Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'nin avukatı Orhan Erdemli, süreçte Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın nefret dilini kullanarak, saygın bir Türk-İslam mütefekkiri olan Fetullah Gülen Hocaefendi'ye ve O'nun fikirlerinden ilham alan hizmet camiasına ağır suçlamalar, hakaretler ve iftiralar yönelttiğini belirterek, "Hizmet camiasını örgüt, çete olarak gösterdi. Hainlikle, ajanlıkla, dış güçlerle birlikte hükümeti devirmeye teşebbüsle suçladı. Konuşmalarında açıkça Hocaefendi'yi ve sevenlerini hedef tahtasına koydu." ifadelerini kullandı.
Bazı bakan, medya kuruluşları, milletvekili ve danışmanların da aynı çerçevede eylemlerine devam ettiğini belirten Orhan Erdemli "Bugüne kadarki eylemlerin; hakaret, tehdit, iftira ve nefret gibi suçları teşkil ettiğini tartışmaya gerek bile olmadığı kanaatindeyiz. Nitekim bu suçlar yönünden kişi ve kuruluşların avukatları gerekli yasal yollara başvurmuşlar ve hukuki süreçler işlemeye başlamıştır. Ancak bizim burada yapmak istediğimiz, daha büyük bir fotoğrafa dikkat çekmek; soykırım ve insanlığa karşı suçlar yönünden bir tartışma başlatarak kamuoyunun dikkatini bu noktaya çekmektir." diyerek makalede geniş kapsamlı noktalara değindi..
Erdoğan ve çevresindekilerin sistematik bir şekilde hizmet hareketi ve kurumlarına saldırdığını belirten Erdemli, "grubu yok etme" amacıyla hareket ederken, 'ben bu gruba mensubum' diyen bir tek kişiye dahi bir saldırı sonucunda ağır zarar verilmesi halinde TCK md 76'da belirtilen soykırım suçu oluşabilecektir. Zira soykırım suçunun oluşması için "belli bir grubun" tamamen ya da bir bölümünün yok edilmesi gerekmez. Suçun oluşabilmesi için herhangi bir sayı şartı da yoktur. Önemli olan "belli bir grubun" tamamen veya kısmen yok edilmesi amacıdır. Bu amaç ile hareket edilmişse, örneğin bir tek kişinin öldürülmesi bile soykırım suçunu oluşturabilir." sözleriyle çarpıcı tespitlerde bulundu..
İşte Orhan Erdemli'nin yazdığı makale:
"Soykırım suçu toplum olarak aşina olduğumuz bir kavramdır. İnsanlığa karşı işlenen en büyük suç olarak kabul edilmesine rağmen, hakkında yeterli bilgi sahibi miyiz?
Zira soykırım denilince aklımıza, genelde savaş ortamında, bir ırkın mensuplarının toplu olarak öldürülmesi, tehcir edilmesi geliyor. Oysa soykırım bir savaş suçu değildir. Sadece belli bir ırka karşı işlenen bir suç tipi de değildir. Bilakis çok daha geniş bir anlama sahiptir. Bu suç, barış ortamında katliam olmaksızın sadece belli bir gruba karşı da işlenebilir.
Yazımızın başlığından anlaşıldığı üzere bu makalenin konusu, son dönemde bir camianın mensuplarına karşı haksız yere reva görülen uygulamaların, yapılan ve/veya yapılacağı kesin bir dille açıklanan operasyonların, soykırım kavramı yönünden ele alınarak uluslar arası hukuk çerçevesinde değerlendirilmesidir.
Her şey Türkiye'nin, üç seçim yaşayacağı bir döneme girmesiyle başladı. Bu dönemde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, nefret dilini kullanarak, saygın bir Türk-İslam mütefekkiri olan Fetullah Gülen Hocaefendi'ye ve O'nun fikirlerinden ilham alan hizmet camiasına ağır suçlamalar yöneltmeye başladı.
Hizmet camiasını örgüt, çete olarak gösterdi. Hainlikle, ajanlıkla, dış güçlerle birlikte hükümeti devirmeye teşebbüsle suçladı. Konuşmalarında açıkça Hocaefendi'yi ve sevenlerini hedef tahtasına koydu.
