Gayretullah'a dokunmaya az kaldı

"Gayretullah'a dokunmasına az kaldı; hem de çok az kaldı. Bir adım mı, iki-üç adım mı bilemiyorum ama böyle devam ederse çok az kaldı."

Gayretullah'a dokunmaya az kaldı

İslami camiada çoklarının bildiği meşhur bir hikâyedir. Bir derviş berberde tıraş koltuğunda iken mahallenin meşhur kabadayısı gelir ve dervişin başına vurarak, "Kalk bakalım kabak. Tıraş sırası bizde." der. "Dövene elsiz sövene dilsiz" olmayı kendine hedef edinen, halktan gelen her şeyin Hak'tan geldiğine inanan derviş, sabreder. Ne berber ne de derviş bir şey diyebilir kabadayının bu yakışıksız ve kaba davranışına. Bizim derviş "la havle" çekerek, "ya sabır" diyerek tıraşı yarıda keser ve yan koltukta oturmaya başlar sessizce. Fakat kabadayının dili durmaz; tıraş boyunca "kabak aşağı, kabak yukarı" hakaretamiz nice ifadelerle dervişi sürekli aşağılar ve işi bitince çeker gider. Gider ama daha berber dükkânının önündeki sokağa adımını atar atmaz, sürücüsünün kontrolünden çıkan ve hızla yol alan bir at arabası, kabadayıyı altına alır, metrelerce sürükler ve kabadayı feci bir şekilde can verir. Bu manzarayı gören berber, "Derviş! Biraz ağır olmadı mı?" diye sorar. Dervişin verdiği cevap şu: "Hayır. Kabadayının hakaretleri Gayretullah'a dokunur diye aklıma geldi ve içimden hakkımı da helal ettim. Ama bu kabağın da bir sahibi var!" Nereden çıktı diyeceksiniz bu hikâye. Yaklaşık 15 gün önce dinlediğim bir sohbet ve aynı istikamette yıllar öncesinden zihnime kazınan bir konuşma bana bu hikâyeyi hatırlattı. İkincisinden başlayayım. Zihnime kazınan dediğim konuşma, 1979 yılına ait. Mevzu, Uhud Savaşı. Bedir'in intikamını almak için yaklaşık 500 kilometrelik yolu kat eden gözü dönmüş kâfirler, Medine'ye 6 kilometrelik mesafede bulunan Uhud Dağı önlerinde Müslümanlarla savaşıyor. Çetin bir mücadele oluyor. Savaşta 70'e yakın Müslüman şehit olurken, Efendimiz de yaralanıyor. Dişlerinden birisi, yanağına isabet eden bir ok vesilesi ile kırılıyor. Üstü başı kan revan içinde kalıyor ve etrafındaki beş-on insanla Uhud'un eteklerinden, Uhud'un içine doğru yol alıyor. Sözü burada Hocaefendi'ye bırakalım: "... canım çıksın, mübarek kanları yere akıyor; eliyle kanlarını siliyor; bu çirkin, bu şe'ni tecavüz Gayretullah'a dokunur da Allah ümmetimi kahreder diye ellerini Yüceler Yücesi'ne kaldırıyor ve Cibril enfas havasıyla: Allah'ım! Başımı yaran, dişimi kıran, kanımı akıtan kavmimi hidayet eyle; çünkü onlar beni bilmiyorlar. Bilselerdi yapmazlardı!" Hemen her Müslüman'ın bildiği bu ciğersuz hadiseye Hocaefendi'nin getirdiği yoruma dikkatlerinizi çekerim. Niye dua ediyor Efendiler Efendisi? Gayretullah'a dokunmasın diye. Şimdi gelelim 15 gün önce dinlediğim sohbete. Bir önceki "Can hulkuma gelince çıkar mı?" başlıklı yazıda tasvir etmeye çalıştığım ortam benzeri bir ortamdı. Onun en kötü şartlarda bile yıllardan beri hep ümit kokan, ümit konuşan, ümit soluklayan düşüncesini, inanışını, halini, tavrını, karakterini bilmeyen insanlar, ne konuşulduğu bir kenara sadece ses tonundan, bitkin halinden ve sürekli afakı gözetleyen yorgun