Hayatın manasını seçim sandığından ibaret görmeyi müminlere yakıştıramadığını ifade eden Hocaefendi, ille de bir partiye oy verin demeyi vicdanî baskı olarak gördüğünü, bir partiye angaje olmayı toplumun diğer kesimlerinden tecrit olma saydığını söyledi. Hocaefendi, “Herkes etrafına bakacak, belediye başkan adaylarını değerlendirecektir. Netice itibarıyla bu bir genel seçim değil. Adaylar partiden daha önemli ve her partiden hizmet verecek istidatta çok kıymetli başkan adayları vardır. Herhangi bir partiye oy vermediğinizde günahkâr olmazsınız.” dedi.
NOT:
Röportajın yayınlanma sürecinde bir kısım gazeteler röportaj içeriği ile ilgili eleştiri getiremeyince, akla hayale sığmayan hezeyanları ya kendileri seslendirdi veya bunları söylemeye müsait gayri memnunları bulup onlara seslendirtti. Kur’an-ı Kerim’le alenen alay edilmesine tek kelime edemeyen bu samimiyetsiz insanlara cevap vermeye değmezdi. Bununla beraber bu istifhamları ciddiye alabilecek samimi insanlar için bunları Hocaefendi’ye sorulması için ilettim. O cevapları bugün yayımlıyoruz. Ekrem DUMANLI
Seçimlere sayılı günler kaldı. “Camia hangi partiye oy verecek?” diye tartışılıyor.
Sürekli bunu konuşmayı, hayatın manasını seçim sandığından ibaretmiş görmeyi doğrusu mü’minlere yakıştıramıyorum. Tabii ki ülkenin istikbali için seçim sandığı da önemli bir şey; ama her şey değil. Sizin de bir yerde ifade ettiğiniz gibi amel sandığını bir kenara iterek sadece seçim sandığına odaklanmanın bazı insanları nasıl savurduğunu, yalan ve iftiranın nasıl rahat söylendiğini görmemek, üzülmemek mümkün değil.
Kime oy verme meselesine gelince. Kadimden bu yana fakir hep ‘vicdanî kanaatinize göre rey verin’ demişimdir. İlle de şu partiye oy verin demeyi vicdanî bir baskı gördüğüm gibi, bir partiye angaje olmayı toplumun diğer kesimlerinden tecrit olma sayarım. Referandumdaki açık ve net tavrımız bir partiye değil; demokratik adımlar atılmasına binaendi. Vakıa bugünlerde onun da kıymetinin bilinmediği ortaya çıktı...
Şimdi bir tarafta sabahtan akşama hakaret yağdıran bir parti başkanı var. Ve maalesef o partinin âkil insanları derin bir sükûtu tercih ediyor. Aşırı partizanlar hariç bu duruma AK Parti tabanının nasıl üzüldüğüne pek çok vesile ile muttali oluyorum. Bu kadar ağır lafları içine sindiren varsa yine gidip o partiye oy verir; ama her insaflı insanın yüreğini burkan, vicdanını kanatan o sözler sanırım arkadaşlarımızı da derinden sarsmıştır. Herkes etrafına bakacak, belediye başkan adaylarını değerlendirecektir. Netice itibarıyla bu bir genel seçim değil. Adaylar partiden daha önemli ve her partiden hizmet verecek istidatta çok kıymetli başkan adayları vardır. Herhangi bir partiye oy vermediğinizde günaha girmiş olmazsınız.
Efendim müsaadenizle Amerika’da ikametiniz, Türkiye’ye dönmeyişiniz hakkında spekülasyonlar yapılıyor. Bu mevzuda ne dersiniz?