Bazı bakan, milletvekili ve danışmanları da aynı çerçevede açıklamalar yaptılar. Ve bir linç kampanyasına dönüşen bu durum, AKP ile iltisaklı medya organları ve yazarların da büyük desteğiyle, dozajı gittikçe artarak devam etmektedir. Maalesef bu süreçte parti mensupları tarafından; başka partiye oy istediği iddiasıyla özel dershane öğretmeni dövülmüş, AKP aleyhine yayın yaptığı iddiasıyla bir televizyon kanalına saldırı gerçekleştirilmiştir.
Bugüne kadarki eylemlerin; hakaret, tehdit, iftira ve nefret gibi suçları teşkil ettiğini tartışmaya gerek bile olmadığı kanaatindeyiz. Nitekim bu suçlar yönünden kişi ve kuruluşların avukatları gerekli yasal yollara başvurmuşlar ve hukuki süreçler işlemeye başlamıştır. Ancak bizim burada yapmak istediğimiz, daha büyük bir fotoğrafa dikkat çekmek; soykırım ve insanlığa karşı suçlar yönünden bir tartışma başlatarak kamuoyunun dikkatini bu noktaya çekmektir.
SOYKIRIM SUÇU: TARİHİ GELİŞME
Soykırım suçunun günümüz ceza kanunlarına girmesi Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 260 sayılı kararına dayanmaktadır. BM Genel Kurulu 9 Aralık 1948 tarihinde "Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi"ni imza, onay ve katılıma açtı. 23.3.1950 tarih ve 5630 sayılı Onay Kanun uyarınca Türkiye bu sözleşmeyi çekince koymaksızın onayladı. Böylece Türkiye soykırımın, ister barış ister savaş zamanında işlenmiş olsun, bir devletler hukuku suçu olduğunu tasdik ederek bu suçu önlemeyi ve cezalandırmayı taahhüt etmiş oldu.
Sözleşme 12 Ocak 1951 tarihinde yürürlüğe girdi. Sözleşmeci taraflar "insanlığı bu tür bir iğrenç musibetten kurtarmak için uluslararası işbirliğinin gerekli olduğuna kanaat getirerek" sözleşme hükümleri üzerinde anlaşmış oldular.
Sözleşmenin 2. maddesine göre "milli, ırkî, etnik veya dinî bir grubu, tamamen veya kısmen yok etmek amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur: a) Grup üyelerinin öldürülmesi, b) Grup üyelerine bedensel veya ruhsal yönden ciddi zararlar vermek, c) Grubun fizikî varlığının kısmen veya tamamen imhasına sebep olacak hayat şartlarına tabi tutmak, d) Grup içinde doğumları engelleyecek tedbirler almak, e) Bir gruba mensup çocukları diğer bir gruba zorla nakletmek".
Bu aşamadan sonra taraf ülkelerin, cezalandırılması gereken fiillerin ve etkin cezaların belirtilmesi suretiyle iç hukuklarında gerekli yasal düzenlemeleri yapmaları gerekiyordu. Ancak Türkiye 55 sene sonra, 2005 yılında soykırım suçuna iç hukukunda yer verdi. 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 76. maddesinde "Soykırım" başlığı altında maddî ve manevî unsurları açıkça belli olan bir suç tipine yer verilmiştir.
TCK, BM Sözleşmesi çerçevesinde soykırım suçunu düzenledi. TCK md 76'da "Bir plânın icrası suretiyle, millî, etnik, ırkî veya dinî bir grubun tamamen veya kısmen yok edilmesi maksadıyla, bu grupların üyelerine karşı aşağıdaki fiillerden birinin işlenmesi, soykırım suçunu oluşturur" denilmiş ve şu fiiller sayılmıştır:
"a) Kasten öldürme, b) Kişilerin bedensel veya ruhsal bütünlüklerine ağır zarar verme, c) Grubun, tamamen veya kısmen yok edilmesi sonucunu doğuracak koşullarda yaşamaya zorlanması, d) Grup içinde doğumlara engel olmaya yönelik tedbirlerin alınması, e) Gruba ait çocukların bir başka gruba zorla nakledilmesi."
