17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasından Ergenekon tahliyelerine, kendisine yöneltilen iftira ve hakaretlerden 30 Mart yerel seçimlerine kadar herkesin merak ettiği soruları içtenlikle cevapladı. İşte Zaman Gazetesi'nde yayınlanan o röportaj;
5 gün sürecek röportajda, Hocaefendi’nin Türkiye’nin bu zor döneminde yaşanan hadiseler karşısındaki duygu ve düşüncelerine şahitlik edeceksiniz.
Röportaj için yanına gittiğimizde mahzundu, kederliydi ama mehip duruşundan bir milim sapma yoktu. Belli ki yakışıksız laflardan incinmişti ama o burkuntu zerre miktar ümitsizliğe dönüşmemiş; tam aksine zifiri karanlığın akabinde doğacak bir güneş için dua ediyordu. Zaman içerisinde her şeyin aydınlanacağına inancı tamdı. “İftiraya maruz kalma, komplolarla karşılaşma her zaman bu yolun yolcularının kaderi olmuştur ve olmaya da devam edecek. Zaman içinde basiret ve feraset her şeyi silip-süpürüp atmıştır. Basiret karşısında, hiçbir komplo, hiçbir iftira tutunamaz.” dedi ve ekledi: “Keşke bu komplo ve vehimlere kendilerini kaptıranlar, gittikleri yolu Kur’an ve sünnetin ışığında gözden geçirmeyi bir deneselerdi...”
Her tartışmalı meselenin Cemaat’e mal edilmesinden rahatsızdı. Kamuoyuna izah edilemeyen her hususu Cemaat’e yıkma ve kendini temize çıkarma gibi bir refleksin var olduğuna dikkat çekti. ‘Orduya kumpas’ iddialarını, birilerinin ayak oyununa benzetti. Hangi şartta olursa olsun, hukuktan ve evrensel değerlerden yana taraf olmanın önemine değindi.
Son dönemde zat-ı âliniz hakkında akla hayale gelmeyen yalan ve iftiralar atıldı. Ağır sözler kullanıldı. Bu ithamlara sizin tabirinizle sükût durdunuz, cevap vermediniz?
Elbette çok üzüldüm, canım sıkıldı. Ellerindeki hangi delile dayanarak bunları kendilerinden emin bir şekilde telaffuz ediyorlar, doğrusu çözemedim. Burada ifadeden kaçınacağım o galiz tabirleri, atf-ı cürümleri, mü’minlere karşı ehl-i küfrün bile tarih boyunca kullandığını hatırlamıyorum. Kullananlara asla yakıştıramadım. Yalan söylüyorlar demeyeceğim. Hilâf-ı vâki hususlarla insanları yanıltıyorlar demeyi tercih edeceğim. Ama şöyle teselli buldum kendi kendime: Her dönemde, hususiyle fitne zamanlarında, insanlar karalanmış, mü’minlerin onuruyla oynanmış, bu arada mevzuun künhüne vakıf olamayan insanlar da o günaha, bilerek-bilmeyerek, ortak olmuştur. Biz kimiz ki... Aişe Validemize asr-ı saadette iftira atanlar oldu. Daha ötesi, mülhidler Allah’a iftiralar attılar. Kur’an’da kaç yerde bu iftiralardan bahsediliyor. Hâşâ, “Allah evlât edindi”; hâşâ “Melekler Allah’ın kızlarıdır” diyorlar. Cenab-ı Hakk’a karşı nâbecâ-nâsezâ bu ifadeler benim her zaman rikkatime dokunur. Şimdi bunu Allah’a, peygamberlere, Cenab-ı Hakk’ın veli kullarına yapmışlar. Sonra günümüzde bir kısım müminler benim gibi bir kıtmire yapmış. ‘Çok mu?’ diyor ve teselli oluyorum…
Herkes kendi karakterinin gereğini yerine getirir. Zulmetme kabiliyeti olanlar zulmederler. Sizin üslubunuzda ısıran dişler olmadığı için ısıramazsınız. Böylesi daha iyi. Varsın onlar zulmetsinler, zulme devam etsinler, biz de temkin ve teyakkuz içinde istidadı olanlara Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretini dileyelim, yanlış yolda yürümeden onları kurtarmasını isteyelim. İftiraya maruz kalma, komplolarla karşılaşma her zaman bu yolun yolcularının kaderi olmuştur ve olmaya da devam edecek. Zaman içinde basiret ve feraset her şeyi silip-süpürüp atmıştır. Basiret karşısında, hiçbir komplo, hiçbir iftira tutunamaz. Keşke bu komplo ve vehimlere kendilerini kaptıranlar gittikleri yolu Kur’an ve sünnetin ışığında gözden geçirmeyi bir deneselerdi...