Dönüşümü isteyenlere hüsnüzanla bakmak istedim. Daha önce de isteyenler oldu. O gün de asıl niyeti anlamıyor değildim. Fakat nezaket ve mü’minlere hüsnüzannımı elden bırakmadım. Başta ifade edeyim, ben mü’minlerden bir mü’minim. Ayaklarım hep yerde oldu. Hep öyle yaşadım. Allah’a kul olmayı hiçbir makama, sıfata değişmem. Cenab-ı Allah’a da böyle kavuşmayı dilerim. Hiçbir dış mihrakla da alâkam yok ve olamaz. Dış mihrakların ağına düşenler, ikbal, iktidar ve daha başka dünyevî makam mansıp peşinde koşanlardır. Maalesef kendileri güçlenince, kuvvet kazanınca, despotça gelip devlete, idareye el koyma hatta bir daha kalkmama hevesi taşıyanlar; güç ve iktidar hesabı taşımayan hatta bu türlü şeylerden kaçan, Allah’ın rızasını ve ahiretini düşünenleri tehlike olarak görmeye başlarlar. Bu insanları devlet için tehlike gibi göstermek isteseler de temelde kendi planlarının önünde bir tehlike gibi algılarlar.
En gelişmemiş toplumlarda bile insanlar sözleri ve yaptıklarıyla yargılanır ve bunlara bakılarak haklarında hüküm verilir. Bütün yaptıklarım ve sözlerim tam 50 yıldır halkın ve devletin gözü önünde. Gizli hesapları olan bir insanın 50 yıl boyunca ima ve işaret yoluyla bile bunları sızdırmadan gizlemesi mümkün mü?
Dönüp dönmeyeceğime dün böyle, bugün şöyle düşünenlerin kanaatiyle değil huluslarına kalbim gibi itimat ettiğim arkadaşlarımla istişaremle karar veririm. Daha önce de ifade ettim, dönersem de şunun bunun gibi değil Ramiz Efendi’nin Üç Şerefeli Cami’de imamlık yapan oğlu gibi dönerim.
Musibetler gelir geçer, kimseye gönül koymayın
Uzun zamandır internetten de yayınlanan sohbetlerinize ara verdiniz. Sevenleriniz, bu kadar tazyik ve hakaret altında hissiyatınız nedir merak ediyor, onlara söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Başımıza gelenlere karşı hep sabırlı olmalıyız ve nezih üslubumuzu asla ve kat’a terk etmemeliyiz. Her dönemde insanlar bazı sıkıntılar çekmiş. İmamı Rabbani, Hasan Şazeli, Mevlânâ Bağdadi gibi abide şahsiyetler de çok büyük çileler çekti. Üstad Bediüzzaman’in çilesi dillere destan... Çekmediği cefa, görmediği eza kalmamış. Biz o büyük zatların ancak kıtmirleri olabiliriz. Fakat yol onların yolu, yöntem onların yöntemi ise her türlü çileye hazır olmak gerekir. Gönül koymamak lazım. Biz sabah akşam Allah’a yalvarmalı, “Radina billahi rabben ve bil İslami dinen ve bi Muhammedin resulâ (sas)” (Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, resul olarak Muhammed’den (sas) razı olduk) demeliyiz. O’na karşı katiyen küskünlüğe girmemek, hep rıza duygusuyla oturup kalkmak lazım. Musibetler gelip geçicidir. Dünyada bir tsunami gibi önüne katıp götürse de Allah ile münasebetimiz tam ise ahiretimizi kazanmış sayılırız. Bu davaya gönül vermiş insanlar, bununla dünyevî bir şey hedeflememişlerse şayet, öbür âlemde ebedî sultanlıklar kazanır. Herkes yerinde durmalı. Belki şartlara ve konjonktüre göre ille de bu yol dememeli; icabında ana yolları tıkasalar bile başka yollardan bir yerlere varmaya çalışmalı. O varılacak yer evrensel insanî değerlerdir. O insanlar hiçbir zaman karamsarlığa kapılmadı; biz de kapılmamalıyız. Ümidimizi yitirmememiz gerekiyor. “Yeis öyle bir bataktır ki, düşersen boğulursun, azmine sarıl sımsıkı bak ne olursun…” Âkif böyle diyor. “Yaşayanlar hep ümitle yaşar, me’yus olan ruhunu vicdanını bağlar.” Bu kasvetli havanın silinip gideceğine inanıyoruz Allah’ın izni ve inayeti ile. Hep bu ümidi taşıdık.
