Kurucan, Amerika ziyareti sırasında şahit olduğu ibretlik olayı anlattığı köşe yazısında Hocaefendi'nin son dönemde Hizmete atılan iftira ve kurulan kirli kumpaslar karşısındaki tavrını ve ruh halini de anlattı.
Bir misafirin Hizmet Hareketi'ne atılan iftira ve çamurlar nedeniyle Hocaefendi'ye "Nasıl davranacağım peki ben bu arkadaşlarıma" sorusunu yönelttiğini belirten Kurucan, Hocaefendi'nin bu soruya bir ayet ve bir cümleyle cevap verdiğini söyledi ve ibretlik hadiseyi bakın nasıl anlattı....
İşte Ahmet Kurucan'ın "Nasıl davranacağım ben bu arkadaşlarıma?" isimli köşe yazısı;
Mutad bir ziyaretti. Dışarıda yakıcı sıcakların 30 dereceyi aştığı bir zaman diliminde anne kucağının şefkatli sıcaklığını hatırlatan küçücük salondayız ve hepimiz üşüyoruz. Klimadan dolayı mı demeyin ne olur; aksine salonun içi de yangın yeri gibi. Evet, o salonun geçici sakinleri olarak bizler üşüyorduk; çünkü salonun aziz mukimi üşüyordu. Sebebi açık; bitme tükenme bilmeyen kin ve nefretin sebebiyet verdiği gayri insanî, gayri ahlakî ve gayri hukukî hadiseler her gün farklı çehre ve tezahürleri ile hayat sahnesinde arzı endam etmeye devam ediyor. Neler konuşuldu?
Anlatacağım ama önce hissiyatımı ve düşüncelerimi söyleyeyim. Geçenlerde yayınlanan Ulu Çınar yazısında olduğu gibi idrakini ed-din’den, diyanet’ten, Medine’den, Medine’nin sakininden ve medeniyetten alan insandı gördüğüm. Üzgündü elbette ama elif gibi dimdik ayaktaydı. Soru münasebetiyle, “uf” değil “oh” demeli, diye cevaba başladığı an “Bu iş Hz. Ebu Bekir’e kadar uzanır...” dedim içimden. Batı değerleri ile bulamaç olmuş din ve diyanetin değil, aksine saf Kur’an kültürünün, erken dönem İslam anlayışı ve İslamiyet uygulamasının sözcü ve temsilciliğini yaptığını gördüğüm Hocaefendi’nin sözü getireceği yerin burası olacağını tahmin ettim.
Hz. Ebu Bekir’e yaptığım atfı açayım önce: Mistah b. Üsase, Hz. Ebu Bekir’in maddî yardımları ile hayatını idame ettiren birisidir. Hz. Aişe validemize atılan iftiranın yaygınlaşmasında onun da payı vardır. Safvan b. Muattal ile bitmeyen bir hesabı mı vardır yoksa gerçekten münafıkların dedikodularına mı inanmıştır bilemem ama hakikat budur. Hz. Aişe’nin beraati Kur’an ayeti ile tebeyyün edince Hz. Ebu Bekir bu süreçte menfi rol oynayan Mistah’a verdiği maddî yardımı keser. Makuldür bu tatbikat. Haklıdır Hz. Ebu Bekir. Kızının iffetine, namusuna söz atan adama ne diye maddî yardımda bulunacaktır ki? Ama İlahi irade böyle tecelli etmez. Meşieti farklıdır Allah’ın. Ayet nazil olur: “Sizden (dinde) fazilet ve (dünyada) servet sahibi olanlar, akrabalarına, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere vermelerinde kusur etmesin. Allah’ın sizi yarlığamasını sevmez misiniz? Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.” (En-Nur, 24/22) ayetini indirdi.
Şimdi ne yapacaktır Hz. Ebu Bekir? Bir tarafta insanî, vicdanî, aklî ölçüler içinde kendi uygulaması, diğer tarafta Allah’ın bu uygulama üzerine indirdiği ayetle bildirdiği İlahi iradesi. İnanan bir mümin fazla değil hiç düşünmez böylesi bir ikilemde. “Amennâ ve Saddaknâ Ya Rabbi” der. “Emrin başım gözüm üstüne Allah’ım!” der. “Senin tavsiyen benim için emirdir.” der ve hemen o emri uygulamaya geçer. Nitekim Hz. Ebu Bekir mezkur ayeti duyduğu an şunları söyler: “Vallahi ben, Allah’ın beni yarlığamasını elbette arzu ederim. Artık bu yardımı ondan hiçbir zaman kesmem.” diyecektir ve Mistah’a maddî yardım yapmaya devam eder.
Sohbete döneyim; dünya ukba hayatı mukayesesi yapılıyordu. Dünya hayatının fâniliği, ahiret hayatının ebedîliği. Hükmün Allah’ın elinde olduğu. “Takdir-i huda kuvve-i bâzu ile dönmez. Bir şem’a ki Mevla yaka, üflemekle sönmez.” İşte tam bu arada, “Sabır musibet şokunu yediğin ilk anda gösterdiği şeyin adıdır.” hadisini hatırlattı ve çektiğimiz musibetler karşısında “uf” dememeli; “oh” demeli dedi. Sonrasında söylediği şeyler aylardır söylediklerinden farksızdı. Değişen sadece kelime ve cümle kalıpları. Hemen hemen hepsini de yazdım bunların. Alın bir kerre daha yazayım: “Yarın bugünkü hadiseleri inceleyince, ‘Oh, ne kadar da iyi olmuş ve iyi ki de böyle olmuş.’ diyeceksiniz.” Spesifik bir gerekçe de ilave etti bu defa. “Kime ne kadar güveneceğimizi öğrendik. Kim nerede duruyor onu gördük ve anladık. Şu yığın yığın yalanlar karşısında ağzını açıp iki kelime söylemeyen insanlardan öyle şeyler öğrendik ki inanın birkaç tane post-doktoraya bedel.”