TCK md 76'da, BM Sözleşmesinden farklı olarak "bir planın icrası suretiyle" ifadesine yer verilmiştir.
SOYKIRIM SUÇUNUN UNSURLARI
Yukarıdaki tanımlardan da anlaşılacağı üzere soykırım suçunun gerçekleşmesi için failin "millî, etnik, ırkî veya dinî bir grubun tamamen veya kısmen yok edilmesi maksadıyla" hareket etmesi gerekir. İşte bizim tartışmaya açmak istediğimiz nokta da tam burasıdır. İktidar ve iktidarın gücünü kullanma konumunda olanların "2. istiklal savaşını başlattık", "Onları yok edeceğiz", "affetmek yok", "dönüş yok"... şeklindeki ısrarlı söylemleri hukuk karşısında ne anlama gelmektedir? Bu sözler, TCK 76'da yer alan nitelikleri haiz bir "grubu", "tamamen veya kısmen yok etme" amacını ortaya koyan deliller olarak kabul edilebilir mi?
Önce "grup"un niteliği üzerinde duralım. Başbakan konuşmalarında açıkça "Fethullah Gülen" ve "Fethullah Gülen Grubu" tabirlerini kullanmamaktadır. Meydanlarda "Hoca!", "Pensilvanyalı!" tabirlerini kullansa da, bu hitapların somut belli bir gruba yönelik olduğu herkes tarafından tartışmasız kabul görmektedir. Nitekim ulusal ve uluslar arası medya kuruluşları Başbakanın, grubun lideri olarak gördüğü Sayın Gülen'i ve Cemaat veya Hizmet Camiası gibi isimlerle anılan belli bir grubu hedef aldığını isim vererek yazmakta, bu yayınlar ise Başbakan tarafından kesinlikle tekzip edilmemektedir.
Bugün sadece Türkiye'de değil uluslar arası camiada -farklı nitelemeler olsa da- artık "Gülen Hareketi" diye anılan bir "grubun" varlığı genel kabul görmektedir. Resmi bakış açısı da farklı değildir. Hocaefendinin sekiz sene sanık olarak yargılandığı Ankara 2. Nolu DGM'ye (sonrasında Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi) devlet birimlerinden gönderilen resmi raporlarda dahi "Fethullah Gülen Grubu" nitelemesi yer almaktadır. EGM ve Genelkurmay'ın Mahkemeye sunduğu hiçbir raporda, örgüt veya çeteden bahsedilmemiş, bütün yazışmalarda "grup" ifadesi kullanılmıştır.
Emniyet Genel Müdürlüğü "Fetullah Gülen Grubu"nu, "geleneksel İslami kesimler, dini akımlar" arasında göstermiş ve "insanlardaki mevcut İslami anlayışı güçlendirme ya da Allah inancını tesis etme noktasında faaliyetlerini yoğunlaştırdığı" yönünde rapor tanzim etmiştir. Genelkurmay'dan gelen yazıda da "Fethullah Gülen Nurcu Grubu" diye zikredilmiştir. Devletin resmi kayıtlarında "Fethullah Gülen Grubu"nun "dini bir grup" olarak kabul gördüğü sarihtir. O halde "Fetullah Gülen Grubu" yönünden, TCK md 76'da ifade edilen "dini grup" kavramının varlığını kabul etmek gerekecektir.
Bu noktada dikkatimizi çeken bir husus da şudur: Gerek Erdoğan ve gerekse bazı bakanlar son günlerde Hocaefendi ve camiaya yönelik "Senden Hoca olmaz", "Onlar dindar değildir", "Onlar dini bir hareket değildir" gibi söylemlerde bulunmaktadır. Kamuoyu bunu aşağılama çerçevesinde söylenmiş sözler olarak algılayabilir. Ancak Başbakan, şu anda sürdürülen ve 30 Marttan sonra kitleselleşeceği ileri sürülen operasyonlar üzerinde hukukçulardan bir uyarı almış olabilir.
Zira yapılabilecek hukuksuzlukları dünyaya anlatmak çok zor olacaktır. Erdoğan, bütün dünya üzerinde uygulamak istediği ancak henüz mahiyetini tam olarak açıklamadığı "camiaya bitirme planları"nı tümüyle devreye koyduğunda, soykırım iddiasıyla karşılaşmak istemeyecektir. İhtimal ki bu nedenle bu grubun dini nitelikte olmadığını sık sık söyleyerek, "dinî bir grubu tamamen veya kısmen yok etme maksadıyla hareket etme" suçlamasının şimdiden önünü kesmeye çalışmaktadır.
Ancak burada belirtmek isteriz ki, soykırım suçunun manevi unsurunun, "millî, etnik, ırkî, dinsel bir grubu veya herhangi bir grubu yok etmek" maksadı olduğu madde gerekçesinde açıkça ifade edilmiştir. Dolayısıyla Türkiye'de açılabilecek bir soykırım davasında, dini özelliği olmasa da madde gerekçesindeki "herhangi bir grup" ifadesi nedeniyle muhataplar oldukça zor durumda kalabilecektir.
"Soykırım" ifadesini üreten Raphael Lemkin, modern zamanlarda soykırımın hedef grubun fiziksel yok edilmesinden ziyade kültürel olarak ortadan kaldırılması olduğunu vurgulamıştır. Nitekim bazı ülkeler, kanunlarında soykırım suçunun mağdurunu geniş düzenlemişlerdir. Litvanya, Estonya, Kolombiya Ceza Kanunlarında, sosyal ve/veya politik grupların da soykırım suçunun mağduru olabileceğini belirtilmiştir.
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCMY) kararlarına bakıldığında, Akayesu kararında (Akayesu'nun Ruanda'da soykırım suçunu işlediğine hükmedilmiş ve insanlığa karşı suçlardan cezalandırılmıştır) "Dini grup; üyelerinin aynı dini, mezhebi veya ibadet biçimini paylaştığı gruptur" olarak tanımlanmıştır. Dini bir grubun mensupları aynı inanca sahip, aynı rehbere inanan, ortak manevi fikirlere sahip veya aynı ibadet şeklini icra eden kişilerden oluşur.
UCMY Blagojevic ve Jokic kararında (Eski Yugoslavya'da soykırıma katılmak ve savaş suçlarından hüküm giydiler), bedensel ve ruhsal bütünlüğe ağır zarar verme kavramına; işkence, insanlık dışı ve küçük düşürücü muameleler, dayak ile birlikte uygulanan sorgular, ölüm tehditleri ve sınır dışı etmenin de dâhil olduğu belirtilmiştir.
UCMY Akayesu kararında "ağır korku, tehdit ve sindirme gibi fiziksel olmayan saldırıların da ciddi ruhsal zarar oluşturabileceği" sonucuna varmıştır
Dolayısıyla, Türkiye'de iktidar partisi önümüzdeki günlerde bir grubu bitirmek amacıyla haksız ve hukuka aykırı uygulamalara girişirse, bu durumda soykırım suçunu işlediği ileri sürülebilir mi? Her ne kadar BM sözleşmesinin sınırlı olduğu söylense de, hukuk durağan değildir, bize göre en azından tartışmaya açılabilir.
BELLİ BİR GRUBA KARŞI OPERASYONLAR
Neden? Çünkü yapılmak istenenler kişisel haksızlıklardan ibaret uygulamalar değildir. Topyekün bir topluluğa yöneltilmiş bitirme operasyonlarından sözedilmektedir. Oysa bir Hukuk Devletinde işlenen suçlar ve suçlular tespit edilir, kovuşturma makamları gerekli yargılamayı yapar ve şüpheliler hakkında kararı verir. Ancak şu anda hiçbir yargı kararı sözkonusu olmaksızın onbinlerce kamu görevlisi, makamına uygun olmayan görevlere verilmekte, sürgün edilmektedir. Belli bir "gruba" aidiyetinden bahisle banka batırma operasyonu yapılmaktadır. Dershane niteliğindeki özel şirketler yasa çıkarılarak kapatılmaktadır. "Gruba" aidiyetinden bahisle özel okullara velilerin çocuk göndermemesi talimatları verilmektedir. "Gruba" aidiyetinden bahisle gazetelerin dağıtımı engellenmeye çalışılmakta, aboneliklerin iptali talimatlarıyla iflasa sürüklenmeye çalışılmaktadır. TUSKON Başkanının açıklamalarına göre İşadamları tehdit edilmektedir. Kamu kurumları, avukatlarının sözleşmelerini feshetmektedir. Yani grup üyesi görülen kişilere karşı her türlü ekonomik baskı uygulanmaktadır. Olay o kadar vahim hale gelmiştir ki, bir tweet bahane edilerek bir gazeteci dahi sınırdışı edilebilmiştir.
Dolayısıyla kendisini Risale-i Nur Hareketine, Süleyman Efendi Hareketine, İskenderpaşa Cemaatine... mensup olarak ifade eden insanlar; sadece bu gruba mensup oldukları için yok edilme operasyonuna maruz kalırlarsa ve kendilerine yönelik TCK md 76'da öngörülen, UCMY kararlarında belirtilen suçlar işlenirse bu suçlar ve cezalar gündeme alınmalıdır. Zira Soykırım Sözleşmesi'nin amaçlarından birisi de uluslararası alanda tanınan grupların hayatlarını sürdürebilme hakkını korumaktır. Bu haklar "Fetullah Gülen Grubu" açısından da sözkonusudur. Yukarıda belirtilen somut olaylarda ise sosyal, kültürel ve ekonomik olarak her yönüyle ve Türkiye ile sınırlı kalmaksızın büyük bir yok etme hareketinin sözkonusu olduğu aşikardır.
Bugün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın tutumuna bakıldığına, bütün dünya üzerinde herkesi bu "yok etme" kervana katılmaya çağırmaktadır. Yurtdışındaki büyükelçilere ve diğer devlet görevlilerine, "Grubun okullarını" bitirme yönünde çalışmalar yapmaları için talimatlar vermektedir. Kervana katılma konusunda gevşeklik veya tereddüt gösterenlere sert tepki vermektedir. Bir televizyon kanalında canlı yayında "cemaat, camia" diyen gazeteciye sert şekilde tepki vererek "cemaat diyemezsin! örgüt var!" şeklinde belli bir tavra icbar etmektedir. Yani bakanıyla, milletvekiliyle, parti teşkilatı mensuplarıyla, kendisiyle somut biçimde ilişkilendirilen medya organlarıyla "belli bir gruba" karşı sosyal, ekonomik vesair alanlarda kitlesel bir linç uygulanması planını devreye koymaktadır. Bu süreçte polit büro denilen en düzeydeki kişilerden, yalan ve iftiralarla internet üzerinden kamuoyunu manipüle etmeye çalışan en alt düzeydeki trollere, hatta militanlar gibi televizyona hücum eden parti üyelerine varıncaya kadar "belli bir gruba" yönelmiş sistematik bir saldırının varlığı müşahede edilmektedir.
Bu itibarla, "grubu yok etme" amacıyla hareket ederken, 'ben bu gruba mensubum' diyen bir tek kişiye dahi bir saldırı sonucunda ağır zarar verilmesi halinde TCK md 76'da belirtilen soykırım suçu oluşabilecektir. Zira soykırım suçunun oluşması için "belli bir grubun" tamamen ya da bir bölümünün yok edilmesi gerekmez. Suçun oluşabilmesi için herhangi bir sayı şartı da yoktur. Önemli olan "belli bir grubun" tamamen veya kısmen yok edilmesi amacıdır. Bu amaç ile hareket edilmişse, örneğin bir tek kişinin öldürülmesi bile soykırım suçunu oluşturabilir.
