Türkiye’de iç barışı yeniden kurmalıyız
LİDERLERLE
mülakat yapmanın en zor anı, başlamaktır. Mutlaka "ortamı sıcaklaştıracak" bir soruyla işe başlamak istersiniz.
O da genellikle, "Durumu nasıl görüyorsunuz" sorusu olur.
Bu defa da öyle yaptım ve
Başbakan anlatmaya başladı:
Yani Süleyman
Demirel veya Turgut
Özal ne yaptıysa aynısını.
Son dönemde ne güzel şeyler yapıldığını.
"Pazartesi günü
Bakanlar Kurulu’nda Sayın
Mehmet Şimşek ilginç bir bilgi verdi.
Goldman Sachs 2050 yılı için bir Türkiye projeksiyonu yapmış. Buna göre 2050 yılında Türkiye,
Japonya’yı geçiyor. Biz fert başına düşen geliri 10 bin dolar olan bir Türkiye
vaat ettik. Bunu şimdiden yakaladık. Ama daha büyük hedefleri ancak stresi olmayan bir Türkiye ile yakalayabiliriz. Yaşadığımız olumsuzluk herkesi yoruyor. Bakın geçen yıl 22 milyar dolar
yabancı sermaye yatırımı geldi. Bu yıl çok daha fazlasını bekliyorduk. Ama
yabancı yatırımcı ne ister? İstikrar ve güven. Bu ortam bozulmamalı."
Hiç adını koymuyor ama anlattığı şey, partisi hakkındaki
kapatma kararının yarattığı sonuçlar.
Kendi soruyor, kendi
cevap veriyor:
"Türkiye istikrarlı ve güvenli bir
ülke olarak gider, yabancı sermaye gelirse ne olacak? Biz şahsen para mı kazanacağız?
Hayır. Sadece Türkiye’nin büyümesi ile iftihar edeceğiz. Devlet
vergi alacak. Bizim kazancımız bu olacak."
AKP KAPATILIRSA TOPLU TEPKİ VERİN DEDİ Mİ
Tabii gazeteci olarak şunu çok merak ediyorum.
Acaba yabancı devlet yetkilileri ile konuşurken neler anlatıyor? Çünkü geçen gün
Milliyet’te
Melih Aşık’ın köşesinde okudum.
Fransız basınında, Erdoğan’ın
Paris’teki
Akdeniz toplantısı sırasında, konuştuğu her yabancı devlet temsilcisine, "AKP kapatılırsa, ortak tepki verin" dediği yazılmış.
"Hayır, kesinlikle böyle bir şey söz konusu değil. Tabii herkes bize soruyor. Türkiye’de ne oluyor diyor. Biz Türkiye’ye güvenin diyoruz. Son Paris zirvesi çok iyi geçti. Biz giderken bazıları burada AB’ye alternatif oluşum oluyor, orada ne işiniz var deniyordu. Hayır böyle olmadı. Tam aksine sonuç bildirgesine bunun alternatif olmadığı yazıldı. En yararlısı sabah
Sarkozy ile yaptığımız görüşme oldu. Bunun olumlu sonucunu aldık. Senato’da çıkan karar bizim istediğimiz gibi oldu. Zaten yemekten çıkarken bazı Fransız milletvekilleri, merak etmeyin, sonuç konuştuğumuz gibi çıkacak dediler."
Başbakan’ın monoloğu şöyle devam ediyor:
"Biz
ekonomik gelişmeyi ve demokratikleşmeyi birlikte götüremezsek iyi sonuç alamayız. 1.5 milyarlık
İslam dünyası bizi izliyor. Din ile laikliği nasıl birlikte götürüyoruz bakıyorlar. Bütün bunları Türkiye
Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden taviz vermeden götürmemiz de ilgiyle izleniyor."
SOHBETİN AYSUN KAYACI TARTIŞMASI
Bu noktadan itibaren gazeteci olarak devreye giriyorum ve sorulara başlıyorum.
- Araştırmalara bakılırsa, son olaylardan sonra
halk arasında size yönelik eleştirilerin çoğaldığı sonucu çıkıyor. Bunu siz de kabul ediyor musunuz?