gözlerinden dolayı ümitsizliğe kapılırlardı. Pekala ne konuşuyordu? Belki yüz yıla yakın belki de yüz yılı aşkın bir zamandır kendisinin tabiriyle "tekvini masumiyete" sahipmiş gibi davranan çıkar zümrelerinin la yüs'el ve sorumsuz tavırlarından bahsediliyordu. Resmi sivil ayırt etmeksizin hayatın değişik kademelerinde varlığı inkar etmez zümrelerin bu türlü tavırlarının gerek din nezdinde, gerek gelenek ve göreneklerimizde ve gerekse insan hakları, hukukun üstünlüğü, eşitlik, adalet vb. evrensel değerleri merkeze koyan sistemlere göre yanlışlıklarından; bu tavırlar neticesi zayi edilen zamanlar, heder edilen canlar ve cananlar, dul, yetim ve öksüz kalan kadınlar-erkekler ve çocuklardan bahsediliyordu. Heba olan fırsatlar, telafisi imkânsız kayıplar ve bütün bunların yekününden oluşan perişan halimiz masaya yatırılmıştı. Sözün akışı ve dinleyicilerin de sorularla katıldığı süreçte yer yer bugünkü perişan halimiz şanlı mazimizle mukayese yapılıyordu. Fakat bu mukayeseler işin ıstırap boyutunu daha da artırıyor ve duyarlı insanlara "keşke muhabbet sona erse; tahammül kalmadı artık" dedirtiyordu. Nihayet söz, sözün bittiği yere geldi, dayandı. Dedi ki Hocaefendi: "Gayretullah'a dokunmasına az kaldı; hem de çok az kaldı. Bir adım mı, iki-üç adım mı bilemiyorum ama böyle devam ederse çok az kaldı." Bunları derken sakın "sevinçli miydi, yüzü gülüyor muydu" diye düşünmeyin. Aksine hüzün hakimdi sözlerine. Üzüntü adeta kara bulutlar gibi çökmüştü konuşulan ortamın üzerine. Çünkü o biliyordu ki İlahi kanun bir topluma musibet verecekse, o musibet günahkar-masum ayırt etmeksizin herkesi içine alır. İlahi irade Hz. Adem'den bu yana hep böyle tecelli etmişti zira. Hz. Nuh'a bakın, Hz. Lut'un kavmine bakın, yakın ve uzak geçmişte cereyan eden tabii afetlere bakın, hep bunu görürsünüz. Geriye döneyim; Gayretullah'a dokunmaya çok az kaldı dedikten sonra ortama ciddi bir sessizlik hakim oldu. Hemen herkes kafasını önüne eğmiş ve sanki meselenin ciddiyetinin farkına varmışlardı. Hafifçe kaldırdığı ses tonu ile şiirin kafiyesini koydu: "Allah imhal eder ama ihmal etmez ve bir de yakaladı mı iflah etmez." İşte Allah'ın cezalandırmak için yakalaması, perçeminden tutması, yeter artık, dur demesi ibrenin Gayretullah'a dokunduğunun göstergesidir. Asırlık zulümlerin, baskıların, hiçe saymaların, yok farz etmelerin cezasını toptan verir ve öyle bir sille akşeder ki nereden geldiğini kimse anlayamaz. Gayretullah ile alakalı birbirini tamamlayan üç husus anlattım. İnanmayanlar için belki bir mana etmez bu söylenenler. Fakat inananlara çok şeyler anlatır. İnananlar İlahi takdirin menfi olarak tezahür ve tecelli etmemesi için fiili gayretlerine ve kavli dualarına devam etmeliler. Şu ayet inananların rehberi olmalı: "... Allah istiğfar ettikleri müddetçe onlara azab edecek değildir." (Enfal, 8/33) İnanmayanlara gelince; ne diyelim Allah basar ve basiretlerini açsın. Unutmasınlar; dervişin dediği gibi "kabağın da bir sahibi var". AHMET KURUCAN - ZAMAN
<< Önceki Haber Gayretullah'a dokunmaya az kaldı Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER