Bu, onun hayra da şerre de istidadının bulunduğunu ve yaratılıştan kazanılmış olan kalb,
akıl, ruh ve vicdan gibi latîf cevherlerinin, hangi
inanç ve kültür havzasında yoğrulursa o yöne doğru meyledeceğini göstermektedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilen “
Allah sizi hiçbir şey bilmediğiniz hâlde annelerinizin karnından çıkardı ve size işitme(niz için kulaklar), (görmeniz için) gözler ve (anlayıp idrak etmeniz için de) gönüller verdi ki (bundan dolayı O'na) şükredesiniz” (Nahl, 16/78) âyeti de, insana doğuştan İlâhî bir lütuf olarak kazandırılan cevherlerin varlığına dikkat çekmektedir.
Dolayısıyla insan, hayatını idame ettirmek için herhangi bir
terbiyeye ihtiyaç hissetmeden tabiî insiyakıyla yaşantısını sürdüren hayvandan farklı olarak, potansiyel hâldeki donanımını bir eğitim sürecinden geçirerek geliştirmek ve belli bir düzeye getirmek mecburiyetindedir.
Yüce Allah, Kur'ân'da “Ey iman edenler, kendinizi ve
aile halkınızı yakıtı taş ve insanlar olan ateşten koruyun!” (Tahrîm, 66/6) buyururken, çocukları dünyevî ve uhrevî hayata hazırlamanın önemli bir mesuliyet olduğuna işaret etmiştir. Keza Allah Resûlü de, “Bir
baba evlâdına güzel edep ve ahlâktan daha üstün bir
miras bırakmış olmaz.” (Tirmizi, Birr 33) ve “
Çocuklarınıza ikram edin ve onları güzelce terbiye edin.” (İbn Mâce, Edeb 3) buyurarak bu vazifenin asla
ihmal edilmemesi gerektiğini vurgulamıştır.
Ancak, günümüzde çocuk terbiyesi gibi fevkalâde hassas olan bu meselede inisiyatif, ya bütünüyle âdet ve geleneklere bırakılmış veya gelenekten kaynaklanan kimi yanlışlıkları düzeltmek adına Batı kültürünün
şefkatli(!) kollarına terk edilmiştir. Dünden bu güne bazı yörelerde bir anne-babanın kendi anne-babasının veya kayınvalide ve kayınpederinin yanında çocuklarını kucağına almasının yadırgandığına dâir
uygulamalar, her ne kadar gelenekten kaynaklanan katı âdetler ise de; bu gün artık geleneğin bu gibi yanlışlıklarını düzeltmek adına maalesef Batı kültürüne dayalı kimi esasların
egemen kılınmaya çalışıldığını görmek gibi bir tali'sizliği de yaşıyoruz.
Ne acıdır ki, gereksiz bir saygı ve faydasız bir terbiye anlayışının yerini, bu defa mânevî değerlerimizden kopma ve yırtılma hâli istilâ etmiş, bu konuda ifrat ve tefritler yaşanır hâle gelmiştir. Öyle ki, anne-baba belli bir yaştan sonra çocuğunun sigarasına, uyuşturucu kullanmasına, akşamları eve geç gelmesine, hattâ geceleri sokakta geçirmesine, dinî vecibeleri yerine getirmesine dahi karışamamakta; oğluna veya kızına bir şey söylese on katıyla karşılığını almaktadır. Nesillerin gönlünden iffet ve hayâ perdesi sıyrılmış, saygısızlık ve yüzsüzlük âdeta zamane nesillerinin şiarı olmaya yüz tutmuştur.
