇİN DÜNYA PAZARINDA GENİŞLEME YILI OLDU
Topluluğunuzun geçen yılki çalışmaları ve performansı nasıldı?
Topluluk kuruluşlarımız, bir önceki yılın satış performansını koruyarak 3 milyar dolarlık ciro hedefimizi gerçekleştirdi.
Yurtdışı gelirlerimiz, üç yıl içinde yaklaşık iki kat artarak, 2008 yılında 820 milyon doları aştı. Yıl içinde gerçekleştirdiğimiz yatırım tutarı ise 280 milyon dolara ulaştı. Yaşanan küresel bunalıma karşın 2008 bizim için, dünya pazarlarında genişleme yılı oldu. Yapı Ürünleri Grubumuzda, 2006'da
Alman seramik kuruluşu Engers'in, 2007'de Villeroy & Boch'un karo bölümünün ardından 2008'de de yine Alman Burgbad'ı bünyemize kattık. Böylece, yapı ürünleri alanında Avrupa'daki üretim tesislerimizin sayısı dokuza; Türkiye,
İrlanda,
Almanya ve
Fransa dahil dört ülkedeki toplam tesislerimizin sayısı ise 25'e yükselmiş oldu. Vitra Karo'nun 2010'da üretime geçmesi planlanan
Rusya fabrikasının temeli de 2008'de atıldı. Bu fabrikanın üretime geçmesiyle birlikte, Vitra Karo'nun yıllık seramik kaplama malzemesi üretimi 37 milyon metrekareye ulaşacak.
Eczacıbaşı
Sağlık Hizmetleri ise
evde bakım alanında sahip olduğu bilgi ve deneyimi Evital Özel Yaşlı Bakım Merkezi'ne taşıyarak alanında yine bir ilki gerçekleştirdi. Bu bağlamda Evital'in ilk Özel Yaşlı Bakım Merkezi, 2008 yılı Haziran ayında İstanbul Koşuyolu'nda hizmete girdi. Sağlık Grubumuzdaki bir başka önemli gelişme de, Eczacıbaşı
İlaç Pazarlama'nın farklı ihtiyaçlara yönelik vitamin, mineral ve
besin destekleri serisi ile vitamin pazarına girmesi oldu. Önümüzdeki günlerde de, özellikle bebeklere yönelik tamamen organik bakım ürünlerini pazara sunmaya hazırlanıyoruz. Tüketim Ürünleri Grubumuzun pazarlama ve dağıtım faaliyetlerini sürdüren Girişim Pazarlama'nın yeni
temizlik ve
kozmetik ürünleri tesisi
Mayıs 2008'de
Gebze Organize Sanayi Bölgesi'nde üretime başladı. Grubun bir diğer kuruluşu İpek Kâğıt ise
Yalova ve
Kazakistan'daki tesislerinin ardından, 225 dönüm
arazi üzerinde ilk aşamada 40 milyon dolar yatırımla kuracağı
Manisa fabrikasının temelini 31
Ekim 2008 tarihinde attı. Akıllı
kart üreticisi kuruluşumuz E-Kart, 2008 yılında yurtiçi pazardaki büyümesini sürdürüp pazar payını artırırken, özellikle GSM kartlarında
Azerbaycan,
Gürcistan, Kazakistan,
Moldova ve Ukrayna'dan sonra Arnavutluk'u da dış satım pazarları arasına ekledi.
Madencilik sektöründeki kuruluşumuz Esan, 2008 yılında
Yeniköy/Milas'taki feldspat zenginleştirme tesisini devreye aldı. Üretiminin çoğunluğunu yurtdışı pazarlara yönlendiren Esan, metalik madencilik alanında ise 2007 yılında başlattığı kurşun ve çinko yatırımını öngörülen programa göre devam ettirerek Temmuz 2009'da konsantre maden üretimine geçmeyi planlıyor. Sağlık Grubumuzda, yeni yapılanmamız sonrasında ve yeni alanlara açılma stratejilerimiz çerçevesinde öncelikle nükleer tıp alanına girdik.
