Yıllardan beri devam edegelen ve yerlilerin katiyen yabancısı olmadığı bir haldi bu. Gazetecilere
gündem zenginliğinden dolayı
cennet dedirten bir ülkeden bahsediyoruz çünkü. Dengelerin sabah-
akşam değiştiği, heyecan ve helecanın hep doruk noktalarda seyeran ettiği bir yer zira bizim ülkemiz. Herkes için mi? Elbette hayır. İnsanlık ufkunun semasına çıkmış insanlar için. Parçada bütünü, bütünde parçayı görenler için. Dünde bugünü, bugünde yarını yaşayanlar için. Böylelerinin hadiselere bakışı da, etkilenişi de tabii ki işi ile evi arasında mekik dokuyan insanlardan farklı olacak. Beklentileri ile doğru veya ters istikamette yol alan süreç içinde duydukları sancı ve ıstırap başkalarının hayaline dahi
misafir olmayacak ve olamayacak şekilde tezahür edecek.
Nitekim yine böylesi bir beklentiler kuşağında yaşarken
Ramazan davuluna dokunan tokmağın çıkardığı ses misali kalbin atışlarının duyulduğu bir zamanda şunları söyledi: "Canım" dedi ve eliyle
boğazını göstererek "Buraya gelince Kur'an'a bakıyorum." Bilenler bilir, tefe'ül denir buna. Objektif değil sübjektif bir inanıştır. İslam'a göre ne bilgi kaynaklarından ne de bilgi sebeplerinden biridir. Bununla beraber tefe'ül yapan kişiye, onun Rabbisi ile, Kur'an'ı ile münasebetine göre farklı manalar ifade eder o. Yol verir, yön gösterir, ferahlatır, rahatlatır ya da dikkat fermanı çeker tefe'ül ve tefe'ülde çıkan
ayet ya da hadis. Devam etti sözlerine: "Can hulkuma gelince çıkar derler ama benimki çıkmıyor." Âşık Yunus'un "Can hulkuma geldikte; Azrail'i gördükte; Ya canımı aldıkta; Âsan ola mı Ya Rab!" deyişi ile güzel Türkçemizde kendine ayrı bir yer bulan hulkum, boğaz manasına gelir. Halk arasındaki inanışa göre de can hulkuma gelince çıkar gider. Ama diyor ki
Hocaefendi, "Benimki çıkmıyor" ve ilave ediyor: "Mübalağa etmiyorum; inanın bana canım hep hulkumda yaşıyorum."
İşte tam böyle bir atmosferde terk ettim o mekânı kısa bir süreliğine. Geri döndüğümde "inşaallah içinde yaşadığımız yaz mevsimi gibi yaz gelmiştir; ayrılırken bıraktığım bulutlu, rüzgârlı, kasavetli havadan iz ve eser kalmamıştır" düşünce, temenni ve niyazları ile yol aldım. Aldım ama yanılmıştım. "Elimde olsa milletin sinesine ıstırap, sancı, dert tohumları ekerdim" diyen O zat, ne baharın ne de yazın hiçbir şekilde uğramadığı o mekânda, insicam içinde ağzından çıkan sözleri ile, sicim gibi
gözyaşı pınarlarından boşalıp ilmek ilmek yanaklarına dökülen gözyaşları ile milletin
toprak misal sinesine dert tohumu ekmekle meşguldü. Yine mağmumdu, yine mükedderdi. Uzun sözün kısası, kırık mızrab her zaman olduğu gibi sazın tellerine yine dert diye vuruyor, sancı diye inliyor, ıstırap diye gözyaşı döküyordu. Anlamakta zorlananlar için daha kısa ifade edeyim; değişen bir şey yoktu.
Ve sohbet ortamı; çoğu zaman olduğu gibi söz yine Akif'e gelmiş dayanmıştı. Belli ki Akif'ten iktibas yapacaktı. Bu defa bakalım Akif'i nasıl konuşturacak diye beklemeye kalmadan başladı şu dizeleri okumaya:
"Varsa şayet, söyleyin, bir parçaçık insafınız:
Böyle kansız mıydı -haşa- kahraman ecdadınız?