Bir başka yazı konusu yapacağım Uhud Savaşı’nda Efendimiz’i (sas) terk eden 300 kişi ile alakalı bir soruya cevap verdi. Siyer felsefesi açısından enfesti. Hiç bu açıdan bakmamıştık dedik bir, iki, üç diye arka arkaya sıraladığı cevapları daha sonra arkadaşlarla mütalaa ederken. Burayı geçiyorum.
İşte bu cevaplardan hareketle salonda bulunan bir misafir dayanamadı ve maksadını net ifade eden beliğ bir lisanla bir soru sordu. Yaşadıklarını anlatıyordu. Yakın-uzak çevresinin davranışlarını dile getirdi. Dertliydi besbelli. Ses tonundan bu çıkarımı yapmak için uzman olmaya gerek yoktu. İnsan olmak ve empati yapmak yeterdi. Sorunun özeti şu: “Nasıl davranacağım ben bu arkadaşlarıma?”
“Dininde diyanetinde olanlara yumuşak davranın. Münasebetleri kesmeyin. Bu duruşunuzla haklı olabilirsiniz deyin. Böyle derseniz gelecekte hicabın esiri olarak yanınıza gelmekte tereddüt etmezler.” Yorum yapmakta, hükme varmakta acele etmeyin hemen. Bazıları gibi imanının veya misyonunun gereği yaptığı gibi metni okumadan ahkam kesmeye kalkmayın. Ve yine bazılarının dediği gibi: “Hem çatıyorlar hem de satır aralarında ‘Yeter artık, bize bir göz kırp da savaştan vazgeçelim, barışalım, her şey eskisinden daha güzel olur’ demeye getiren laflar sarf ediyorlar.” da demeyin ve devamına kulak kesilin: “Bu iş sürdürülemez. Yarın hak ve hakikatler bütün açıklığı ile gün yüzüne çıktığında kimin haklı kimin haksız olduğunu görecekler ve gelip sizden özür dileyecekler. İşte o zaman geldiğinde sizin yanınıza gelebilmeleri için köprüleri yıkmayın. Şu anda takınacağız tavırlarla onları suçluluk psikolojisine itmeyin. Kaybetme kuşağında kazanmaya bakın.”
Propaganda malzemelerinin bütünü en iyi şekilde kullanılarak yapılan algı operasyonuna kendini kaptıran ve söylenen, yazılan-çizilen her şeye inanan saf Anadolu insanı için geçerli bu yaklaşım; pekâlâ ya diğerleri. Yani yolsuzlukların üzerini kapatmak için yapılan bunca propagandaya, dikkat nazarlarını başka yere çekmek için icat edilen sözde düşmanlara yapılan linç kampanyasına, bu uğurda devletin ve hukukun içini boşaltan uygulamalara şuurluca destek veren hatta parçası olanlara ne diyeceksiniz?
Bir soru bu. Soruldu mu Hocaefendi’ye. Elbette. Aksi halde resmin bir karesi eksik kalırdı. Cevabını merak ediyorsanız söyleyeyim. Cevab-ı hakim denilen cinsten bir cevap. Cevabın özünü bir ayet oluşturuyor. Hatta cevap ayetin ta kendisi. Sadece bir cümle ilavesi var: “Onlara da deyin ki: Herkes kendi karakterine göre amel eder. Bizim başka türlü davranmamız mümkün değil.”
Cevap açık ama bir iki cümle ile izah edeyim isterseniz. Bir yudum suyu bile çok gören zihniyetin ürünü olarak yapılan hakaretler, iftiralar, düşmanlıklar, şeytanlaştırmalar ve şimdilerde kumpaslar; biz böyle hareket edemeyiz.
Evet benim yorumum bu ve Hocaefendi’nin devamında söylediği sözler bu yoruma ihtiyaç bile bırakmıyor aslında. “Bazen hased insana küfrün ve kafirin yaptırmadığını yaptırır. Her iyi, güzel, doğru olan şeyi biz yapalım deme insana yalan bile söyletir. Yalan söyleyen kâfir olmaz ama yalan bir lafz-ı kâfirdir.”
Soru sahibi, “Son senelerdeki sohbetlerinizde bu bağlamda birçok vurguda bulundunuz aslında ama biz anlayamadık...” dedi. Her zaman olduğu gibi nezaketini konuşturdu Hocaefendi: “Hayır; siz anlamış ve ona göre hareket etmişsinizdir ama geniş bir kitle olarak anlayamamış olabiliriz. Meseleyi tam anlamıyla anlatamamış olabiliriz.”
Aklına bir şey gelmişti besbelli. Misal vererek pekiştirecekti cevabını ihtimal. Son anda vazgeçti. “Her neyse isim tasrih etmeyelim. Başkalarının girdiği günaha biz de girmeyelim.”