Suçun oluşması için gerekli maksadın yanında maddî unsurların da bir özellik taşıması gerekmektedir. Maddî unsurların, oluşması yönünden, hare¬ketlerin "bir planın icrası" sonucu gerçekleştirilmeleri gerekmektedir. Böylece suç girişiminin planlı ve sistematik karakteri vurgulan-mış olmaktadır. Günümüzde yaşanan olaylarda, siyasi amaçlarla bir plan yapıldığı üstünde durulabilir. Zira on iki yıldır Başbakan ve çevresi tarafından övülen, takdir edilen bir gruba karşı bu kez savaş ilan edilmektedir.
AKP, HİZMETİ RAKİP OLARAK MI GÖRDÜ?
Ali Ünal Aksiyon Dergisinde (24.02.2014) bu "savaş ilanı"nı şöyle analiz etmektedir: "AKP'deki aslî damar, baştan beri Hizmet Hareketi'ni benimsememiş, ondan 'biat' ve kesin katılım beklemiş ve istemiştir. Hizmet Hareketi, tabii ki bunu yapamazdı. Dolayısıyla AKP'deki damar, Hizmet Hareketi'ne hep soğuktu ve onu rakip olarak görüp özellikle son yıllarda onunla kesin rekabete girdi. Kendisini yeterince güçlü hissettiği bir zamanda da Hizmet Hareketi'ni bitirmek için harekete geçti". Ali Ünal, birçok yazar tarafından ifade edilen bu düşüncelerini, AKP'ye biat edilmemiş olmasına bağlamakta ve "bitirme" kararının 2004 MGK'sında alındığını anlatmaktadır. MGK belgesi, bu anlamda somut bir belge teşkil etmektedir. Zira, her ne kadar Başbakanın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan "bu belge yok hükmündedir" dese de, MGK kararlarının uygulamaya geçtiği ve örnekleri basına yansımıştı.
Bir başka yazar Ünal Tanık da, Aksiyon Dergisinde (03.02.2014) "Hükümetin cemaatle kavgayı başlatmak için 17 Aralık yolsuzluk operasyonunu bahane ettiğini; Hükümetin mutlak bir şekilde kendine tabi kılamadığı için bütünüyle cemaati yok etmeye karar verdiğini" söylüyor.
Hükümete yakın duran gazetecilerden Abdurrahman Dilipak, 30.12.2013 tarihinde yazdığı yazıda, Başbakanın cemaate operasyon hazırlığı yaptığı bilgisine bir senedir sahip olduğunu açıkladı. Yani, Başbakanın cemaati suçladığı Gezi Olayları ile 17 Aralık operasyonundan aylar öncesinden söz ediliyor.
Bilal Erdoğan, geçtiğimiz günlerde yayınlanan ve tekzip etmediği ses kaydında babasına cemaate operasyonun başlatılmasını gerektiğini söylüyor.
Bütün bu olaylar bize hukukun iktidar partisi tarafından kendi planları doğrultusunda kullanıldığı/kullanılacağını anlatmaktadır. Dolayısıyla bir grup sadece toplu öldürmelerle yok edilmez. Geçmişte ülkemizin çok acı tecrübelerini yaşadığı üzere, hukuk kullanılarak ama hukuka aykırı, haksız, zulüm teşkil edebilecek uygulamalarla da yok edilmek istenebilir. Bugün hükümet edenler, her gün kime hangi suçlamalarla davalar açılacağının vaatlerini vermektedirler. Bu ülkede savcılar masalarını terk etmiş, yerlerine siyasiler oturmuş da acaba bizim mi haberimiz yok? Türkiye'de gelinen bu noktada Sayın Fetullah Gülen'e veya ona nispet edilerek çete iddiasıyla suçlanabilecek kişilere açılabilecek davaların artık hiçbir meşruiyeti olmayacağı açıkça ortadadır.
Tarihimizde görülmemiş bir şekilde belli bir gruba karşı gerçekleştirilen bu saldırılar kanaatimizce, yaşanan olayların boyutları ve vahameti nazara alınarak, dar kalıplara hapsedilmeden Raphael Lemkin'in belirttiği üzere modern zamanlar soykırım suçu yönünden tartışılmalıdır."
Fethullah Gülen Vekili
Av. Orhan Erdemli