Şimdiye kadar maruz kaldığımız şeyleri, siz de söylediniz. Ben daha askere gitmemiştim 27 Mayıs’ı gördüm, orada da preslendim. 12 Mart’ta da preslendim. 12 Eylül’de 6 sene bir şaki gibi kaçtım. Merhum Turgut Özal ayağını sağlam bir yere bastığı dönemde ağırlığını koydu. Ellerini çektiler üzerimden. Daha sonra da devam etti bu. Hacca gittim geldim. Yollar gene benim için tıkanmıştı. Yine güvenlik mahkemesinde ifade vermiştim. 28 Şubat sonrası, Savcı Nuh Mete Yüksel’in açtığı bir dava senelerce sürdü. Orada gördüğüm o kötülük, o şenaat, o denaate rağmen burada inanın New Jersey başsavcısında saygı gördüm. Beni dış kapıda karşıladı. Moralim bozulmasın diye sandalyeyi kendi tuttu oturttu. Gitti kendi bardağını yıkadı, su doldurdu, önüme koydu. “İfade veriyorsunuz, dudaklarınız kurur.” dedi. Burada onu gördüm. Bizi tanımaz, bilmez. Sonra bu kadar centilmenliğine karşı, acaba bir hediye gönderelim mi filan dedik. Araya giren Kemal Bey hâlâ hayattadır. Hediye takdim ettiğinde, “Ben davasını gördüğüm bir insanın hediyesini kabul edemem.” dedi. Evet bu hukuk felsefesi, bu hukuk anlayışına göre, galiba dedim, bunca olumsuzluğa rağmen, bu insanlar ayaktalar. Dünya muvazenesinde müessir bir unsur fonksiyonu eda ediyorlar.
Evet şunu da ifade edeyim. Askerliğimde de ben hapiste yattım. Niye vaaz ediyorsun diye. Beni himaye eden bir komutan vaazıma müsaade ediyor, kendi de gelip gidiyordu. O ayrılınca ağlayarak boyunuma da sarıldı. “Benden sonra sana kötülük yaparlar.” dedi. Ve dediği gibi oldu. İçeriye aldılar ve orada da yattım. Değişik zamanlarda da değişik tazyiklere değişik tahriklere, hakaretlere, tehditlere maruz kaldım. Fakat bu dönemde maruz kaldığım şeylerin yanında eski yaşadıklarım yüzde bir etmez. Söylenen o saygısızca sözler, o ifadeler, o beyanlar... Ama herkes sözünde, sohbetinde, tavrında, davranışında kendi karakterinin gereğini aksettirir. Kimseye bir şey diyemeyiz vesselam.
Yeni bir anayasa şart
Türkiye zor günler yaşıyor. Bazen insanlar bu kargaşadan dolayı umutsuzluğa da kapılıyor. Türkiye bu atmosferden sizce nasıl kurtulur?
Öncelikle ifade etmek isterim ki böyle dönemlerde Cenab-ı Mevlâ’ya iltica etmek, O’na yalvarıp, O’na sığınmak gerekir. Akıbetinden endişe etmeyenin akıbetinden endişe edilir. Sürekli emniyet duygusu ile meşbu yaşayıp, başkalarının imanından şüphe duyanlar manevî açıdan çok büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalır. Seyyidina Hazreti Ömer, akıbetinden endişe ediyordu. Günahını, sevabını hesap ederken, “Başa baş gelse sevinirim.” diyordu. Biz de, hususen ahirzamanda, kendimizden endişe etmeli; “Tut elimden Allah’ım! Tutmazsan helak olurum.” deyip, O’nun rahmet ve inayetine sığınmalıyız. Fert için böyle olduğu gibi topluluklar için de iman ve tevekkül bir sığınaktır; o sığınağa dehalet etmeyen egosunun altında kalabilir, Allah korusun.
