*İncitseler de incinme! Sövseler de, sövmeyi tahayyül bile etme! Nöronlarına hâkim isen, rüyalarına bile girmesine meydan verme! Muktezâ-yı beşeriyet olarak, hayaline gelip çarpabilir o türlü olumsuz esintiler. Hemen sıyrılmaya bak onlardan!
Savrulanlarla Savrulmamalı!..
*Başkalarının insanlık dışı tavırları ve davranışları bizi önüne katıp, aynı düşünce ve aynı anlayışa sevk ediyorsa, irademiz zayıf ve ayağımızı sağlam yere basamıyoruz demektir. Elin âlemin savulması veya savrulması bizde savrulma meydana getiriyorsa, sabitkadem değiliz demektir.
*Varsın herkes kendi karakterinin gereğini yapsın, söylesin, yazsın, çizsin; elli türlü iftiraya başvursun; yalanın katmerlisini söylesin. “Yalan bir lafz-ı kâfirdir” diyor çağın müceddidi; yalan, münafıkların da en birinci sıfatı. Kimileri yüz defa yalan söylese de bu sizi tek bir yalan söylemeye sevk etmesin! Başkalarının öyle bir kâfir sıfatını irtikâp etmesi, onu sizin irtikâp etmenizi mubah kılmaz. Haram her zaman haramdır.
*“Herkes karakterinin, maddî manevî donanımının gereğini sergiler. Yol bakımından kim dosdoğru hidayet üzerinde, onu Allah bilir!” (İsrâ, 17/84) Kendimizi Allah’ın bilmesine göre ayarlamak mecburiyetindeyiz. Madem Allah biliyor her şeyi, onları da biliyor, sizi de biliyor! Herkese yaptığına göre muamele edecek. Bazılarının fiilleri zulüm seviyesinde olmuşsa, dünyada cezalarını çekecekler. Küfürse, mahkeme-i kübrâya bırakılacağını yine Hazreti Pîr-i Muğân, Şem-i Tâbân ifade buyuruyor. Bize mü’mince nezaketimizi korumak düşer.
*Öyle görülüyor ki, imana ve Kur’an’a gönül vermiş, bir yönüyle millî dinî mefkûrelerini bayraklaştırmaktan, Hazreti Pîr’in ifadesiyle o yüksek gâye-i hayallerini realize etmekten başka bir mülahazası olmayan insanlara bundan sonra da gelen çelme takacak, giden çelme takacak. Bazıları kündeye alacak; bazıları el ense yapacak. Fakat siz bütün bu oyunlara gelmemeye bakarak, Allah’ın izni ve inâyetiyle, sürekli, hiç yılmadan işinizi devam ettirmeye bakmalısınız.
*İnsanlara karşı edep çerçevesinde hareket etmeyenlerin, Allah’a karşı edepli olmaları da beklenemez. Size karşı edepsizce davranan ve hakkınızda yalanın her türlüsünü tecvîz eden kimselerin Allah’a karşı saygılı oldukları da düşünülemez.
*Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a ait bir beyan: “Aza teşekkür etmeyen, çoğa da teşekkür etmez.” Bir başka nebevî söz: “Şükrü insanlara karşı ahlak haline getirmemiş birisi, Allah’a da teşekkür etmez.” Yani o kaba saba, küstah, nankör birisidir.
*Demek ki insan teşekkürü tabiatına mâl etmiş, içselleştirmiş, bir derinliği haline getirmişse, insanların yaptığı iyiliklere karşı güzel mukâbelede bulunur ve böyle biri Allah’a karşı teşekkür, hamd ve senâda da katiyen kusur etmez. Bu, Peygamber yolunda yürüyenlerin -Allah’ın salât ve selâmı üzerlerine olsun-, müctehidîn-i fihâm yolunda yürüyenlerin, müceddidîn-i kirâm yolunda yürüyenlerin, Hazreti Müceddid-i A’zam yolunda yürüyenlerin şiarı olmalı!