Eczacıbaşı Grubu içinde ilaç ön plandaydı, son dönemde Yapı Ürünleri Grubu öne çıktı. Bundan böyle Eczacıbaşı Topluluğu'nun amiral gemisi Yapı Ürünleri Grubu mu olacak? Odaklanma stratejinizden bahseder misiniz?
Dünya durmadan değişirken dünya ekonomisinin yapısı da değişiyor. Bir önceki dönemde sahip olduğunuz
rekabet üstünlükleriniz bir sonraki dönemde ortadan kalkabiliyor ve size yeni üstünlükler sağlama imkânları ortaya çıkıyor. Girişimcilerin bunları sürekli değerlendirmesi ve gereğini yerine getirmesi lazım; aksi takdirde paydaşlarınızın ve toplumun yararlarını korumamış olursunuz. Biz de, bu anlayışa uygun olarak, mevcut yatırımlarımızı sürekli gözden geçirmeye, daha verimli alanlarda yeni girişimlerde bulunmaya çalışıyoruz. Bu kapsamda, Türkiye'de jenerik ilaç üretiminin, teknoloji ve pazarda ortaya çıkan dönüşümler karşısında, ancak global pazarlara yönelebilecek yaygınlığa sahip örgütlenmeler içinde verimli olabileceğini gördük. Sağlık sektöründeki portföyümüzden jenerik ilaç üretimini böyle büyük bir organizasyon olan Zentiva'ya devrettik.
Bununla eş zamanlı olarak, yine sağlık sektörü içinde yer alan nükleer tıp alanına girdik. Radyofarmasötik ilaçların üretim, ithalat ve dağıtımı konularında faaliyet gösteren Monrol
Nükleer Ürünler
Ticaret ve Sanayi A.Ş.'ye, yüzde 50 hissesini satın alarak ortak olduk. Bu girişimin, sadece iç pazarda değil uluslararası pazarlarda da çok verimli olacağına inanıyoruz.
Öte yandan global pazarda başarıya ulaşmak için gerekli üstünlüklere sahip olduğumuzu gördüğümüz yapı ürünleri alanında da, daha çok yurtdışında yeni yatırımlara yöneldik. Bu alanda stratejimizi, küreselleşmiş markaları bünyemize katmak üzerine kurduk ve son dönemde küresel ağımızı güçlendirmeye yönelik yatırımlara hız verdik.
ARGE Yasası; dünyada en yüksek ARGE bütçesinin (yıllık 100 milyar dolar) ilaç endüstrisinde kullanıldığı düşünüldüğünde Türkiye için çok büyük bir fırsat sunuyor. Türkiye ilaçta bu büyük pastadan pay almak için neler yapmalı? Bu yatırımların bir bölümünün Türkiye'ye kayması yerli ilaç sanayi için bir tehdit mi olur? Yoksa Türkiye'de yeni istihdam ve ihracat kapılarını mı aralar?
Ülkemizde geçen yıl yürürlüğe giren
Araştırma ve Geliştirme Faaliyetlerinin Desteklenmesi Hakkında Kanun'un en önemli özelliği
Ar-Ge harcamalarını vergilendirmeyle adeta cezalandıran anlayışın terk edilerek, araştırma-geliştirmeyi yasal olarak
teşvik eden bir yaklaşımı benimsemesi oldu.
Araştırma-geliştirme yatırımları, yüksek riskli harcamalar. Yapılan yatırımların karşılığının alınıp alınamayacağı tam olarak bilinemiyor. İhtimal hesaplarına göre başarı yüzdesi düşüktür. Örneğin, ilaçta yeni bir
keşif, 10-12 yıllık bir sürede, 300 milyon dolar civarında harcamayla mümkün olabiliyor. 10 bin
aday molekülden ancak bir-ikisi ilaca dönüşebiliyor. Sürekli olmak kaydıyla, yılda 600 milyon dolarlık araştırma bütçesi ayrıldığında, bir-iki yeni ilaç icat edilebiliyor. 4-5 milyar dolar ciro yapmadıkça bir ilaç kuruluşunun araştırma-geliştirmeye bu kaynağı ayırması mümkün değil.
Araştırmaların son aşamalarına gelen moleküllerin çoğu, yan etkileri,
tedaviye bir yenilik getirmemeleri sebebiyle çöpe gidiyor.Gerçekçi olarak irdelememizde yarar var: İlaçta araştırma-geliştirmeyi ikiye ayırırsak, bu maliyetlerle bizim araştırma yapmamız mümkün olmuyor. Buna karşılık geliştirmede başarılı çalışmalar yapabiliyoruz.
Yeni ilaç geliştirmenin en önemli ve en masraflı evrelerinden birinin klinik araştırmalar olduğunu biliyoruz. Burada henüz ruhsatlanmamış bir molekülün insanlar üzerinde denenmesi için uyulması gereken kurallar, alınması gereken bir dizi önlem söz konusudur. Sağlık Bakanlığı'nın 1993'te yürürlüğe giren ilaç araştırmalarıyla ilgili yönetmeliğini 23
Aralık 2008'de, bu alanda en ileri ülkelerdeki modellerle örtüşen 'Klinik Araştırmalar Hakkında
Yönetmelik' adıyla revize etti. Bunu çok önemli bir gelişme olarak benimsemek gerektiği kanısındayım. Yurdumuzda, bu bağlamda yapılacak ilaçla ilgili klinik araştırmaların sağlık sektörüne olumlu katkılar sağlayacağına inanıyorum.
Çek eşdeğer ilaç devi Zentiva ile gerçekleştirilen evlilik, Eczacıbaşı Grubu'na sağlık yatırımları alanında neler kattı? Ortaklık ile Zentiva Türkiye gibi büyük bir pazara girme şansı bulurken, Eczacıbaşı ise sahibi olduğu ilaçları Zentiva'nın geleneksel pazarları olan Doğu Avrupa ve Rusya'da pazarlamayı hedefliyordu. 1,5 senelik süreçte bu hedefe ne kadar ulaşıldı? Bundan sonra neler olacak?
Eczacıbaşı-Zentiva ortaklığı 2008'de 300 milyon dolarlık bir net satış, 175 milyon kutuluk üretim hacmini gerçekleştirerek öngörülere uyumlu bir performans gösterdi. Lüleburgaz'daki üretim tesislerinin Doğu Avrupa ve
Bağımsız Devletler Topluluğu'nda pazarlanan ürünlerin önemli üretim merkezlerinden biri haline gelmekte olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye'de öncüsü olduğumuz ilaç sektöründeki varlığımızı bundan sonra da sürdürmek kararındayız. Önümüzdeki dönemde, bu konudaki çalışmalarımızı, ilacı da içine alan daha geniş bir yelpazede, sağlık şemsiyesi altında yürüteceğiz. Bu bağlamda, Eczacıbaşı İlaç Pazarlama özgün ürünler, vitamin-mineral destekleri gibi reçetesiz satılan ürünlerle, Eczacıbaşı-Baxter ortaklığımız parenteral solüsyonlar, kan ürünleri ve tıbbi cihazlarla büyümeyi hedefliyor. Eczacıbaşı Sağlık Hizmetleri kuruluşumuz sürdürmekte olduğu evde bakım hizmetlerinin yanı sıra, Evital Özel Yaşlı Bakım Merkezi'ni açarak sağlık sektöründe, önemli bir ihtiyacı karşılamak üzere yeni bir adım attı. İstanbul'da açılan ilk merkezden sonra yenilerinin devreye alınması öngörülüyor. Bunu radyofarmasötik ürünlerle nükleer tıp alanına girme kararımız izledi.
İlaç şirketinin yüzde 75'ini Çeklere sattıktan sonra, ani bir kararla nükleer tıp alanında kullanılan ilaçlar konusunda faaliyet gösteren Monrol Şirketi'in aldınız. Bu operasyon, ilaçta daha spesifik alanlara kaymaya başladığınızı mı gösteriyor. Monrol ile hedefleriniz neler? Bu alanda büyüme ne kadar büyüme potansiyeli görüyorsunuz?
Bugün artık, diğer alanlarda olduğu gibi ilaç alanındaki girişimlerimizde de, global pazarda şansı olan projelere öncelik veriyoruz. Nükleer tıp da, hem bu kritere uygun hem de bizim yetkinliklerimize uygun bir alan.
Nükleer tıp ürünlerinin çoğunun yarılanma ömürleri az olduğundan bu hizmetin verilebilmesi için üretim tesislerinin, teşhis ve tedavi uygulanan merkezlere yakın olma zorunluluğu var. Eczacıbaşı-Monrol ortaklığının İstanbul-
Ankara-
İzmir dışında büyük gereksinim duyulan merkezlerde de yatırım yaparak büyümesi hedefleniyor. Aynı şekilde yurtdışı faaliyetlerimiz, yatırım kararlarımız da bu çerçevede değerlendiriliyor. Bu bağlamda komşu ülkelerde bu alanda önemli boşlukların olduğunu görerek yatırımlar yapılması kararlaştırıldı. Bu yaklaşımın ilk somut örneği Romanya'da devam eden yatırımımız oluyor. Ayrıca nükleer tıp alanında kullanılan radyofarmasötiklerin geliştirilmesi ve üretilmesi konusunda dünyanın en önde gelen kuruluşlarından Belçikalı IBA (Ion Bean Applications) ile
işbirliği anlaşması imzalandı. Bu alandaki büyümenin sürekli olacağını düşünüyoruz.
SSK'LIYA ECZANEDEN İLAÇ ÖNEMLİ BİR ADIM
Son yıllarda sağlık hizmetine ve ilaca erişim konusunda devrim niteliğinde adımlar atıldı. Hastalar ilacı isteği eczaneden kolaylıkla alabiliyor. Ancak geçtiğimiz günlerde Eczacılar Birliği ile SGK arasında bir sözleşme krizi yaşanmıştı. Buradan hareketle ilaç-hasta süreci, üreticiden reçete yazan doktora, eczacıdan da geri ödeme kurumlarına gelene kadar nasıl düzenlenmeli? Gelişmiş ülkelerde sistem nasıl işliyor? Türkiye'de nasıl olmalı?
Sosyal
Güvenlik kuruluşlarının tek
çatı altında toplanması, eski SSK kapsamındaki hastaların, ilaçlarını doğrudan eczanelerden alma imkânına kavuşmaları gerçekten çok önemli düzenlemelerdir. İlaç İşverenler Sendikası'ndaki görevimi tamamlayarak ayrıldığım için bu alanda yaşanan sıkıntıların ayrıntılarını tam olarak bilmemekle beraber, tarafların ortaya çıkan aksaklıkların giderilmeleri konusunda çözüm odaklı çalışmalar yürüttüklerine inanıyorum. Bu konudaki düzenlemelerin, ülkemiz gerçekleri de göz önünde bulundurularak, gelişmiş ülkelerdeki modellerle uyumlu bir şekilde yapılmasının hedeflendiği kanısındayım.
İLAÇ VE TIBBI CİHAZ KURUMU KURULAMADI
Türk ilaç sanayisini nasıl görüyorsunuz? Halen ihtiyacın tümüne cevap verilemese de Türkiye kendi teknolojisiyle ilaç üretebilen (ihracat yapabilen) sayılı ülkelerden biri. Ancak satın alma ya da ortaklıklar yoluyla yerli ilaç şirketlerini yabancıların eline geçmesinin Türk ilaç sanayisine zarar vereceği yorumları yapılıyor. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türk ilaç sanayii 1950'li yıllardan başlayan endüstriye geçiş dönemini başarıyla tamamlamıştır. Bu gelişme daha da başarılı bir şekilde sürdürülerek ileri düzeylere gelebilirdi. Bu konuda hiçbir kişi ya da kurumu suçlamak doğru olmaz. Her kesimin hatalarıyla bu fırsat kaçırılmıştır. Ancak yıllardır gündemde olan, mevzuatımızı dünyanın en önde gelen ülkelerin kurallarıyla uyumlu h