Bu, işin bir yönü. Diğer yönü de şudur: Bu ülkenin şu andaki badireleri aşabilmesi için yeni bir iklime ihtiyaç var. Temel hak ve hürriyetleri garanti altına alacak bir anayasa yapılması şart. Böyle bir anayasa yapılması için sosyal talebin artması, ilgili kişi ve kurumların evrensel hukuk çerçevesine münasip bir anayasa için zorlaması gerekiyor sanırım. Maalesef “demokratik hukuk devleti” normlarının zarar gördüğü anlaşılıyor. Pek çok aydın da bu minval üzere analiz yaptı. Kendinden, kendi öz değerlerinden ve halkından uzaklaşan Türkiye, dünyadan da fersah fersah uzaklaşmış olur.
Günümüzde fert ve toplumlar devletin önüne geçmiştir. Yukarıdan dayatılan; ya da empoze edilen hiçbir projenin zorla hayata geçirilmesi mümkün değildir. Tâ asrın başında Bediüzzaman, “Medenîlere galebe ikna iledir, icbar ile değildir.” demişti. Binaenaleyh toplum üzerinde kurulan baskılar kalıcı olamaz. Hadiselere sabırla, teenni ile, teyakkuzla, ferasetle, basiretle yaklaşmak zorundayız. Siz meseleye size yakışır bir vakar ve ciddiyetle yaklaşır, sabır ve tevekkülle hadiseleri göğüslerseniz bir gün mutlaka aklıselim galebe çalar. Hatta o gün kimileri yaptığı gıybetten, iştirak ettiği iftiradan dolayı mahcup olur; siz de “Bugün kınama günü değil” der sinenizi ona açar, onları irtikap ettikleri günahlardan dolayı utandırmazsınız. Tarih boyunca hep böyle olmuştur. Birileri uzaklaşıp giderken siz de ters istikamete doğru çekip giderseniz aranızdaki mesafe katlanarak artar ve vifak ve ittifaka ihtiyaç duyacağınız bir günde hata yaptığınızı anlarsınız. Anlarsınız ama iş işten geçmiş olur. “Bu da geçer ya Hû” deyip hizmetimize devam etmekten, hızımızı artırmaktan başka bir şey düşünmemeliyiz. Acizane kanaatim bu.
‘Müspet hareket’ haksızlık karşısında dilsiz kalmak değildir
Kimileri, Camia’nın bugünlerdeki tavrının Bediüzzaman’ın “müspet hareket” felsefesine aykırı olduğunu ileri sürüyorlar?
Hazreti Üstad, eserlerinde bu hususa vurgu yaparken, onun şartlarını da belirtmiş: “Rıza-yı İlâhiye uygun hareket etmek, iman hizmetini yapmak, vazife-i İlâhiyeye karışmamak, asayişi korumak, sabır ve şükür içinde olmak.” Müspet hareket, haksızlık karşısında dilsiz kalmak değildir. Bediüzzaman, sırf “otoriteler yapıyor” diye zulme, haksızlığa ve hukuksuzluğa sessiz kalmamıştır; iftiralara anında cevap vermiş ve mahkemelerde saatlerce kendini savunmuştur. Lahikalar’da bunun örnekleri mevcut.
Hizmet gönüllüleri, şu ana kadar saldırılara karşı kendilerini savunmaktan, iftiralara açıklamalar getirmekten, “hukukun üstünlüğüne ve mahkemelerin işleyişine karışılmasın” demekten başka ne yaptı? Hizmet’e yakın medya organları, mahkemelere yansımış ve kamuoyunda tartışılan milletin hakkının gasp edilmesi ile ilgili yolsuzluk iddialarını haber yapmaktan ve insanları bilgilendirmekten öteye geçmedi. Yolsuzluk iddialarına tek tek cevap vermek ve onları yalanlamak yerine, kaç aydır masum insanlara hiçbir delil olmadan insafsızca çeşit çeşit hakaretler ediliyor ve iftiralar atılıyor.
Ya Camia’yı hiç anlamamışlar ya da garezle iftira ediyorlar
40 yılı aşkın süre sizin yanınızda kaldığını ifade edip size bazı sözler izafe edenler oldu. Mesih, Mehdi, “Allah’la konuştu”, “Kâinat imamı” gibi sözler söylendi. Bunlar hakkındaki kanaatlerinizi alabilir miyim?