Çocuk Terbiyesine Dâir Esaslar
Allah Resûlü, gerek çocuklarla olan ilişkilerinde ve gerekse çocuk terbiyesiyle alâkalı sözlerinde bu hususta hayatî öneme sahip esaslara işaret etmiş ve bu taze fidanların yetiştirilmesinde hataya düşülmemesi ve fıtratlarını koruyacak prensiplere mutlaka önem verilmesi ikazında bulunmuştur. Bir bütünlük içerisinde bakıldığında, Allah Resûlü'nün, fazilet timsali nesiller yetiştirilmesi konusunda bazı önemli esaslara dikkat çektiğini görmekteyiz:
1) Çocuk Terbiyesine Doğumla Birlikte Başlamak
Resûlü Ekrem (as), gerek kendi çocukları ve gerekse yakın çevresindeki çocuklarla doğmadan önce ilgilenmeye başlar ve çocuk terbiyesinin doğumla birlikte ve hattâ daha öncesinde başlaması gerektiğine işaret ederdi. Kızı Hz. Fâtıma torunu Hz. Hasan'a hamile iken yanına uğrayıp hâlini hatırını sorar ve ‘çocuk doğunca kendisine haber verilmesini, haber vermeden de çocuğa hiçbir şey yapılmamasını' tembih ederdi. (Ali el-Müttakî, Kenzü'l-Ummâl, XVI/261-262.) Aynı alâkayı torunu Hz. Hüseyin için de göstermiştir.
Allah Resûlü, yeni doğan çocuğa verilen ilk gıdanın faziletli ve âlim bir şahsın elinden olmasına özen gösterirdi. Bu ihtimamı sadece kendi torunları için değil, bütün çocuklar için de gösterirdi. Nitekim Hz. Âişe, ‘doğduğu zaman çocukların Peygamber'e (as) getirildiğini, O'nun da bunlara hayır duada bulunup ‘tahnîk'2 yaptığını' belirtmektedir. (Müslim, Âdâb 27)
Müslüman eğitimciler, Allah Resûlü'nün çeşitli hikmetlere mebnî bu
sünnetinin, yeni doğan çocuğun âlim ve fâzıl bir zâta götürülerek tahnîk ettirmek sûretiyle yaşatılmasını
tavsiye etmişlerdir. (İbrahim Cânan, Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye, s.81.)
Hz. Âişe'nin ifadesine göre, yeni doğan çocuk için dua edip, Allah'tan ömrünün bereketli kılmasını talep etmek de, Peygamber'in (as) bir başka tavsiyesidir (Buharî, Daavât 31). Resûlüllah (as), çocukların kulağına ilk telkin edilecek şeyin ‘ezân ve ikâmet' olmasını isterdi. Torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin doğduklarında, sağ kulaklarına ezan, sol kulaklarına da ikâmet okumuştu (Ebû Dâvud, Edeb 107). Bu telkin, çocuğun daha ilk günden ihmal edilmeyip, dinin mukaddesleriyle tanıştırılması gerektiğine önemli bir işarettir. Aynı zamanda bu uygulama, ‘Eğitim ve terbiyenin mevsimi beşikten mezara kadardır.' kanaatini seslendiren Müslüman eğitimciler için de bir mihenk taşı olsa gerektir.
Allah Resûlü'nün, çocuğun doğumu sonrasında önemle üzerinde durduğu bir başka husus da onlara ‘güzel bir isim' verilmesidir. O'nun “Sizler
kıyamet günü kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. O hâlde isimlerinizi güzelleştirin.” (Ebû Dâvud, Edeb 61) çağrısı, Asr-ı Saadet'te yankısını bulmuş ve güzel isimlerin seçilmesine ihtimam gösterilmiştir. Nitekim Hz. Fâtıma ilk çocuğunu dünyaya getirdiğinde, Hz. Ali ona ‘Harb' adını koymak istemiş, ancak Peygamber (as) bu ismi beğenmeyerek torununa ‘Hasan' adını vermiştir. (İbn İshâk, Sîret, s.231.) Keza oğlu İbrahim'in doğumu müjdelendiğinde: “Bu gece bir oğlum oldu; ona atam İbrahim'in adını verdim.” (Müslim, Fedâil 62) diyerek sevincini açıkça izhar etmişti.