Sıkça müracaat ettiğiniz şu mısralar bugünü izah etmeye kâfi midir? “Dost bî-vefa felek bî-rahm devran bî-sukûn / Dert çok hem-derd yok düşman kavî tali’ zebûn...” (Fuzuli)
Arkadaşlarımızın neredeyse tamamı vefalarını ortaya koydu. Hatta onca tezvirata rağmen arkadaşlarımız, dostlarımız arasında sarsıntı neredeyse hiç yaşanmadı. Ne var ki gönül, herkesin kendi kamet-ü kıymetine denk davranmasını istiyor. Bazen bu beklenti tastamam tahakkuk etmiyor.
Yaşını başını almış, güngörmüş bazı kadim dostlarımızın hakperestlik adına ortaya çıkıp bir şeyler demesini beklemeye hakkımız var mı bilemiyorum. Ancak en azından şunu demekle iktifa edeyim: İyi gün dostu olmayı bazı insanlara yakıştıramadım.
Fakir için canını vermeye hazır olduğunu söyleyen bir insan vardı. 12 Mart’tan sonra hapisten çıktık, Bozyaka Yurdu’nu yeni yapıyorduk, bunları tamamlayalım dedim. “Hocam, Allah aşkına beni karıştırmayın!” demişti. Böyle çetin dönemlerde savrulmamak çok önemli. Herkes karakteri kadar. Gönül koymamalı, kim başını öne eğecek kim mahcup olacak zaten öbür dünyada belli olacak. Biz ahiret için bunlara katlanıyoruz. Biz ebediyete talibiz. Ebediyete talipseniz ‘dünya-yı dûn’a teveccühe değmez.
Biz, bize olan hakkı helal ettik. Yedi cihan duysun. Ama tecavüz edilen şeylerde dinin hakkı varsa, mukaddes emanetin hakkı varsa, onu elbette sahibi sorar. Hiç ummadığı yerde mütecaviz, tepetaklak olur. Onu da istemeyiz aslında çünkü insanın gönlü gül gibi olmalı. Beyanı da gül gibi olmalı ki, gezdiği yerlerde ıtriyat koksun.
CEKETİN HİKÂYESİ: Fotoğrafta üzerinde görülen ceketi Hocaefendi, 1999’da Türkiye’den ayrılırken giymiş. Döneceği gün için sakladığı ceketin cebinde o gün okuduğu Cevşen de duruyor.
Darbelerde gördüğümüzden on kat fazla zulüm var
28 Şubat’ın en önemli mağdurlarından birisiniz. Tarihin görmediği bir medya lincinin akabinde hakkınızda dava açıldı ve 8 yıl yargılandınız. Varlıklarını size karşıtlık üzerine bina eden bir grup, 28 Şubat’a destek verdiğinizi iddia ederek yeni mağduriyetlere kapı açmaya çalışıyor. Bugün de aynı şeyi tekrar yaşıyorum hissine kapılıyor musunuz?