Mehdi ve Mesih meselesi öteden beri İslam toplumlarını şöyle ya da böyle meşgul etmiş. Meselenin ilmî sübutu ve keyfiyeti ayrı bir konu. Tarih boyunca lehte ve aleyhte mütalaa beyan edenler bulunmuştur. Ancak bu mesele her zaman suiistimale açık olmuştur. Bir zaman bazı çevreler Üstad Bediüzzaman hakkında da bu tür iddia ve iftiralarda bulunmuşlardı; Mehdiyet ve Mesihiyet’e getirdiği yorumları inanılmaz bir şekilde istismar etmiş, sanki hâşâ kendisinde Mehdiyet ve Mesihiyet vehmettiğini söylemişlerdi.
Hâlbuki her dönem yanımda onlarca talebe oldu; onlar bu tür iddialarda bulunmayı dalalet ve küfür saydığımın en yakın şahitleridir. “Benim anam da bellidir babam da. Düz ve sıradan bir kulluk neyimize yetmiyor?” dediğimi onlarca kere duymuşlardır. Zira, ne yetiştiğim muhitte ne de başka yerlerde aklî melekelerinde bir problem olmadıkça kendisinde öyle makam, mevki ve payeler vehmeden herhangi bir kimseye rastlamadım. Ayrıca bu tür ithamları en galiz küfürlerden daha ağır saydım her zaman. Bu iftiraları dillerine dolayanlar bu millete hakaret ettiklerinin farkında değil.
Bu konuda bir kere daha Hazreti Mevlânâ gibi diyeceğim: Ne mehdilik ne mesihlik ne de başka bir paye, sıradan bir kulum. “Ben yaşadıkça Kur’an’ın bendesiyim, Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayağının tozuyum. Biri benden bundan başkasını naklederse; ondan da bîzarım, o sözden de bîzarım (şikâyetçiyim).”
Diğer hezeyana gelince… Nasıl bu kadar kolay ağızlarına alıyorlar bu iftiraları. Bunları söyleyenler gerçekte benim hassasiyetimi bilirler. Kur’an açıkça, “Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya bir perde arkasından konuşur. Yahut ona kendi izniyle dilediğini vahyedecek bir elçi gönderir.” (Şûra/51) diyor. Basit bir iman bilgisi dahi insana, Zât-ı Ulûhiyet’le alakalı bir edep sınırı koyar. Bizler Allah’ın adını duyunca bile eriyen, büzülen, iki büklüm olan bir kültür atmosferinden geldik. Fakir, böyle bir muhitte neş’et ettim. Ne orada ne de bir başka yerde böyle bir iddiaya sahip tek bir insan bulamazsınız.
Kâinat imamı gibi iddiaları ciddiye almaya bile değmez. İnsaf ve iz’an ehli bile lâl kesilmiş. Altmış-yetmiş yıllık hizmet hayatımda görmediğim, aklımdan ve hayalimden dahi geçmemiş kurmaca ve düzmece bir hizmet hiyerarşi yapısı çıkarıyorlar. Bu nasıl bir zihin ve ruh kirlenmesidir? Bu hizmete gönül vermiş binlerce belki milyonlarca insanın aklıyla alay edercesine hayalî çizelgeler çıkarıyorlar.
Böyle hiyerarşik bir yapıdan ve belli payelerden bahsedenler bu Camia’yı hiç anlamamışlar ya da bir gareze mebni iftira ediyorlardır. Zira, Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, “Mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer.” Tanıyanlar da bilir ki, ben ders okuttuğum talebeye bile hep bir müzakere arkadaşı olarak bakmış, onlar üzerinde dahi bir hocalık vasfını kabullenmemişimdir.