Resûlü Ekrem (as), çocuklar doğduktan sonra ilk yedi gün içerisinde, başlarındaki tüyü tıraş ettirip ağırlığınca ‘sadaka' vermek (Muvatta', Akîka 2), Allah'a şükrün bir ifadesi olarak ‘
kurban (akîka)' kesmek (Buharî, Akîka 2), yakınlara ve eşe dosta ‘ziyafet' tertip etmek (Buharî, el-Edebü'l-Müfred, s.335) ve çocuğun doğumunu müjdeleyenlere ‘
hediye' takdiminde bulunmak (İbn Sa'd, et-Tabakâtu'l-Kübrâ, VIII/212.) gibi sünnetler koymak suretiyle, Allah'ın bir kimseye verdiği en önemli lütuflardan birinin çocuk olduğuna ve çocuk terbiyesi konusundaki yükümlülüklerin de doğumla birlikte başlaması gerektiğine dikkat çekmiştir.
2) Terbiyede Şefkat-Ciddiyet Dengesini Korumak
Allah Resûlü, tabiat itibariyle şefkat ve muhabbet dolu bir yücelik timsaliydi. Her zaman güler yüzlü,
tatlı sözlü ve şefkatliydi. Torunlarını öpüp koklarken Peygamber'i (as) gören Akra' b. Hâbis adlı sahabi bunu yadırgayarak: “Benim on çocuğum var ve şimdiye kadar hiç birini öpmüş değilim.” dediğinde; Allah Resûlü de onun bu tavrının hoş olmadığını, “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” veya bir başka vesileyle, “Allah kalblerinizden şefkat duygusunu çıkardı ise, ben ne yapabilirim ki!” demiştir (Buhârî, Edeb 18).
Hicretin 10. yılında oğlu İbrahim, 16 veya 18 aylıkken
hastalanmış ve kucağında
vefat etmişti. Bunun üzerine
mübarek gözlerinden yaşlar boşalmış; bunu gören
Abdurrahman b. Avf, hayretini gizleyememiş ve neden ağladığını sormuştu. Allah Resûlü, ağlamanın şefkat ve merhamet belirtisi olduğunu ifadeyle, oğlu İbrahim'e yönelerek duygularını şöyle ifade etmiştir: “Eğer tekrar
buluşma vaadi olmasaydı… senin için daha fazla üzülürdük. Yine de senin için çok mahzunuz ey İbrahim! Gözler yaş akıtır, kalb hüzünlenir, lâkin biz Allah'ın hoşlanmayacağı şeyi söylemeyiz.” (Buharî, Cenâiz 43)
Resûlullah (as), “Bunlar benim dünyadaki iki reyhanım (kokuların en güzeli)” (Buharî, Fedâilü's-sahâbe 22) dediği torunlarını kucaklar, koklar ve bağrına basardı. O'nun (as) sevgisi sadece kendi çocukları ve torunlarına münhasır değildi; diğer çocukları da sever okşardı. Üsâme b. Zeyd'in anlattığına göre, Allah Resûlü onu bir dizine, torunu Hasan'ı da bir dizine oturtur, sonra ikisini de bağrına basarak: “Allah'ım, ben bunları seviyorum; bunları Sen de sev!” (Buharî, Fedâilü's-sahâbe 18) diye dua ederdi. Bir namaz esnasında sırtına binen torunu kendiliğinden ininceye kadar secdeyi uzatmış, çocuğa müdahale etmemiştir. Hattâ namaz bitince cemaatten birinin, “Ey Allah'ın Resûlü, namaz sırasında secdeyi öyle uzun tuttunuz ki, bir hâdise meydana geldiğini veya Sana vahiy indiğini zannettik.” demesi üzerine: “
Hayır! Bunların hiçbirisi olmadı; torunum sırtıma bindi. Acele etmeyi ve hevesi geçmeden de sırtımdan indirmeyi uygun bulmadım.” diye karşılık vermiştir. (Nesaî, Tatbîk 82)
Burada önemli bir hususa işaret etmek gerekir ki, Allah Resûlü'nde sevgi ve şefkat her zaman asıl olmakla birlikte; O (as), şefkat ve ciddiyet arasında belli bir denge de gözetmiştir. Zîrâ O (as), misyonu ve donanımı itibariyle bir ciddiyet ve vakar insanıydı. Ashab-ı Kirâm, derlenip toparlanmadan, huzuruna yakışır bir hâl almadan, hürmetsizlik edecekleri endişesiyle O'nun karşısına çıkmaya, yüzüne bakmaya cesaret edemezlerdi. Hz. Ali ve Hz. Fâtıma da böyleydi. Onlardaki hürmet ifadelerine sürekli şahit olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin de zamanla aynı ruh hâletine bürünmüşlerdi. Yaşları ilerledikçe onları tatlı bir mehâbet hissi sarıvermişti. Resûlullah (as), ne kadar yumuşak ve müşfik davranırsa davransın, muhatapları asla lâubaliliğe girmezlerdi.
Sevgiyle ciddiyeti dengeleme konusu, pedagojik açıdan da önemli bir husustur. Öğrencilerin hissiyatını gözetme, onların dertlerini dinleme, başlarını okşama, ellerinden tutma ve ihtiyaçlarını giderme mutlaka ehemmiyetlidir; fakat onlar karşısında ciddiyeti ve vakarı koruma da oldukça önemli bir husustur. Gerek anne-babalar, gerekse öğretmenler, çocuklarına veya öğrencilerine mutlaka sinelerini açmalı, her zaman onlarla ilgilenmeli, dertlerine ortak olmalı, gerekirse
harçlık vermeli, hattâ onlar için canlarını bile feda etmeyi göze alabileceklerini göstermeli ve sevgilerini ortaya koymak için her vesileyi değerlendirmeli; ancak onlar karşısındaki konumlarını ve ciddiyetlerini mutlaka korumalıdırlar. Aksi hâlde, kontrolsüz sevgi ve alâkanın çocuğu şımartıp küstahlaştırması ve ukalalaştırması kaçınılmaz olacaktır.
Resûlullah (as), çocukların ve torunlarının henüz çok
küçük oldukları bir dönemde, onları birer ikişer omuzlarına almış, öpmüş, sevmiş ve onlara dualar etmiştir. Bu vesileyle, hem şefkat ve merhametinin gereğini ortaya koymuş, hem hâdiseye şahit olan sahabilere bazı terbiye kaidelerini öğretmiş, fakat daha bilemediğimiz onlarca hikmeti gözeterek, torunlarını kucağına aldığı zamanlarda bile, O (as), daimî duruşunu, her zamanki tavrını ve ciddiyetini korumuştur.
3) Çocuklara Değer Vermek, Onlarla İlgilenmek
Allah Resûlü, çocukları en güzel dünya nimetlerinden biri olarak görür; onlara karşı ilgi ve alâkayı asla eksik etmez ve değerli olduklarını onlara hissettirirdi. O (as) bir gün evinden çıkmış, torunlarından birini bağrına basarak: “Siz çocuklar insanı(n çok yaman
imtihan vesilesisiniz; bu sebeple) bazen cimriliğe, bazen korkaklığa, bazen de cehalete müptelâ kılarsınız. Buna rağmen sizler Allah'ın en güzel kokulu nimetisiniz” (Tirmizî, Birr 11) sözleriyle, onların nadide bir
çiçek gibi olduklarına işaret etmiştir. Bu sebeple onların ağlamasına dayanamaz, ağlamalarına sebep olanları ikaz eder; namaz esnasında ağlayan bir çocuk sesi duysa, namazını kısaltır ve annesinin onunla ilgilenmesine fırsat verirdi (Buhârî, Ezân 65). Ashaptan Büreyde'nin (ra) naklettiğine göre, Allah Resûlü Mescid'de hutbe okurken, henüz çok küçük yaştaki torunlarının düşe kalka ilerlediklerini görünce hutbeyi yarıda keserek yanlarına gitmiş, onları kucağına alarak tekrar hutbeye çıkmış ve: “Allah Teâlâ, ‘Mallarınız ve evlâtlarınız (sizin için) bir imtihan (vesilesi)dir' (Teğâbün, 64/15) d
erken ne kadar doğru söylemiş. Bunları öyle görünce sabredemedim.” buyurmuş ve hutbesine devam etmiştir. (Tirmizî, Menâkıb 30)
Nebî (as), çocuklarla şakalaşır, onların anlayacağı dille konuşur, seviyelerine uygun espriler yapardı. Enes b. Mâlik'in üvey kardeşi Ebû Umeyr'in çok sevdiği kuşu ölünce, onu teselli etmek istemiş ve: “Ebû Umeyr! Serçeciğe ne oldu, serçecik ne yapıyor şimdi!” (Buhârî, Edeb 81) sözleriyle de acısına ortak olmuştu. Çocuklara “yavrum, evlâdım, oğlum” diye hitap edilmesini ister, kendisi de bu sözlerle gönüllerini alırdı. Yolda karşılaştığı çocukları bineğine alır, gidecekleri yere kadar götürürdü (Buhârî, Libâs 98). Hasta olduklarını öğrendiğinde ziyaret eder, şifâ dileğinde bulunur, ashabın da böyle davranmasına örneklik ederdi. Nitekim Medine'de yaşayan bir Yahudî çocuğunu hasta yatağında ziyaret etmiş, ölmeden önce onun Müslüman olmasına vesile olmuştu. (Buhârî, Cenâiz 79)
Allah Resûlü, çocukların bir ihtiyacı olduğunda karşılar, isteklerini yerine getirirdi. Torunlarından birinin bir gün susadığını görmüş, hemen bir koyunun sütünü sağarak getirmiş ve ona içirmiştir (İbn Hanbel, Müsned, I/101). Çocukların tertemiz fıtratlarına işaretle, mevsimin ilk ürünü hasat edildiğinde, mahsulün bol ve bereketli olması için Allah'a dua etmiş ve oradaki topluluktan en küçük çocuğu çağırarak ilk meyveyi ona yedirmiştir (Muvatta', Câmi' 1). Çocuklarla selâmlaşmış, hâllerini hatırlarını sormuştur.
Resûlü Ekrem (as), çocukların şahsiyet sahibi olmaları için onlarla her ortamda ilgilenmiş, onlara değer vermiş, onları anlamak için söz hakkı verip dinlemiş, dünyalarına girmeye çalışmıştır. Çocuk yaşlardaki sahabilerden Râfi' b. Amr'ın (ra) başından geçen bir hâdise bunun en güzel örneğidir. Hz. Râfi', bir gün Medine'de Ensar'dan birinin bahçesindeki hurmaları taşlamış ve sahibi tarafından yakalanarak Allah Resûlü'nün huzuruna getirilmişti. Peygamber (as) ona önce: “Yavrum! Hurmaları neden taşladın?” diye sordu. Çocuk da: “Karnım açtı, yemek için taşladım.” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Allah Resûlü: “Peki, o hâlde bir daha hurmaları taşlama, dibine dökülenlerden ye, olur mu?” diye tatlı bir şekilde uyarmış ve: “Allah'ım! Ona doyumluluk ver!” diye dua etmişti (Ebû Dâvud,
Cihad 85). Allah Resûlü, çocuğun suç işlediğini öğrendiği hâlde önce onu konuşturmuş, niyetini ve düşüncelerini öğrenmek istemiştir. Çocuklar çoğu kez yanlış yaparlar, yaptıkları yanlışın farkında da olmayabilirler. Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, karar vermeden önce onları dinlemek ve dünyalarına girip onları anlamaya çalışmak gerekir. Bu yaklaşım tarzı, çocuk terbiyesinde, çocuğa değer verip ilgi ve alâka duyulduğunu gösteren ve tesirli neticelerin alınmasını sağlayacak bir davranış tarzıdır.
