Tüm Avrupa'yı boylayan bu seyahatle başlamıştım farklılıklarla, ötekilerle tanışmaya.
Bulgaristan'da tarlalarda çalışan mini etekli kadınlar vardı yol kenarlarında. Günceme çoktan yazmıştım "bizde mini etekli tarlaya inmez, tarlaya inen mini etek giymez" diye...
Sonunda çocukluk hayallerime kavuşmuş olarak
Londra Üniversitesi'ndeydim... Doktora hocamla tanışmaya gidiyordum. Kate Loewenthal isimli bir psikoloji profesörüydü hocam. Bana din psikolojisi dersi verecek, doktora tezimi yönetecekti. 40'lı yaşlarda bir bayandı. İlk görüşmemizde havadan sudan konuştuk. Ailelerimizden bahsettik. Karşılıklı sorular sorduk birbirimize. "Kaç çocuğunuz var?" diye sormuştum ben de laf olsun diye. "On bir" cevabını alınca, "Hepsi sizin mi?" deyivermiştim. "Evet" dedi, "Ben
Yahudi'yim; hem bakma saçlarımın böyle sim
siyah olduğuna, bu gördüğün peruk. Bizim mezhebe göre kadınlar saçlarını göstermemelidir." Daha ilk günden beni bu kadar şaşırtan bu hoca ile beş yıl sürecek bir yolculuğa başlıyordum.
Türkiye'de ilahiyat fakültesini bitirmiştim. Bir Yahudi ile ilk defa bu kadar yakından muhatap olmuştum. Şaşkındım. Aşırı
dindar Yahudi bir hoca bana doktora yaptıracaktı! Fakat kısa zamanda o kadar kaynaşmıştık ki, bana bir "on ikinci çocuğum sensin" demediği kalmıştı. Hasidik mezhebine bağlı bir Yahudi'ydi hocam.
Hani şu televizyonlarda gördüğünüz sakallı, uzun zülüflü, siyah cübbeli, fötrlü erkeklerin mezhebinden. Kocası da onlardan biriydi. Londra'nın ortasında, gettoda yaşıyorlardı. Mahalledeki her şey; kasap,
bakkal, okul kendi mezheplerine göre tanzim edilmişti. Altı-yedi yaşlarında bir oğulları vardı. Her evlerine gidişimde bana yaklaşır, avuçlarını yüzümde dolaştırır ve "Ne kadar yumuşak yüzün var!" derdi. Çocuğun, sakalsız erkek gördüğü yoktu çünkü.
1998 yılı beni bir başka coğrafyaya taşıdı. Bu kez bir yıllığına Türkmenistan'daydım. Aşkabat'ta, Mahtumkuli Devlet Üniversitesi'nde
misafir öğretim üyesiydim. Ata vatanımdaydım. Çocukluğumun bir başka hayalini tatmin ettim oralarda. Özbekistan'a gittim. Hayal şehirlerim olan Semerkant'ı, Buhara'yı gördüm. Tabii Türkmenistan'a gelip sınır
ülke İran'ı görmemek olmazdı. Aşkabat'ı çevreleyen dağların hemen arkasıydı İran. Üniversitemizin yakınındaki İran
Havayolları bürosuna gitmiştim bu maksatla. Her gün önünden geçtiğim bir büroydu burası. Ama içeriye ilk defa girmiştim. Bir kadın memurla muhatap oldum. Tesettürlüydü, siyah bir baş
örtüsü takıyordu. Rezervasyonumu yaptırıp ayrıldım. Aradan birkaç gün geçmişti. Akşamüzeri
mesai bitiminde yine aynı büronun önünden geçiyordum. İçeriden bir kadın çıktı ve kapıyı kilitlemeye başladı. Belli ki orada çalışanlardan birisiydi. Dikkatlice baktım. Birkaç gün önce büroda gördüğüm kadındı. Ama bu kez başörtüsü yoktu, üstelik dekolte bir
giysi vardı üzerinde. Bir an afalladım. Kontrpiyede kalmış bir
kaleci gibi hissettim kendimi.
Kadın, İran Havayolları'nın resmî ofisinde, yani kamusal alanda örtülü, sokakta açıktı. O günlerde Türkiye, 28
Şubat sürecini yaşıyordu, üniversitelerde
başörtüsü yasağı başlamıştı. Bir an düşündüm "İran'la aramızda ne fark var?" diye. "Yok birbirimizden farkımız!" dedim kendi kendime. Aynı şeyi tersinden yapıyorduk.
