Yazısında "Yanılıyorsunuz Hüseyin Bey" başlığı altında Gülerce'nin iddialarına cevap veren Dumanlı tarihin en uzun MGK'sının kulis bilgilerine de yer verdi.
İşte Dumanlı'nın bugünkü yazısı...
Kızıl Kitap
Vah vah vah! Ne hallere düştü ‘siyasal İslam' söylemiyle iktidara gelenler.
Daha düne kadar Milli Güvenlik Kurulu (MGK) mağduriyetleri ile halktan destek bekleyenler, şimdi aynı kurumu keyfî gündemleri için tepe tepe kullanmaya kalkışıyor. Ve ne yazık ki içerdeki siyasîlerden aklı hür, vicdanı hür bir adam çıkıp da, “Yahu biz ne yapıyoruz; bize reva görülen yanlışı şimdi biz başkalarına mı yapıyoruz?” diyemiyor. Ne menem korkuymuş bu! Yeni Türkiye diye dayatılan despotik kâbusun vardığı son aşama “Eski Türkiye”nin arkaik düzenlerine rücu' etmekmiş. Aşırı devletçi ve baskıcı dil o karanlık dönemden pervasız terkiplerle tevarüs edildi. İcraatlarını onaylamayan, hatta onaylama yetmiyor, alkışlamayan herkesin yanına bir giyotin hazırlanıyor, sırtına kırbaç ayarlanıyor, alnına leke sürülüyor. Onlara göre kendileri gibi düşünmeyen herkes hain. Yandaş Pravda düzeni, önce yalan ve iftira dolu haberler yapıyor, sonra savcılar harekete geçiyor, sağdan soldan itirafçı ve gizli tanık adı altında zayıf kişiler bulunuyor ve kitleler suçlu ilan ediliyor.
Bu hukuksuzluk yetmezmiş gibi bir de konu MGK'ya getirilerek sivil toplum kuruluşları hakkında ‘legal görünüm altında illegal yapılar' iması yapılıyor. Hak-hukuk bunun neresinde? Öyle uyduruk bir laf ki bu; bir gün bir başka iktidar gelse aynı hayalî suç kalıbını Sayın Erdoğan, ailesi ve arkadaşları için kullansa ortaya dört dörtlük ‘paralel yapı' hikâyesi çıkar. Sadece Erdoğan ve AK Parti değil; bütün cemaatler, cemiyetler, dernekler, vakıflar, partiler ‘paralel yapı' cinnetinden nasibini alır ve katılımcı demokrasi yerle bir olur.
En uzun MGK'dan gazetelere yansıyan kulis bilgilerine göre toplantı bir hayli gergin geçmiş. Beklenenin aksine, ‘paralel yapı' palavrası 25 dakika konuşulmuş. Çok bile! Ortada terör cirit atarken, kaos sınırlarımıza gelip dayanmışken, devlet, global terör örgütlerine silah ve eleman temin etmekle suçlanırken, MGK gündem mi bulamamış ki suçüstü yakalanan birilerinin kin ve öfkesine alet olsun! Askerler ve polisler sokak ortasında şehit ediliyor, teröristler bazı şehirlerde güvenliği bizzat idare eder hale geliyor; birileri de kalkmış “yel değirmeniyle savaşalım” diyor. Bir iki Sanço Panza çıksa bile hangi akıl sahibi “cambaza bak” hikâyesine inanır artık… Medyada yer alan kulis bilgilerine göre sivil generaller ‘paralel yapı'nın ‘terör örgütü ilan edilmesini' istemiş. Güler misin, ağlar mısın? Asker de böyle bir uygulama yapılacaksa diğer cemaatlerin de aynı kapsam içine alınması gerektiğini savunmuş. Olacağı buydu! Baştan beri hep bunu söyledik: Şayet bir cemaate ‘paralel' derseniz, bütün cemaatleri aynı ithamla karşı karşıya getirirsiniz. Hafta içinde damat kontenjanından gazete yöneticiliği yapan arkadaş böyle bir şey yaptı, Sağlık Bakanı bizzat tekzip etti; çünkü ucu başka cemaatlere gidip dayandı. “Ama onlar bürokraside…” şeklinde kuracağınız her cümle size döner ve Bakanlar Kurulu'nda yer alan kişilerin hangi cemaati temsil ettiği, hangi bakanlıklarda hangi cemaat üyelerinin görev yaptığı gibi saçma sapan ve fişleyici bir mantık(sızlık) zinciri oluşur. Bu şekilde başlatılan “cadı avı” en zirvedeki insanlara, onların çocuklarına, damatlarına, evlad-u iyalinin arkadaşlarına kadar uzanır.