Bu türlü bir cendereyi defalarca yaşadık. 12 Mart Muhtırası’nda ‘devlete sızmak’ suçlamasıyla 6 buçuk ay hapis... 163. madde o günlerde, rahmetli Özal kaldırıncaya kadar bir giyotin gibi Müslümanların başındaydı. 12 Eylül’de (1980) 6 sene bir şakî gibi takip edildim. Baskınlar yapıldı. Arkadaşlarımız taciz edildi. Bir açıdan baktığımızda darbe ve tarassut altında yaşamak bir hayat tarzı haline geldi. Şu an gördüğümüz şey askerî darbelerde gördüğümüzden 10 kat daha fazladır...
Her şeye rağmen müşteki değilim. Bu defa sivillerin eliyle, aynı kıbleye yöneldiğimizi düşündüğümüz insanlar tarafından benzer bir muameleye uğruyoruz. Bunun ekstra acısı olmadığını söylemek hilâf-ı vaki beyan olur. Ama “Bu da geçer ya Hû” deyip sabretmekten başka bir şey elimizden gelmiyor.
28 Şubat’ta daha büyük antidemokratik hadiselerin zuhur etmemesi için çırpındım
Sizin 28 Şubat döneminin başbakanı Necmettin Erbakan ve hükümetin süreci yönetmesiyle ilgili eleştirileriniz hatırlatılıyor. Ve darbeye destek verdiğiniz iddia ediliyor...
Refah Partisi’nin seçimlerden birinci çıkmasıyla birlikte Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içinde bir hareketlenme olduğu hemen herkesin şahit olduğu bir husustu. Bulutlar toplanmaya başlamıştı ama henüz fırtınaya dönüşmemişti. Ankara’da rahmetli Yavuz Gökmen ve Fehmi (Koru) Bey’i hatırlıyorum. Fatih (Çekirge) Bey vardı. O arkadaşlarla da bu his ve duyumlarımı paylaştım. Çok haksız ve seviyesiz tepkilere muhatap oldum. Halbuki başkaları da vardı tehlikeyi gören. Susurluk Skandalı’yla birlikte oluşan toplumsal tepkiyi kendi hesabına değerlendirenler darbeyi fiiliyata koyduğunda iş işten geçmişti. Susurluk’la ilgili MİT’in hazırladığı rapora son anda fakirin ismini eklemişlerdi. Bunun kimlerin eliyle yapıldığını sonraları duysam da mü’minleri tân etmedim, içime gömdüm. Sonra 28 Şubat yaşandı. Ve o malum bildirinin ikinci maddesi, okulların Tevhid-i Tedrisat çerçevesinde devletleştirilmesini talep ediyordu. Gerilimin had safhaya çıktığı o dönemde milletimiz adına en az zararla kurtulmanın yollarını ararken birçok insan gibi erken bir seçimin çare olabileceğini telaffuz ettim. Yeni bir seçim kanunu ile erken seçime gidilmesi gerektiğini dile getirdim. Bunu sadece fakir söylemedi; Korkut Özal başta olmak üzere birçok isim de aynı kanaati ifade etti. Hatta o gün hükümeti destekleyenlerden de böyle düşünen ve manşet atanlar vardı. Arşivlere girilirse kimin ne söyleyip yazdığı görülür.
Şu husus da vardı. Ülkede oluşan darbe havasını o günün Çalışma Bakanı rahmetli Necati Çelik Bey’e anlattım. Şahitlerim de var. Alaeddin Kaya Bey ve Melih Nural Bey o görüşmede beraberdiler. “Hükümeti bertaraf etmeyi planlıyorlar...” dedim. Anti-demokratik bir hadisenin zuhur etmemesi için çırpınıyordum. Necati Bey endişelerimi heyecanla dinledi, kalktı gitti. Rahmetli Erbakan Hoca’ya durumu nakletmiş. Fakat oradan ‘hadisenin önüne geçelim’ şeklinde bir yaklaşım sergilenmedi.
Tansu (Çiller) Hanım’a da yaklaşan tehlikeyi anlatmaya çalıştım, olumsuz gelişmeleri naklettim. Tansu Hanım, “Hocam, itidalli olalım” deyince üzüldüm. Teferruata girmedim. Kimseye bir şey anlatamadığımı görünce, günümüzde yakın coğrafyamızda yaşanan hadiselere benzer bir hadisenin önüne geçebilmek için bir şeyler söyleme ihtiyacı hissettim.