4) Dinî Değerleri Yaşayarak Kavratmak
Allah Resûlü, çocuklara ‘dinî değerleri' ve mânevî hakikatleri kavratma konusunda kolaydan zora, esastan furûâta doğru bir yol izlenmesi gereğine işaret etmiştir. Bu sebeple dinî hayatın esası olan ve temeli kalbî tasdikten ibaret bulunan iman esaslarının telkini, öncelikli olarak ele alınmıştır. Peygamber (as), huzuruna getirilen çocuklara ve
gençlere, yaşlarına ve seviyelerine göre öncelikle iman hakikatlerini kavratırdı. Nitekim konuşmaya yeni başlayan akraba çocuklarına imanın esası olan tevhid hakikatinden bahseden âyetleri ve kelime-i tevhîdi yedi kez tekrar ettirerek kavratmaya çalışmış ve dolayısıyla ashaba da bu hususta yol göstermişti (Abdurrezzâk, Musannef, IV/334). Ashâptan Cündeb b. Abdullah'ın naklettiğine göre, bir grup genç Medine'ye gelmişler ve kısa bir süre Allah Resûlü'yle birlikte kalmışlardı. Hz. Cündeb, bu zaman zarfında Kur'ân'dan önce, iman hakikatlerini öğrendiklerini, bilahare Kur'ân'ı öğrendiklerini ve böylelikle imanlarının arttığını ifade etmektedir (İbn Mâce, Sünnet 9). Bunlar, iman hakikatinin çocuklara çok daha erken yaşlarda ve onların anlayabilecekleri ve kavrayabilecekleri bir dille ve bizzat yaşayarak öğretilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
İman hakikatleri her ne kadar mücerret bir olgu olsa da, bu tür hakikatleri kavratmanın da bir yolu ve yöntemi vardır ve bu hususta takip edilecek en etkili yol da, imana dair yaşanan tecrübelerin hâl ve kâl diliyle çocuğa kavratılmasıdır. İman hakikatlerini bütün hücrelerinde duyup hisseden bir müminin bu hakikatleri çocuklara kavratmakta zorlanmayacakları gün gibi aşikârdır.
Resûlullah (as), çocuklara Allah'ın kelâmı olan ‘Kur'ân-ı Kerîm'i öğretir ve ashabına da çocuklarına Kur'ân'ı öğretmeleri tavsiyesinde bulunurdu.
Annesinin isteği üzerine sekiz yaşından itibaren çocukluğu Allah Resûlü'nün yanında geçmiş olan Enes b. Mâlik'e şunları tavsiye etmişti: “Evlâdım! Kur'ân okumayı ihmal etme ve (unutma ki) Kur'ân ölü kalblere hayat verir; kötü ve çirkin şeylere, haddi aşmak gibi kusurlara karşı da insanı korur…” ( Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs, II/377) Keza
sahabeyi bu hususta
teşvik etmek için de şöyle buyurmuştur: “Çocuklarınızı şu üç hususta yetiştirin! Bunlar: Peygamber sevgisi,
Ehl-i Beyt sevgisi ve Kur'ân kıraati. (Ömrünü Kur'ân'ı okuyarak, hatmederek ve anlayarak geçiren) Kur'ân hizmetkârlarına, hiçbir gölgenin bulunmadığı (kıyamet) gününde
peygamberler ve salih kullarla birlikte Allah'ın gölgelikleri takdim edilecektir.” (Münâvî, Feydu'l-Kadîr, I/225) Allah Resûlü'nün amcasının oğlu İbn
Abbas (ra) da küçük yaşlarda başından geçen bir hatırasını şöyle nakleder: “Peygamber'in (as) vefatı esnasında on yaşındaydım. Ve ben (Kur'ân'dan) el-Muhkem'i okumuştum.” Kendisine ‘el-Muhkem'in ne olduğu sorulduğunda, onun el-Mufassal (yani Hucûrât Sûresi'nden sonra gelen 68 sûre) olduğunu ifade etmiştir (Buhârî, Fedâilü'l-Kur'ân 25). Dolayısıyla Allah Resûlü'nün terbiyesi altında yetişen çocuklar, Kur'ân terbiyesiyle yetişmişler ve küçük yaşlardan itibaren de seviyelerine göre kulluk görevlerine hazırlanmışlardır.