“Devleti ele geçirmek” şeklinde uydurulan suç, her sosyal grup için tatbik edilmeye müsait antidemokratik bir yaklaşımdır. Asker, hukuk dışı bu zokayı yutar mı? Kestirip atmak zor; ancak askerin bu konuda çok acı bir tecrübesi var: 28 Şubat döneminde MGK Batı Çalışma Grubu diye bir birim ihdas etti. Bu çalışmayı teşvik ve telkin edenler arasında elbette MGK üyesi siviller de vardı; ancak BÇG icraatları yargıya taşındı ve en üst düzey subaylar hâlâ yargılanıyor. O davada dönemin başbakanı, bakanları, MİT yöneticileri yargılanmıyor; ama askerler yargılanıyor. Yarın bir gün MGK'nın yönlendirmesiyle harekete geçen askerin yargılanmayacağını kim garanti edebilir?
Ne acıdır ki bazı siviller, kendilerine kadim generallerin üniformasını layık görerek ‘Kırmızı Kitap'tan bahsedip askerlerden medet umuyor. Mantık böyle yürütülünce insanın aklına eski Sovyet rejimi ve soğuk savaş döneminin iç tehdit heyulası geliyor. Bu manzaraya ‘Kırmızı Kitap' yerine ‘Kızıl kitap' lafı daha uygun; zira bugün yargıda izlenen yol Stalinistlerin ‘Troçkistlerle Mücadele' adı altında yaptıkları zulme benziyor.
Stalin, emirleri doğrultusunda dava açmaya hazır savcılar bulmuş, ‘devletin içine yerleşen Troçkistleri' tek tek tespit ederek (!) ‘cadı avı' yaptırmıştı. Başsavcı Vişinski ile başlayan soruşturmalar Troçki taraftarları ile sınırlı kalmamış, muhalif herkes o vahşi despotizmden nasibini almıştı. Ve ne garip bir durumdur ki bir suikast sonrasında terör örgütü ilan edilen Troçkist ve Buharinistler gizli tanıklar, itirafçılar ve baskı altında ifade verenler üzerinden geniş çaplı bir zulme maruz kalmıştı. Leningrad Parti Başkanı Kirov'a yapılan suikastın Stalin ve derin devlet tarafından icra edildiği herkesin malumuydu aslında; ama zalimler rollerini oynadı…
Her neyse. Kızıl rejim, kurgulanmış olaylar üzerinden insanları manipüle etti. Nereye kadar? Bugün ortada ne Stalin kaldı; ne onun kızıl rejimi. Keşke bugünkü savcılarımız Vişinski'nin hal ü pür melalini bir okusa! Eminim faydalı sonuçlar çıkaracaklardır. Tâ padişahlık döneminde bile birkaç kez parlamento kuran Türkiye'yi soğuk savaş metotları ile yönetmek mümkün mü? MGK üzerinden halkı dövme dönemi bitti sanıyorduk; şimdi dört elle MGK'ya, Kırmızı Kitap'a sarılanları görünce yüreğimiz burkuluyor; bu burkuntu kendimiz için değil; onlar ve bu güzel ülke için…
Yanılıyorsunuz Hüseyin Bey
Epey bir zamandan beri Hüseyin Gülerce aynı iddiayı tekrar edip duruyor. Bugüne kadar susmayı tercih ettim; çünkü eski hukukumuzun birbirimize saygı duymayı gerektirdiğini sanmıştım. Ayrılırken “kimseye dargın değilim” demiş, helalleşmişti. Ne yazık ki ilk günden beyanat vermeye, ‘cemaat’i, ‘Hocaefendi’yi ve Zaman’ı suçlamaya başladı. Söyledikleri doğru olsa içim yanmayacak. İfade ettiği pek çok konuyu ya yanlış hatırlıyor yahut bilerek farklı aktarıyor. Ben birincisi olsun diye dua ediyorum; aksi çok feci bir sorumluluktur. Söylediklerini hep hafıza zayıflığına hamlederek cevap vermek istemedim ve kırgınlığın artmasına razı olmadım; lâkin görünen o ki yanlışı bin yerde (özel bir motivasyonla cemaat suçu çıkarmaya çalışan Savcı Fuzuli Bey’in huzurunda da) aynı hatayı tekrar edip duruyor. Hal böyle olunca yanlışların tashihinde zaruret doğdu.