“Erken seçim” oyunları bozabilirdi
Kimseye ‘beceremediniz’ demek haddim değil. Herkese, hele de milleti temsil konumunda olanlara belli bir hürmeti muhafaza ettiğime herkes şahittir. O gün Hz. Ebubekir ve Ömer bin Abdülaziz gibi büyük kametlerden örnekler vererek idareden çekilmenin zül olarak addedilemeyeceğini anlatmaya çalıştım. Eğer sine-i millete dönmek daha büyük badireleri önleyecekse -ki bu 27 Mayıs için, 12 Eylül için de söylenebilir- tercih edilmeli. Nitekim 27 Nisan Muhtırası’ndan sonra AK Parti hükümeti, bir hafta içinde erken seçim kararı alarak bu badireyi atlatmıştı. 28 Şubat’a benzer usullerle devrilmeye çalışılan iktidar, sine-i millete dönerek, sandığı ortaya getirerek oyunu bozmuştu. Benim de söylediğim buydu: “Seçim kanununu değiştirerek ülkeyi erken seçime götürün.”
Şunu arz etmede fayda mülâhaza ediyorum. O günkü Susurluk Raporu’na ve 28 Şubat Bildirisi’ne iyi bakılırsa, cuntanın öncelikli hedeflerinden birinin bu Hareket olduğu görülür. Sonra yaşadıklarımız, niyetin tahakkuk ettirilmesiydi. Bunun aksini iddia etmek insafa sığmaz, hakikate de münafi.
İzah edilemeyen her şeyi Cemaat’e yıkmak gibi bir refleks var
Daha önceki görüşmelerimizde “Cemaat Fenerbahçe’yi ele geçiriyor...” iddialarını tuhaf karşıladığınızı, bunu anlamakta zorlandığınızı ifade etmiştiniz. Ortaya çıkan yeni bilgiler çerçevesinde bu iddiaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet. Fenerbahçe güzide bir kulübümüz. Müşahede ettiğim kadarıyla yönetimi, seyircisi ve taraftarıyla çok ciddi bir kenetlenme içinde. Bu imrendirici bir durum. Bundan kim rahatsız olur ki? Ben Galatasaray, Avrupa’da muvaffak olduğunda çok sevinmiş iftihar etmiştim. Gönül ister ki Beşiktaş, Trabzonspor ve diğer takımlarımız da başarılarına yeni başarılar ilave etsin. Dünyada kendinden söz ettirsin. Fenerbahçe’yi ele geçirme, Galatasaray’ı ele geçirme gibi teşebbüsleri siyaset harici emellerle nasıl izah edeceksiniz? Kamuoyuna izah edilemeyen her hususu Cemaat’e yıkma, kendini temize çıkarma gibi bir refleks var. Şimdi ortaya çıkan yeni bilgiler ışığında bunun da bir iftira olduğu anlaşıldı.
‘Kumpas’ lafzı, bir ayak oyunuydu
Başta Ergenekon davası olmak üzere toplum tarafından yakinen takip edilen davalarda geniş çaplı tahliyeler yaşandı. Nasıl değerlendirirsiniz?
Kanun nizam ne gerektiriyorsa hukuk ve yasalar ne diyorsa, onun yanında oluruz. Kumpas lafzı, bir ayak oyunuydu. Kendi yaptıklarını Cemaat’e fatura etmeye kalktılar. Bir kişi için Meclis’i toplayıp yasa çıkardılar. Aynı duyarlılığı bu insanlar için de gösterebilirlerdi. Tahliye başka, yargı süreci başka. Yargılanmaları devam ediyor. Hukukun kararını saygıyla karşılamak lazım. Biz hep hukuktan yana, evrensel değerlerden yana olduk. Yine öyle olacağız. En zor anlarda taarruza maruz kaldığımızda bile hukuka saygıda kusur etmemek lazım.