Böyle düşmüş müydü herkes
ayrılık sevdasına?
Benzeyip şirazesiz bir mushafın eczasına,
Hiç görülmüş müydü olsun kayd-i vahdet tarumar?
Böyle olmuş muydu millet canevinden rahnedar?
Böyle açlıktan boğazlar mıydı kardeş kardeşi?
Böyle adet miydi bi-perva, yemek insan leşi?"
Son satırı okurken ses tonu biraz sonra
final yapacağım der gibiydi adeta ve tahmin ettiğim gibi oldu. Finali alabildiğine tok bir sesle şöyle yaptı:
"Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan...
Hey sıkılmaz, ağlamazsan, bari gülmekten utan!.."
Neydi anlattığı ya da anlatmaya çalıştığı şey? 72 yıllık hayatında bıkmadan, usanmadan dile getirdiği şeydi aslında. Yeni bir şey yoktu. Sadece metot değişik, kelimelerden oluşan cümleler değişik, o cümlelerin içine içirilen ruh ve hissiyatın seviyesi değişik ama mana ve muhteva aynıydı ve Kur'an'ın tasrif usulünden farklı bir şey değildi bu.
Muhabbetin merkezinde bu defa
Türkiye insanının belki de her gün cedelleşmek zorunda kaldığı hadiseler sebebiyle evrensel doğrular istikametinde tevhid ve ittihadı bir türlü yakalayamaması vardı. Bu doğrulara insan olan herkesin can ü gönülden
destek vermesi,
evet demesi gerekirken hayır demeleri ve diretmeleri vardı. Evde, sokakta, mahallede oyun oynarken sudan sebeplerle mızıkçılık yapan ve oyunbozan çocuklar misali devasa insanların kin, nefret, hased ile hareket etmeleri vardı.
Sonra söz cephe değiştirdi. Aynaya bakmamız isteniyordu şimdi de. Kısa bir girizgâh ile sözün muhatabının değiştiğini anlattı herkese ve "Küçük bir kaba kuvvetle geri püskürtülecek insanların çokluğu sizi aldatmasın." dedi. Ne oluyor demeye kalmadan: "Dertsiz insanlarla bir yere varılamaz. Geceleri uykuları kaçmayan; kaçıp yataktan kalkmayan; kalkıp Rabb'e dua dua yalvarmayan fertlerle yol alınamaz. Böyle kişilerin dile getirdiği düşüncelerle bir adım mesafe kat edilemez. Çünkü böylelerinin ağızlarından dökülen sözler, söz değil sadece kuru bir laftır."
Söz bu minval üzere dolaşırken, yine tefe'ül ile nefes almaya durdu ve dudaklar mırıldayan dualarla kıpırdanırken, parmaklar bir sayfayı açtı. Bu defa konuşan ayet şuydu: "
Allah göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabb'idir. Şu halde, O'na
ibadet et ve O'na ibadet etmede sabırlı ol. Hiç, O'nun adını taşıyan birisini biliyor musun?" (Meryem, 19/65). Kur'an'ı kapatırken derin bakışları ile etrafı süzdü ve şu cümlelerle bağladı faslı "Evet; ibadete kendini sal ve ibadete karşı sabrı fıtratının bir derinliği haline getir."
O, çalışmak ve dinlenmek için koltuğundan kalkadursun, ben bir başka fasıldaki cümleleri ile tamamlayayım yazıyı: "Biz 'ölülerinizin kötülüklerini yâd etmeyin; onları iyilikleri ile anın' hadisine muvafık hareket etmeye özen gösteriyoruz. Ecdadımız için kendi devirlerinde yapmaları gereken ama yapmadıkları vazifeleri tadad edip 'yuh olsun onlara' demiyoruz. Fakat gelecek nesillerin bu temkine sahip olup-olmayacakları konusunda bir şey diyemem."
Bu tablo karşısında hâlâ ne yapmalıyız diye soruyorsanız;
merhum M.Akif ile
cevap vereyim:
"Zevke dalmak şöyle dursun, vaktiniz yok mateme!
Davranın zira gülünç olduk bütün bir âleme."
AHMET KURUCAN - ZAMAN