"Ergenekon ve Balyoz davalarıyla darbecileri etkisiz hale getirdiğine inanan Erdoğan, 17 Aralık yolsuzluk soruşturmasının da öfkesiyle Emniyet İstihbarat Dairesi’ni hedefe koydu" diyen Korucu , "Polisler, şu an 28 Şubat’ta bile karşılaşmadıkları muameleye maruz kalıyor, Erdoğan’ın ‘proje’ olarak nitelediği mahkemelerce tutuklanıyorlar." ifadelerini kullandı. İşte Korucu'nun Zaman'da yer alan haber analizi...
Emniyet İstihbarat Dairesi, uzun süredir hedef tahtasında. Bütün sivil iktidarlar darbelere hazırlıksız yakalanmak ve haber alamamaktan şikâyet ederken, rahmetli Turgut Özal sıra dışı bir iş yaptı: Emniyet’e yurtiçinde istihbarat toplama yetkisi verdi. Böylece hem çağdaş dünyadaki iç-dış istihbarat ayrımını sağladı hem de darbeci askerlerin arka bahçesi olan MİT’in alternatifini üretti. Kurulduğu günden itibaren vesayetçi yapıların hazzetmediği ve yok etmeye çalıştığı bir kurum oldu, İstihbarat Daire Başkanlığı (İDB). Özal döneminde henüz emekleme aşamasında olan Daire, caydırıcılık ve bazı girişimleri önceden haber alma konusunda iyi sınav verdi. Sonraki yıllarda darbeci gelenekle kavga kızışarak devam etti. 28 Şubat’ta illegal Batı Çalışma Grubu’nun belgelerini ele geçirerek deşifre etmesiyle dikkat çekti. Başkan Vekili Bülent Orakoğlu ve polis memuru Kadir Sarmusak, casusluk suçlamasıyla tutuklanarak askerî mahkemede yargılandı. Beraatlerine karar veren askerî yargıçlar, Yüksek Askerî Şûra kararıyla ordudan ihraç edildi. Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener’in dik durması, darbecilerin kapısına kilit vurma girişimlerini önledi. AK Parti döneminde ise hayati bir misyon ifa etti İDB. Bütün Emniyet Teşkilatı’yla birlikte, darbe için şartları olgunlaştırma girişimlerine direndi. Onlarca sansasyonel eylem engellendi, gerçekleşenlerin zanlıları kısa sürede ele geçirildi. Metropolleri ateşe vermek isteyen PKK’nın canlı bombaları etkisiz hale getirildi. ‘Ülke elden gidiyor’ mazereti darbecilerin elinden alındı.
Darbecilerin belalısı
Ergenekon ve Balyoz davalarıyla darbecileri etkisiz hale getirdiğine inanan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 17 Aralık yolsuzluk soruşturmalarının da öfkesiyle İDB’yi hedefe koydu. Terörle Mücadele birimiyle birlikte şu an 28 Şubat’ta bile karşılaşmadıkları muameleye maruz kalıyorlar. İftira, suç uydurma, evrakta sahtecilik, özel hayatın ve haberleşmenin gizliliğini ihlal gibi suçlamalara muhatap oluyorlar. Erdoğan’ın ‘proje’ olarak nitelediği mahkemelere çıkarılıyor ve tutuklanıyorlar. İstanbul’daki hukuk skandallarına İzmir Adliyesi de iştirak etti. Ortada bir suç varsa elbette yargılanacaklar, gerekirse ceza alacaklar. Ancak çok açık hukuk ihlallerini görmezden gelmek mümkün değil; doğru da olmaz. Avukatlara kulak verdiğinizde anlattıkları, hukuk adına ürkütücü ve üzüntü verici şeyler.
KANUN ÖNÜNDE EŞİTLİK NEREDE?
Suç ve cezanın önceden belirli ve tanımlı olması aynı zamanda herkese eşit uygulanması hukukun temel prensiplerinden. Örnek vakalarda bu prensiplerin yerle bir edildiği görülüyor. Kanunların verdiği ve ancak hâkim kararıyla uygulanabilen bir yetkinin kullanımından suç üretiliyor. Hâkim kararı ile TİB denetiminden geçen dinlemelere ‘usulsüz’ demek için kelimenin hukukta ve lügatteki karşılığını bilmemek gerekiyor. Kanun, dinleme talebinin denetimini yargıca ve TİB’e veriyor. Yargıçtan ya da TİB’den dönmüş binlerce dinleme talebinin arşivlerde durduğu söyleniyor. Yargıç imzalamış, TİB denetiminden geçmiş dinleme usulüne uygundur, öyleyse suç değildir. Bu kadar basit aslında. Aksi iddia edilecekse polis, hâkim ve TİB’in birlikte işlediği ‘iştirak halinde’ bir suçtan bahsedebiliriz. Yargıca ve TİB’e dayatma yetkisi olmayan polis suçun en hafifi ile itham edilebilir. Yargıçların verdiği bir kararın usulüne uygun temyiz dışında denetime tabi tutulması imkânsız. Hele bunu idarenin müfettişleri eliyle yapmak fecaat. Şu anda yapılan tam da bu. Mülkiye müfettişleri geriye doğru dinleme kararlarını denetliyor ve hâkimin imzasına rağmen suç isnadında bulunuyor. Kuvvetler ayrılığı ilkesi ayaklar altında. Ayrıca rutin ve doğal denetimlerde çıkmayan ihlalin, özel ve yönlendirilmiş müfettişler eliyle bulunması şaibeye çok açık. Kanunun aramadığı ve mecbur tutmadığı unsurların eksikliğini müfettişler eksik olarak kayda geçiriyor.
Önleme dinlemesinin zorluğunu bilen kanun koyucu “hakkında tedbir uygulanacak kişinin kimliği, iletişim aracının türü, kullandığı telefon numaraları veya iletişim bağlantısının tespitine imkan veren kodundan belirlenebilenler yazılır” diyor. Müfettiş ve onu hüccet kabul eden savcı, adamın filan bilgi niye eksik diye soruyor. Sahte kimlikle alınan telefon için kimliğin gerçek sahibi müşteki yapılıyor. Aynı kanuna dayanarak aynı işlemleri yapan birine suç isnat edilirken başkası muaf tutularak kanun önünde eşitlik ilkesi ihlal ediliyor. Tutuklama kararlarını baz alacak olsak Emniyet ve MİT’ten kimse dışarıda kalmaz. Hadi MİT hukuksuz da olsa özel kanunla korunuyor, Emniyet İstihbaratçıları halen suç işlemeye devam ediyor, bu mantığa göre.
KAVRAM KARGAŞASI
Adlî ve istihbarî (önleyici) dinleme kavramları birbirine karıştırılarak bir kaos oluşturuluyor. Adlî dinleme, suç şüphesi ortaya çıktığı anda gerçekleşen ve delil niteliğinde olan dinlemeler. İstihbarî dinleme ise suç ihtimalini değerlendirir ve suçu önleme maksatlıdır. Bütün dünya istihbarat örgütleri böyle çalışır. İcra hareketleri aşamasındaki belirtileri, vücut bulmuş şüpheleri değerlendiren adlî dinlemede bile suç unsuru bulmama seçeneği var. Ve kanun suç unsuru bulamadıysanız hedef kişiye haber verilerek kayıtların imhasını emrediyor. İhtimal üzerine hareket eden önleyici dinlemede suç unsuruna rastlamama oranı daha yüksektir. Bu, eşyanın tabiatına ve hayatın olağan akışına uygundur. Ham ve teyit edilmemiş bilgilerden hareket edilir. Yüzde 100 isabetli istihbarat, beşeri şartlarda imkân dâhilinde değil. Zaten bu sebeple önleyici dinlemeler delil niteliği taşımaz. Suç, icra hareketleri aşamasına geçerse adlî birimler ve adlî kolluğa devredilir; bundan sonrası bağlayıcı delil kapsamındadır.
Sonunda ‘suç unsuru bulamadığınız adamları niye dinlediniz?’ sorusu hukukta anlamsızdır. Ancak müneccimlik kapsamında değerlendirilebilir. Aksi halde beraatle sonuçlanan bütün davalarda görev alan polis, savcı ve hakim ‘suç uydurma’ ithamıyla karşılaşmalı. ‘Kayıtları niye yok ettiniz?’ ise evlere şenlik bir soru! Cevabı da çok basit; çünkü kanun 10 gün içinde imhasını emrediyor! Özel hayatı ilgilendiren konularda suç oluşması için kasıt şarttır ve ispat edilmesi elzemdir. Taksirli suç tanımlı değildir, kasıt ispat edilemezse suç yoktur. Hele imha edilmiş kayıtlardan, özel hayatın gizliliğini ihlal ve sahtecilik cürmü üretmek için epey maharet gerekiyor. Biraz da hukuku göz ardı etmek tabii.
Gazetecilik ile savcılık birbirine benzeyen meslekler. İkisi de iddia makamı, lehte ve aleyhte delilleri toplamakla yükümlü. Bir de belli sorulara cevap bulması kaçınılmaz. Bizdeki 5N1K gibi, ‘kim, nerede, ne zaman, nasıl, niçin kime karşı, ne yapmış?’ Polislere yöneltilen ithamlarda bu soruların cevapları yok. Örnek bir soruşturma evrakını, mesela 17 Aralık yolsuzluk soruşturmasını önlerine alıp yararlanabilirler. Egemen Bağış’a kim, kimin aracılığı ile, ne zaman, nerede, ne kadar rüşvet vermiş iddialarını ispatlamaya dönük teknik ve fizikî takip belgeleri var. Ya da Zafer Çağlayan’ın saati için de aynı soruları sorup cevaplarını karşısına yazabiliyoruz.
Hukukun sınırlarını zorlayan unsurlardan biri de savunma hakkına halel getiren kısıtlamalar. Polisler ve avukatları savunma yapabilmek için haklarındaki suçlamalara erişemiyor. Mahkeme tutanakları avukatlara verilmiyor. Savunma ile iddia eşit şartlarda yarışmıyor.
En vahimi ise istenen kararları vermeyen yargıç ve savcılar, Başbakan (şimdi cumhurbaşkanı) tarafından ihanetle suçlanıyor. 28 Şubat’ta emniyetçi Orakoğlu ve Sarmusak’a beraat veren askerî yargıçlar Orgeneral Çevik Bir’in hışmına uğrayacaklarını elbette tahmin ediyordu. Ama hukuk da böyle bir şey. Ne diyor Anayasa: “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye telkinde bulunamaz.” Nokta.