Hem Batı'yı hem Doğu'yu görmüştüm. Artık kendi ülkemdeydim.
Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi'nde
öğretim üyesiydim. Din psikolojisi, din sosyolojisi derslerine giriyordum. 28 Şubat sürecinin başörtüsü yasağını ilahiyat fakültesine kadar getirdiği günlerdi. 2000 yılının
Kasım ayıydı. Üniversite senatosu bir toplantısını bizim okulda yapıyordu. Konu tabii ki başörtüsü yasağıydı. Kerli ferli profesörler, dekanlar doldurmuştu toplantı salonunu. Ben de üstüme vazife olmadığı halde yerleşmiştim arka sıralardaki iğreti sandalyelerden birine. Bir de YÖK üyesi vardı aralarında. En önde oturuyordu. Bir askerdi bu üye.
Genelkurmay Başkanlığı'nın YÖK'teki resmî temsilcisiydi. Adının Erdoğan olduğunu orada öğrenmiştim. Çünkü rektöründen dekanına kadar söz alan herkes, "Sayın YÖK üyem, Sayın Erdoğan Paşam..." diye başlıyordu sözlerine. Bir biat hali vardı duruşlarında. Şeyh huzurundaki müridi andıran bir görüntü sergiliyorlardı. Kimse iradesini ortaya koymuyor, herkes Erdoğan Paşa'nın hoşuna gidecek cümleleri, kavramları arıyordu zihninde. İradeler teslim edilmişti... Şaşırmıştım. Çünkü öğrencilerine daha ilk derslerinde "İradenizi kimseye teslim etmeyin, Allah'ın size verdiği akla
ihanet etmeyin!" diye öğütleyen bir hocaydım. Benim, 18-20 yaşlarındaki talebelerime "sakın haa!" dediğim şeyleri yapıyordu bu hocalar, bu ritüelimsi toplantıda.
Günler geçti ve başörtüsü yasağı uygulandı ilahiyat fakültesinde. Ama zamanla çeşitli formüller ortaya çıktı. Kız öğrenciler başörtülerinin üzerine
şapka giyerek girmeye başladılar derslere. Biz görüntüye çabuk alıştık; ama durumun trajikomik olduğunu da hatırladık zaman zaman. Geçen yıl, kampüsün henüz yeşerdiği güzel bir bahar günüydü. Banklarda oturan birkaç
kız öğrenci "Hocam ne olur bize
yardım et!" diyerek bana doğru geldiler... "Hayırdır?" dedim. Yanlarındaki delikanlıyı işaret ederek devam etti birisi: "Bu
arkadaş İsveç'ten gelmiş, bizimle
mülakat yapmak istiyor,
İngilizce konuşuyor, sorularını anlıyoruz; ama
cevap veremiyoruz." "Peki!" dedim ve onlara çevirmenlik yapmaya başladım. Henrick isimli bu delikanlı Uppsala Üniversitesi'nde yüksek
lisans yaptığını ve "İslamî moda" üzerine tez hazırladığını söyledi. İlginç soruları vardı. Kız öğrencilere başlarındaki şapkayı hangi moda esintisine uyarak taktıklarını sordu. Onlar da şapkanın sebeb-i hikmetinin moda değil,
yasak olduğunu söylediler. "Anlayamadım!" dedi Henrick. "Anlayamadım! Eğer örtü yasaksa, örtünün üzerini bir daha örtünce nasıl yasak olmaktan çıkıyor?" diye devam etti. Anlayamamıştı; çünkü bu komediyi anlaması için Türk olması lazımdı. Henrick bizi anlayamamıştı, ama ben Henrick'i çok iyi anlamıştım.
30 Ocak 2008
Çarşamba günü, üniversitede
özgürlük adına internette başlatılan kampanyaya ben de
imza koydum. Henrick'i tanıyan, Doğu'yu da, Batı'yı da bilen birisi olarak... Görüntüye bakarak not vermeyen bir öğretim üyesi olarak... "Skolastik faşizm"in ne olduğunu bilerek... Bir an bile tereddüt etmedim o imza için. 2 Şubat 2008 Cumartesi günü ise başörtüsü yasağının devamını isteyenlerin yürüyüşlerini seyrettim televizyonda. O insanları gözlemledim. "Çağdaşlık" adına istedikleri bu yasağın Avrupa'nın hiçbir ülkesinde olmadığını bilip bilmediklerini düşündüm. 222A parolasıyla yola çıkanların 22T'yi hâlâ neden okuyamadıklarını merak ettim...
PROF. DR. ALİ KÖSE - MARMARA ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