Efendimiz’in Endişeleri
Soru: Şüphesiz sika ufkunun kahramanı olan Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, kara bulutların toplanması ve rüzgârın sert esmesi karşısında dahi mübarek çehresine yansıyacak ölçüde endişelenir ve duaya dururdu. Bugün mü’minler olarak lakayt denecek kadar rahat yaşadığımız, hatta tevekkül ile vurdumduymazlığı birbirine karıştırdığımız söylenebilir mi? Hadiseleri derinden duyma ile imanın kuvveti arasında bir münasebet söz konusu mudur?
*Evet, dediğiniz o husus öyleydi; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) havada bir bulut belirdiği zaman endişe duyar ve duaya dururdu. Çünkü bazı kavimlerin başına bela gelirken ilk defa bir emare olarak öyle bir şey zuhur etmişti. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulmaktaydı:
“Vaktâ ki, bildirilen azabı, vâdilerine doğru enlemesine yayılarak ilerleyen bir bulut halinde görünce, ‘Bu, dediler, bize yağmur getiren bir bulut!’ (Hazreti Hûd şöyle dedi) Hayır bu, sizin gelmesi için acele edip durduğunuz şeydir, yani can yakıcı azap taşıyan bir rüzgârdır! Rabbinin izniyle her şeyi devirip yerle bir eden bir kasırgadır.”(Ahkâf, 46/24)
*İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselam) şiddetli bir rüzgar estiği zaman yine “Acaba bu Ad kavmininin altını üstüne getiren o rüzgar gibi mi? Kayaların içine giren o insanları yerlerinden söküp saman çöpü gibi ve ağaçların başından aşağıya dökülen, riha maruz o tibn-i bikararlar gibi sağa sola savurur mu?” diye endişe duyar, rengi benzi kaçar, bent-beniz kalmazdı. Allah’a ne kadar iman ediyorsa ve O’na karşı ne ölçüde reca duygusu varsa, adeta o ölçüde de korkuyor, Allah’ın büyüklüğü karşısında mehafet ve mehabet hisleriyle dolu bulunuyordu. Çünkü O, ihsan abidesiydi. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cîlî’nin ifadesiyle mutlak manada insan-ı kâmildi. Her şeyi belki bütün insanlığın duyduğu derinlikte duyuyordu.
Yakarışla Geçen Gecelerin Finali
*Efendimiz’in (aleyhi efdalüssalati vetteslimat) bu korkusunu bizim endişe duyduğumuz basit, sıradan korkulara irca etmemek lazım. Bir canavardan korkmak, bir zelzele olduğunda korkmak gibi değil O’nunki. O, ümmeti adına endişe duyardı. “Acaba kusurumuz mu oldu?” diye düşünürdü. Zira mukarrebîn kusura kendi zaviyesinden bakar. Onun için, rüzgârın sertçe esmesi, semada bir bulutun belirmesi, bir şimşeğin çakması, bir gök gürültüsü gibi hadiseler karşısında “Acaba Cenâb-ı Hak bununla tedip mi ediyor, tazip mi ediyor?!.” der; ümmetinin başına bir şey geleceğinden endişe duyardı.
*Müşfik Nebî, bir gece hangi işarete ve endişeye binaen, kim bilir nasıl sarsılmıştı ki, o âna kadar günler geceler boyunca tekrar edip durduğu, Hazreti İbrahim’in duası olan, “Ya Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların çoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana tâbi olursa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, o da Senin merhametine kalmıştır, şüphesiz Sen Gafûrsun, Rahîmsin.” (İbrahim, 14/36) mealindeki ayet ile; Hazreti İsa’nın duası olan, “Ya Rabbî! Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Aziz ü Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!” (Mâide, 5/118) mealindeki ayeti yine sabaha kadar tekrar tekrar okumuş, ellerini kaldırıp “Allah’ım! Ümmetimi (mağfiret et), ümmetimi (mağfiret et!)” diye yalvarmış ve ağlamıştı. Bunun üzerine Allah Teâla, “Ey Cebrail! Muhammed’e git ve O’na de ki: Biz seni ümmetin hususunda razı edeceğiz ve asla kederlendirmeyeceğiz.” buyurmuştu. İşte o gece, nice zamandır devam etmekte olan dert, ızdırap, dua ve gözyaşı gecelerinin finali gibiydi, bir manada “final gecesi”ydi.
Efendimiz “Ümmetim arasına ihtilaf ve iftirak düşmesin!..” Dedi, Fakat…
*Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), başta sahabe-i kiram efendilerimiz olmak üzere, kıyamete kadar gelecek bütün ümmeti hakkında o endişeyi duyuyordu. Mesela, İnsanlığın İftihar Tablosu “Ümmetim arasına ihtilaf ve iftirak düşmesin!..” diye içi yanarcasına inleyip duruyordu.
*Vifak ve ittifak tevfik-i ilahinin en mühim vesilesiyse, Muhyiddin İbni Arabi hazretlerinin mukabileyn mülahazasına bağlayarak diyebiliriz ki, ihtilaf ve iftirak da bir yönüyle hezimetin en büyük sebebidir.
*Fahr-i Kâinat Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ), yine bir gün ümmet-i Muhammed’in dertleriyle iki büklümken, Hazreti Rahman u Rahîm’den üç talepte bulunmuştur; ümmetinin geçmiş kavimler gibi toplu helâke uğramaması, bir düşmanın tasallutunda ebediyen kalmaması ve tefrikaya düşmemesi için niyaz etmiştir. Allah Teâlâ, Rasûl-ü Ekrem’inin ilk iki duasını kabul eylemiş, fakat üçüncüsünü belli hikmetlere binâen geri çevirmiştir. Cenâb-ı Zülcelâl Hazretleri, mealen şöyle buyurmuştur: “Habibim, Ben bir hüküm verirsem, artık o öylece gerçekleşir. Sana ahdim olsun ki, ümmetini umumî kıtlıkla cezalandırmayacağım, toplu şekilde helâke uğratmayacağım ve köklerine kibrit suyu akıtıp mevcudiyetlerine tamamen son verecek bir düşmanı onlara musallat etmeyeceğim. Fakat, onlar kendi aralarında kavgaya tutuşup birbirlerine kıyacaklar!..” Evet, başka kavimler isyana daldıkça semavî ve arzî afetler onları bütünüyle kırıp geçirmiştir; ama ümmet-i Muhammed böyle bir akıbetten sıyanet edilmiştir. Ne var ki, inananların da cürüm işledikçe birbirlerine düşmeleri, birlik ve beraberliklerini kaybetmeleri, ihtilaf ve iftiraklarla hırpalanmaları mukadderdir. İşte, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz, böyle bir felaketin ümmetinden uzak olması için de dua dua yalvarmış; ancak, bazılarını tahmin ettiğimiz ama ekseriyetini bilemeyeceğimiz pek çok hikmete binâen Cenâb-ı Hak, Habîb-i Edîb’inin bu niyazına “kabul” mührü vurmamıştır.
*Kanaatimce, bu hikmetlerden birisi, insan iradesine dikkat çekmek ve ittifakın iradeye vâbeste bir mesele olduğunu bildirmektir. Vifak ve ittifakın temini için insanlardan iradelerinin hakkını vermeleri istenmektedir. Şüphesiz, “hissî kardeşlik” de önemli bir esastır; ancak yeterli değildir. Uhuvvet ve ittifak mevzuu hissîlikten daha çok aklî, mantıkî ve irâdîdir; gerçekleşmesi için de karar, azim ve gayret gereklidir. Mü’minlerin anlaşıp birleşmelerinde ve birbirlerini sevmelerinde esas olan, hissîlikten öte, duygu, düşünce, inanç ve itikat birliğinin, içtimaî mutabakatı iktiza etmesine bağlı mantıkî kardeşliktir. Bundan dolayıdır ki, Nur Müellifi, meselenin daima mantıkî yönlerini ve dinamiklerini nazara vermiştir. Mesela; “Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir, bir, bir… Bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir… Bir, bir, yüze kadar bir, bir!..” demiştir. Öyleyse, insan, bütün bu ortak noktaları nazar-ı itibara almalı, ittifak ve uhuvvetin lüzumunu kavramalı ve sonra da onun tesisi için iradesini ortaya koymalıdır.
*“İlle de ben, benim dediğim, benim düşüncem, benim mülahazam, benim tayfam, benim takımım…” dediğiniz zaman, hiç farkına varmadan bugün belli bir zümreyi karşınıza almış olursunuz. Siz bu huylarınızla hareket ettiğiniz takdirde, yarın karşınıza almayacağınız kimse kalmaz. Bugün birilerine diş gösteriyor, bir yönüyle o huyunuzla ortaya çıkıyorsanız ve o sizin tabiatınız ise, yarın başkaları çok korksun, onlara da diş gösterecek, onları da ısıracaksınız demektir, hafizanallah. Onun için mülayemet, mülayemet, mülayemet.
Nurunuz Sönmez, Söndürülemez Ama…
*Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadece dua yönüyle bakacak olursanız, zannedersiniz ki bütün işi-gücü dua. O’nu dua yönüyle müceddidler, büyük veliler ve çağımızda Hazreti Pir tam temsil etmiş.
*Bugün müminler olarak çok rahat yaşadığımız, hatta tevekkül ile vurdumduymazlığı birbirine karıştırdığımız söylenebilir mi? Bazılarımız itibarıyla “evet” diyebiliriz. O meseleyi derince duyan insanlar vardır. Dudaklarından her an dualar dökülen insanlar vardır. Namazını bitirip yemeğe gelirken, o arayı bile boş geçirmeyip sürekli dua eden insanlar vardır.
*Şimdi sağanak sağanak belalar geliyor başımıza. (Fuzulî’nin sözünü az değiştireyim) “Dertliyim dersen belayı dertten âh eyleme / Âh edip âhından ağyarı âgah eyleme.” Bu âh eylememe, size katlanmış bir sevaba vesile olur. Fakat belaların böyle sağanak sağanak geldiği dönemde bir de tazarru ve niyazda bulunma, sürekli sızlanıp denecek şeyleri deme çok önemlidir. Böyle belaların yağdığı bir dönemde bir dakikamızı dahi boş geçirmemeli ve başka işlerimizi yaparken bile mülahazalarımızla olsun Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ve niyazda bulunmalıyız.
*Kaldı ki bir yönüyle, devahi (bela ve musibetler) çok büyük. Adamlar tamamen tenkile (kökten kazımaya) karar vermişler. Fakat emin olun, bu iş Cenâb-ı Hakk’ın size lütfuysa şayet, katiyen hiç kimse onu kökten kazıyamayacaktır Allah’ın izni ve inayetiyle. “Takdîr-i Hudâ kuvve-i bâzu ile dönmez / Bir şem’a ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez.” (Ziya Paşa) Sönmeyeceğine, söndürülemeyeceğine içten iman u izanla vazifeye devam Allah’ın izni ve inayetiyle.
*Bir insan, imanının gücü nispetinde, endişe duyulacak şeylerden derin endişe duyar, sevinecek şeylerden de o ölçüde sevinç duyar. İmanının derinliğiyle mepsuten mütenasiptir (doğru orantılı) bu duyma meselesi. İnancınız ne kadar güçlüyse o kadar akıbet-endiş olursunuz. Zaten, akıbetinden endişe etmeyenin akıbetinden endişe edilir.