Hüseyin Bey, hep diyor ki; “7 Şubat krizinin hemen ertesi gününde 6 sütuna manşet ‘Savcılar hep haklı çıktı’ başlığı atıldı”. Şimdi bu hükmün neresini düzelteyim; baştan aşağı hatalı. Öyle bir manşet hiçbir zaman atılmadı. Hüseyin Bey’in iddia ettiği gibi Zaman haber-yorum ayrımını unutarak böyle bir haber yapmadı; çünkü zar zor hatırladığı o yazı haber değil; analizdi. O yazının ana konusu savcıların görevden alınmasıydı; savcıların doğru yapıp yapmadıkları değil. 12 Eylül hakkında iddianame hazırlayan Savcı Sacit Kayasu ve Şemdinli soruşturmasının savcısı Ferhat Sarıkaya gibi savcıların konjonktürel öfke ile görevden alınsa bile bu uygulamanın yanlış sonuçlar doğuracağını söylüyor, insanları sağduyuya, soğukkanlılığa davet ediyordu. Bahsi geçen yazı, tecrübeli yargı muhabirimizin (kendisi aynı zamanda hukukçudur) yorumunu ifade eden haber-analizdi ve sayfanın çok küçük bir parçasıydı.
Haber “Savcı görevden alındı” başlığı ile verilmiş, o haberin 4 küçük parçasından birinde en küçük parça olarak haber-analiz yayımlanmıştı. Birinci sayfada da sadece başlığı yer alıyordu. Dolayısıyla “6 sütuna manşet yaptılar” lafı çürük bir zemine oturuyor. Daha ilk iddia bu kadar gerçek dışı olunca gerisini siz düşünün.
Ayrıca, Hüseyin Bey 7 Şubat’tan ve 17 Aralık’tan sonra da yazılar yazdı; Başbakan Erdoğan’ı ve hükümeti eleştirdi. Hatta “Boğazımızı sıkıyorsunuz; n’apalım…” dedi. Yani? Hüseyin Bey 7 Şubat’ta irkildim, 17 Aralık’ta koptum diyor ama inandırıcı değil.
Ahmet Turan Alkan, İhsan Dağı, Mümtaz’er Türköne gibi yazarların çok ağır yazılar kaleme aldığını, bunun “Hocaefendi’den habersiz olamayacağını” söylüyor. Allah aşkına Hüseyin Bey, siz buna gerçekten inanıyor musunuz?
Hüseyin Bey, Gönüllüler Hareketi’nden bahsediyoruz; illegal bir örgütten değil. Girerken başvuru dilekçesi yazılmıyor; çıkarken de istifa mektubu sunulmasına gerek yok. Severseniz koşup gelir, beraber yürürsünüz; beğenmezseniz gider dilediğiniz kişilerle hemhal olursunuz. Kökü bir asra dayanan bir hizmetin baskıyla bitirileceğini iddia etmek; hatta onu temenni ediyorcasına konuşmak doğru değil. Allah’ın bitirmeyi murat etmediğini hiçbir fani bitiremez. Kaldı ki bu ülkede iktidarlar hep birilerinin “kökünü kazımak için” çırpınıp durur. Aleviler, solcular, sağcılar, Kürtler vs. nasibini almıştır bu huşunetten; ancak sosyal gerçekliği olan hiçbir hareket birileri istedi diye buharlaşmaz. İnsanları kırmaya, üzmeye, suçlu göstermeye ve dolayısıyla cevap hakkı doğuracak suçlama yapmaya gerek yok. Hem ayıp hem günah…
Hem ne demiştiniz 19 Mart 2014 tarihli “Vefasızlık” yazınızda? “Eski dostlarından tek birini kırmaya değmez. Vefasızlık edeceğime, yer yarılsın önden gideyim. Dostluğun hakkını vermeyeceksem, dostlarımı terk edeceksem, hücre hapislerinde sükût durmayı bin kere tercih ederim… (…) Çünkü vefa, dost bahçelerinin gülüdür. Bilirim, gülün dikeni vardır, ama katlanırım. Gülün hatırına küsmem, darılmam, dayanırım.” Bu satırları okuyunca bir bedende kaç insan taşıdığınızı çözemedim Hüseyin Bey?