"Ben halkın arasındayım. Onlar ne düşünüyor çok iyi biliyorum. Halkta bir sorun yok. Sorun seçk
inciler grubunda. Onlar hangi istikameti istiyorsa, Türkiye oraya gitsin istiyorlar. Ama halkın da iradesi var.
Seçim sonuçları var. Seçkinciler bugüne kadar istediklerini yaptırmayı başarmış. Ama bu artık değişiyor."
"Seçkinci" ayrımına eskiden beri itirazım var, o nedenle konuyu biraz deşmek için soruyorum:
"Sayın Başbakan, seçkin deyince kimi anlıyorsunuz? Mesela ben, seçkinci miyim?
"Evet" diyor. Sonra yine "
Aysun Kayacı" örneğini veriyor. "Mesela televizyon programında çıkıp, benin oyumla çobanın oyu bir mi diyor."
Ben, "O bir sanatçının söylediği söz. Bu kadar üzerinde durmanız doğru mu?" diye soruyorum.
"Ama onun gibi düşünen başkaları da var" diyor.
SAYIN BAŞBAKAN SİZİN HİÇ Mİ HATANIZ OLMADI
O noktada artık kafamdaki asıl soruyu soruyorum.
"Sayın Başbakan, sizin hiç mi hatanız olmadı? Şöyle diyelim. Bugün elinizde tarihi geri sarmak imkánı olsa, geçen yılın 22 Temmuz akşamından itibaren, aynı şeyleri tekrarlar mıydınız?"
"Mesela?" diyor.
- İsterseniz ben değil de, mesela
İngiliz Guardian Gazetesi’nde sizin hakkınızda çıkan eleştirileri sıralayayım. Yıllardır sizi destekleyen
Mehmet Altan geçen gün yazısında o eleştirilerin yer aldığı bölümü aynen yayınladı. Bir anlamda "Bunlara ben de katılıyorum" der gibiydi.
İş biraz karşılıklı çekişmeye doğru giderken, Başbakan müdahale ediyor ve "Beni en iyi tanıyan iki yabancı var. Biri Tony, öteki Silvio" diyerek biraz şakaya çeviriyor.
"Birbirinize böyle mi seslenirsiniz?" diye sorunca, "Evet" cevabı veriyor.
Onlar da kendisine "Tayyip" diye seslenirlermiş.
Ben Guardian Gazetesi’nde yapılan eleştirileri tek tek sayıyorum.
Mesela cumhurbaşkanlığı
seçimi.
FİLM GERİYE SARILSA NELERİ YAPMAZDINIZ
Bugün elinde fırsat olsa, yine aynı şeyi tekrarlar mıydı?
Cevabını açıkça veriyor. Ancak bu bölümü,
Anayasa Mahkemesi’nin kapatma kararını açıkladıktan sonra yayınlamamı istiyor.
"Peki" diyorum.
Türban konusu?
Gidip masadan Anayasa kitapçığını alıyor.
"O konuda bir şey söyleyemem. Çünkü Anayasa’nın 138’inci maddesi var. Dava sürüyor.
Yargı süreci devam ediyor, sen bana bu soruyu soruyorsun. Dava bittiğinde bu soruyu sorarsanız cevabını bütün samimiyetimle veririm."
Ancak kendini tutamayıp, bu konudaki görüşlerini de anlatıyor ve yine "Lütfen bunu da
dava sonuçlandıktan sonra yayınlayın" diyor.
Kadrolaşma?
"Bu eleştiriyi kabul etmek mümkün değil. Biliyorsunuz, üst düzey
yönetici olmak için en az 10 yıl devlette
hizmet etmek gerekir. Bu müdür düzeyinde. Daha üst düzeyler için en az 15 yıl gerektiren görevler var. Biz 5.5 yıldır iktidardayız. Bu demektir ki atadığımız görevliler bizden önce işe alınmış insanlar. Çoğu Ecevit döneminde kurulan
KPSS sistemi ile işe alınmış. Bu insanlar sakıncalı ise niye işe alınmış? Sakıncalı değilse niye onlara görev vermeyelim. Bir bürokrat dürüst ve başarılı ise onu görevden alacak kadar enayi değilim. Çünkü öyle yaparsam memleketime zarar vermiş olurum."
Tabii benim de cevabım hazır.
HER ŞEY ALDIĞINIZ OYDAN MI İBARET
- Ama atamalarda eşi
türbanlı kriteri getirildi.
"Buna da katılmıyorum. Eşi türbanlı olan da var olmayan da. En üst bürokratlarımızdan biri
Cumhurbaşkanlığı Genel sekreteri İsen. Eşinin başı açık. Ayrıca
Merkez Bankası’nın başına Mehmet Şimşek’i getirmek istedik. Cumhurbaşkanı onaylamadı. Eşi Amerikalı’ydı ve başı açıktı. Bir insanın eşinin başı açık veya kapalı diye
hesap yapılıyorsa bundan hicap duyarım."
Eleştirilerim daha devam edecek ama, ben o noktada kendimi tutamayıp yine aynı soruyu tekrarlıyorum.
- Sayın Başbakan, şu son 1 yılda sizin hiç mi hatanız olmadı? Kendi kendinize şu noktada hata yaptım dediğiniz hiç mi olmadı? Mesela her şey alınan oydan mı ibarettir?
Sohbetin başından beri ilk defa, umutla beklediğim cümle geliyor:
"Hayır tabii değil. Elbette bizim de hatalarımız oldu. Olabilir. Bir siyasetçi hep kendini merkezine koyarak dünün bugünün yarının hesabını yapar. Biz de bunu her gün yapıyoruz. Tekrar ediyorum. Bizim de hatalarımız oldu, olabilir. Ama bunun hesap verme yeri yine halkın önüdür. Şimdi ortada hatalar varsa, gerginlik olmuşsa, toplumsal barışı yeniden kurmamız lazımdır."
ZOR AMA BİR SOSYAL RESTORASYON GEREKLİ
Bu son söz umutla beklediğim bir açıklamaydı. Onun üzerine gidip, biraz açmasını istiyorum.
"Bizim gök kubbemiz
Türkiye Cumhuriyeti’dir. Yahya Kemal’in "Kendi gök kubbemiz" dediği şey. Bu gök kubbeyi ayakta tutan temel sütun birlik ve bütünlüğümüzdür. Eğer çökerse hep birlikte altında kalırız. Önemli olan bu gökkubbenin altında birlik ve beraberlik içinde yaşamaktır. Daha evvel de söyledim, bana göre
Atatürk’ün cumhuriyet ideallerinin en önemlisi, milletimizin bütün fertlerini hiçbir fark gözetmeden vatandaşlık temelinde birleştirmesidir."
- Ama ortada epey büyük bir gerginlik var. Kutuplaşma hat safhada, diyorum.
"Farklılıklarımız buna mani değildir. Hiçbirimiz bir diğerimizi doğuştan ya da tercihe bağlı farklılıkları yüzünden dışlayamaz. Tecrübe gösteriyor ki, farklılıkları dışlamak, reddetmek, toplumsal barışı zayıflatıyor; kabul etmek, bir zenginlik olarak görmekse toplumsal barışı güçlendiriyor."
- Peki bunu sağlamak o kadar kolay mı? Mahalle baskıları, zorla başı örttürülen kızlar?
Yine yürürlükte olan dava nedeniyle şu cevabı vermekle yetiniyor:
"Zorluklarımız, sorunlarımız yok mu, var elbette. Ama bunların hiçbiri aşılmayacak sorunlar değil. Yeter ki, birimiz kendimiz için istediğimiz hak ve özgürlüğü başkalarına çok görmeyelim. Biz böyle bir sosyal
restorasyonu hayatın her alanında gerçekleştirmek durumundayız."
Bu sözler ne anlama geliyor?
"Sosyal restorasyon" ne demek? Bu sözlerde bir "uzlaşma" kabulü mü yatıyor?
Bunu zaman gösterecek.