Fürûat, İslam açısından ilköğretim seviyesinde bir bilgidir
Meydanlarda başörtüsüne fürûat diyerek önemsemediğiniz iddia ediliyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
slâm dininde inanç ve amelle ilgili mükellefiyetler “usûl” ve “fürû” diye iki ayrı bölümde mütalâa edilir. Bunlardan itikada yönelik olanlar, usûl; amel, davranış ve muamelatla ilgili olanlar ise fürû olarak tanımlanır. Amele ait hükümler itikat ile alakalı olan esaslara göre ikinci derecede gelir ve hep usûl üzerine bina edilir. Dolayısıyla başörtüsü de amelî bir konudur; o da fürûattandır. Unutulmamalıdır ki; başörtüsünün fürûattan addedilmesi İslam ulemasının genel yaklaşımıdır. Bazı gazeteciler, haber ve röportaj dilinde bu inceliği gözetemeyebilirler. Fakat, bu meseleyi en iyi ilahiyat ve Diyanet camiasının bilip anlaması lazım. Zira, usûl ile fürû kavramının anlamını/farkını bilmeyene icazet vermezler. Bu öyle ileri derecede bir bilgi de değildir. Klasik İslam literatürü açısından ilköğretim seviyesinde bir bilgidir. Başörtüsünün fürûattan olduğu tartışmasını başından beri fakir üzerinden suiistimal ederek yürütenlerin, İslamî literatürde bunun karşılığını bilmediklerini düşünmüyorum. Kasıtlı bir kampanya yürütüldü hep. Dahası, ben fürûat olarak kullandım; gazetelere teferruat olarak yansıdı; malum, ıstılahta aynı manada kullanılabilse de “teferruat” Türkçemizde önemsiz, ayrıntı anlamına geliyor. Türkçenin azizliği mi demeli, dostların kadir nâ-şinaslığı mı…
Şunu da ifade etmeliyim ki, başörtüsünün fürûattan olması onun farz olmadığı anlamına gelmez. Başörtüsü farzdır. Nitekim amelî olup da farz olan pek çok fürû hüküm vardır. Eğer iddia edildiği gibi başörtüsü problemini önemsemeyen -hâşâ- onu hafife alan bir insan olsaydım, 2006 yılında Başbakan’a yazdığım mektupta bir an evvel bu meseleyi çözmeleri gerektiğini söylemezdim. Arzu eden, medyada da yayımlanan bu mektubu bulup okuyabilir.
‘Fitne çıkarmayın’ diyenler meydanlarda söylenenlere de bakmalı
Kimi ilahiyatçılar da Camia’nin ululemre karşı bir kalkışmada bulunduğunu, meşru hükümete isyan ettiğini iddia ediyorlar. Ne dersiniz?
Ululemre itaat etmek, idarecilerin yanlışlarına da sessiz kalmak ve hakka sahip çıkmamak demek değildir. “Emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münker” (iyiliği emredip, kötülüklerden sakındırmak) vazifesi sadece sokaktaki vatandaşa değil herkese yapılır.
Siyaset alanı içtihadî bir alandır; dinin ne usûl ne de akaid bahsine taalluk eder. İçtihadî bir alanda ihtilaf son derece tabiidir. Her hizmet grubu hatta aynı hizmet içinde olanlar bile her konuda aynı düşünmek ve birlikte hareket etmek zorunda değildir. Demokratik bir düzene gelince, eğer siz farklı düşüncenizi dile getiremeyecekseniz, orada demokrasinin asgari şartından söz edilemez. Dinî kavramlar üzerinden bir iktidar dayatması yapmak, son derece vahim siyasî ve hukukî sonuçlara götürür.
Giderek otoriterleşen bir siyaset tarzına bir de İslamî meşruiyet kılıfı giydirerek millete yükleniyor ve vicdanî baskı kuruyorlar. Ne yazık ki, nihayet yönetim erki etrafında farklı yaklaşım ve suiistimallerin tartışılmasından öteye anlam yüklenemeyecek konular olmayacak yerlere taşındı; sanki akidevî savaş ilanı ve seferberliği var. İşi bir imha hareketine ve organize bir tekfir ve tadlil kampanyasına vardırdılar.
“Fitne çıkarmayın” diyen insanların aynı tavsiyeyi iktidardakilere ve meydanlarda hakaret yağdıranlara da söylemeleri gerekmez mi? Aksi halde, bırakın eleştiriyi, bir nasihat, bir tavsiye hatta bir imada dahi bulunamayan kimselerin sözleri -bugün en kolay iş haline dönüşen- Camia’ya vurmaktan öte bir mana ifade etmez.