İmandan sonra en önemli vecibelerden biri olan ‘namaz'ın çocuklara kavratılması ve namaz şuuruyla yetiştirilmesinin de çocuk terbiyesinde önemli bir yeri vardır. Kulluk görevleri için her ne kadar buluğ çağı öngörülmüş olsa da, Allah Resûlü, çocuklara yedi yaşına geldiklerinde alıştırmak maksadıyla namazın öğretilmesini, on yaşına geldiklerinde hâlâ namazın ifasında kusurlu davranıyorlarsa, ceza verilerek tedip edilebileceklerini ifade buyurmaktadır (Tirmizî, Mevâkîtü's-Salât 183).3 Günümüz eğitimcileri tarafından da zorunlu öğrenme devresinin yedi yaş civarı olduğu kabul edilmektedir. Çocuk yedi yaşına girince, o devreye kadar, kendi gözlemleriyle yapılan şeyleri zaten kavramıştır. Artık bu aşamada sadece, onun elinden tutup o güne kadar gözlemleriyle algıladığı şeyleri açıklama, yerine göre teşvik (terğîb) ederek, yerine göre de korkutarak (terhîble) uyarılmalıdır. Öyleyse belli bir yaşa kadar hâl ile yani yaşayarak gösterme geçerli iken belli bir dönemden sonra artık fikrî seviyesine göre ve mantığına hitap edecek şekilde her konuyu açıklamak gerekecektir. Dolayısıyla çocuk, bazılarına göre Yüce Allah karşısında altı yaşında, bazılarına göre sekiz yaşında, bazıları için de en geç on yaşında bir yetişkin kabul edilerek onore edilmeli, izzetine ihtimam gösterilmeli ve her şey, ona peygamberâne bir azim ve iştiyakla anlatılmalıdır.
Sonuç
Günümüzde çocuk eğitimine dâir yapılan ilmî araştırmalar gösteriyor ki, çocuk eğitimi ve terbiyesi çocuğun doğumuyla başlaması gereken bir süreçtir. Hadîs-i şerîflerde bu vetirede yapılması gereken yükümlülükler arasında, yeni doğan çocuğa mânevî şahsiyetinin kazandırılmasına matuf olarak âlim ve fâzıl bir zâta tahnik yaptırılarak dua ettirilmesi, kulağına ilk telkin edilecek sözlerin ezan ve ikamet olması, güzel bir isim verilmesi, doğumundan dolayı Yüce Yaratıcıya bir şükrün ifadesi olarak akîka kurbanın kesilmesi gibi tavsiyelerin bulunduğu anlaşılmaktadır.
Küçük yaşlarda sevgi ve şefkate büyük ihtiyaç duyan yavruların sevgi ve şefkat timsali ebeveynler tarafından muhabbetle kucaklanması, sevgiden yoksun bırakılmaması da çocuk terbiyesinin önemli esaslarındandır. Bununla birlikte ölçüsüz ve dengesiz bir sevginin zamanla çocuğun şımarmasına ve lâubalileşmesine sebep olacağından, şefkat-ciddiyet dengesinin korunması ve bu hususta dengeli olunması gerekmektedir. Çocukları hayata hazırlamak ve şahsiyetlerinin gelişmesine yardımcı olmak maksadıyla, onlara değer verip ilgilenmek, onların seviyelerine uygun espriler yapmak, ‘yavrum, evlâdım, çocuğum' diye hitap ederek gönüllerini almak, herhangi bir suç işlediklerinde cezalandırmadan önce konuşmalarına fırsat verip dinlemek, yaşlarına uygun görevler vererek sorumluluk sahibi olmalarına, özgüven kazanmalarına yardımcı olmak gibi hususlar da hadîs-i şerîflerde öngörülen tavır ve davranışlardır. Çocuk terbiyesinde en önemli hususlardan biri de, onların kendi öz kültürümüzü ve mânevî değerlerimizi, en güzel yöntemlerle öğrenmelerini ve iyice kavramalarını sağlamaktır. Onlara, dinî ve millî değerlerimizi en tesirli biçimde kavratmanın yolu, bunları bizzat yaşamamızdır.
Prof. Dr. Osman
Güner -Ondokuz
Mayıs Üniv. İlâhiyat Fak. Öğrt. Üyesi
YENİ ÜMİT DERGİSİ