Fethullah Gülen Hocaefendi'nin bütün bu tezviratlar, akla ziyan hakaretler, yalanlar karşısında elbette rahatsızlık duyduğunu dile getiren Yazar Ahmet Kurucan, Hocaefendi'nin neden konuşmadığına yönelik sorunun iki cevabı olduğunu belirtiyor.
Hocaefendi neden konuşmuyor diyorlar. İki cevabı var bu sorunun. İlki; konuşuyor ya? Susmak da bir konuşma değil midir? Sükûtun çığlığı hutbenin belagatından daha fasih ve daha beliğdir böyle zamanlarda. İkincisi; kime konuşacak? Alvar İmamı’nın dediği gibi; “Er olan çekildi çıktı aradan/ Herbiri mahvoldu gitti sıradan/ Gazab etti âlemleri yaradan/ Mübtela olmamış iller mi kaldı?”
Önyargı ve öfke selinin kin ve nefret halini aldığı bir dünyada kime ne anlatacaksınız ki? Ne dinî, ne insanî hiçbir kriterin kaale alınmadığı, insanı kör ve sağır eden, meleği şeytan, şeytanı melek gösteren siyasi tarafgirliğin hakim olduğu, Necip Fazıl’ın ifadesiyle “cinnet mustatili” günleri yaşıyoruz. Evsaf-ı İlahiye’nin beşere nisbet edildiği ve muhataplarından anında itiraz görmeyen sözlerin sarf edildiği döneme başka ne isim verilebilir ki? “Akl-ı selim, fikr-i selim, kalb-i selim şaşkınlık içinde” şimdilerde Hocaefendi’ye göre. Konuşmak değil, susmak en güzeli. Güzel ama çare mi? Elbette değil. Onun içindir ki yabancı basına konuştu Hocaefendi bu hafta içinde. Hak ve hakikatin gün yüzüne bütün çıplaklığı ile açığa çıkacağı güne yardımcı olur düşüncesiyle.
Efendimiz’in (sas) beyanını hatırlattı Hocaefendi, birkaç gün önce iki elin parmaklarını geçmeyen insana. “Sabr, musibet şokunun gelip ilk tosladığı anda gösterilen şeye denir. Hadiselerin üzerinden zaman geçtikten sonra “Allah’ın bir bildiği vardır” demek sabır değildir. Evet, abes fiil işlemez Allah deyip katlanmak lazım.”
Hadiselerin dış yüzüne bakmamalı
Ve ardından gelen cümleler toz ve dumanın bütünüyle semamızı kapatıp güneşin yalancı şualarını bile görmemize izin vermediği günümüzde bir mümin için yol haritası mahiyetini taşıyor. “Hadiselerin dış yüzüne bakarak tasavvur ve düşüncelerimizi kirletecek mülahazalar içine girmek en tehlikeli şeydir. Halk arasında çok söylenen ‘Ne yaptık da başımıza bu geldi?’ dememek lazım. Bu türlü mülâhazalar kaderi tenkid sayılır. Allah’a karşı saygısızlıktır. Metin olmak gerek. Nefsin dürtülerine göre hareket etmemeli. Keyfimize göre kaderin tecelli etmesini istememeli. Aksi halde kaybederiz. Tevbe Ya Rabbi. Bilerek ettiklerime, bilmeyerek ettiklerime demeli.”
“Yol haritası adına söyledikleri bu kadar mı?” diye sorabilirsiniz bana. Hayır, devamı var. Diyor ki: “Istırabın teveccühe vesile olması bile Rahmet-i İlahiye’nin bir tecellisidir.” Bu doğru ama yol haritası ile alâkası ne derseniz, arkasından verdiği şu misali bilmeniz lazım. “Bir çocuk, yaptığı bir yaramazlık karşısında annesinden tokat yiyince nasıl salar kendini annesinin bağrına. Daha candan, daha sıkı bir şekilde nasıl sarılır annesine. Aynen öyle de, bizim de bu yaşananlarla Allah’a eskisine nisbetle daha farklı, daha candan, daha samimi bir şekilde yönelmemiz gerekiyor.”
Sonra bir müddet durdu Hocaefendi, çok anlamlı gözlerle etrafını süzdü. “Şamarı asıl biz yedik” diye gazete manşetlerine konu olan sohbetinde söylediği şeylere benzer hatırlama ve hatırlatmalarda bulundu. Hadiseleri maddi değil manevi veçhesiyle okumanın göstergesi bu. Bediüzzaman’a “Neden kader sizin mağlubiyetinize fetva verdi?” dediklerinde “Allah beş vakit namazı kılmayı emretti; biz kılmadık, cephelerde sürüm sürüm süründürerek namaz kıldırdı.” cevabını hatırlatan bir okuma. Bakın ne dedi: “Evsaf-ı İlahiye’ye ait evsafı onlara nisbet eden hatalara düşmedik ama hak ettiklerini aşan bir seviyede medh u senada bulunduk belki. Temkinli olmamız gerekiyordu, olamadık belki. Halbuki temkin Rab’le münasebetin önemli bir yanını temsil eder. Biz bu temkini koruyamayınca Allah da ‘Alın dost bildiklerinizin eliyle’ dedi...” Cümlenin devamına gerek yok; zaten kendisi de sükût etti. Zira içinde yaşıyoruz o sürecin. Koyun gazete manşetlerini bu cümlenin arkasına; dost bildiklerinizin TV ekranlarındaki konuşmalarını ilave edin; köşe yazılarındaki hakaret kelimesinin çok hafif kaldığı cümlelere bakın; ne demek istediğini anlayacaksınız.
Fakat dikkatinizi çekti mi bilmem; maziye doğru yapılan bu yolculukların hiçbirinde Hocaefendi “keşke” demedi. Ne dün dedi, ne de bugün. Niçin? İki şey söyleyebilirim. Birincisi keşke, Efendimiz’in (sas) beyanıyla şeytanın vesvesesine vesile olur. Hadis aynen şöyle: “Şayet başına bir musibet gelirse; ‘Eğer şöyle yapsaydım, şöyle şöyle olurdu’ şeklinde bir şey söyleme! Bilakis şöyle de; ‘Bu Allah’ın takdiridir, O neyi isterse onu yapar.’ Çünkü, ‘keşke’ kelimesi şeytanın işine yarar, vesvesine yol açar.”
İkincisi; dünü değerlendirirken bugünkü şartlar ve yaşananlar zaviyesinden değerlendiremezsiniz. Dünü dünkü şartlar muvacehesinde değerlendireceksiniz. O günkü şartlarda devlet ve millet adına, inandığımız değerler adına yapılması gerekli olan şey yapıldı. Burada hata varsa, bu hata bir içtihad ve tercih hatasıdır. Hatada iyi niyet ve samimiyet hakimse, günah değil sevap vardır.
‘Şimdi sükût hikmettir’
Pekala şunu merak ediyorsunuzdur diye tahmin ediyorum; hassasiyet eşiği alabildiğine düşük olan Hocaefendi bütün bu tezviratlar, akla ziyan hakaretler, yalanlar karşısında rahatsız olmuyor mu? Olmaz olur mu, elbette oluyor. Ülkenin 30 yılını esir alan terör örgütlerine denmeyen haşhaşi sözü Hizmet’e ve Hizmet mensuplarına deniyor, hem de Sayın Başbakan tarafından. Rahatsızlık duymaması mümkün mü? Ama “Rahatsızlık duymamalı. Her şey bu dünyadan ibaret değil. İnşallah dünyada da gerçekleri görür ve anlarlar. Anlamasalar da önemli değil. Gün sadece bugünden ibaret değil; bugünün yarını, yarın da Hakk’ın divanı var.” diyor. İlave ediyor; “Hassasiyetimiz dengesizliğe sebebiyet vermemeli.” diyor. “Akl-ı selimin, kalb-i selimin avdet edeceği günleri beklemek lazım.” diyor. “Dünya bu, aldanmamak lazım. Öteye sevkiyat var.” diyor Üstad’dan hareketle. “Yalan bir lafz-ı kâfirdir hatırlamasının ardından yalancının mumu yatsıya kadar yanar” diyor. “Hak üstündür ve ona galebe çalacak hiçbir şey yoktur.” diyor. “Dinin ruhuna aykırı bilerek bir şey yapmamalı” diyor. “Birileri yumruklarını sıkmış size doğru öfke ile geliyor; siz kucağınızı ona açabiliyor musunuz? İşte mülâyemet buna denir.” diyor. “Peygamberane bir duruş sergilemeliyiz.” diyor. “Şimdi sükût hikmettir.” diye de ilave ediyor. “Mahşerde tartılıyor gibi tartılıyoruz şu an.” diyor. “Dünya adına her şeyimizi kaybetsek ama O’nu kazansak yine de kaybetmiş sayılmayız.” diyor. “Kimileri kaba kuvvetle kimileri de ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ ile.” diyor ve bağlıyor sözlerini; “Bize de katlanmak düştü.”
Edebiyatımızdaki cinas sanatını kullanarak söylediği son söz bana göre hepsinden daha önemli; “Allah’ın bitirdiğini kimse bitiremez.” Evet, Allah’ın bitirdiğini kimse bitiremez. Çünkü O (cc) Allah’tır. “O’nun olmasını dilediği şey olur, olmamasını dilediği şey de olmaz.” Öyleyse bize düşen annesinden şamar yiyen çocuk misali Allah’a daha bir farklı teveccüh. Candan, içten, gönülden yalvarış. Tıpkı Efendiler Efendisi Efendimiz’in (sas) Taif’te, çaresizliğin çare olduğu o noktada Kimsesizler Kimsesi’ne yalvardığı gibi.
Hatırlayalım isterseniz: “Allah’ım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Yâ Erhamerrâhimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabb’isin. Benim de Rabb’imsin... Beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kötü yüzlü uzak kimselere mi, yoksa işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza, daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftar yahut hoşnutsuzluğuna düçar olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salahı Nur-u Vechine sığınırım. İlâhî, Sen razı olasıya kadar Senin affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Senin elindedir.”