İstanbul Üniversitesi'nin bütün faaliyetleri ayrıntılı şekilde takip edilmiş.
Yine öğreniyoruz ki,
İstanbul Üniversitesi Adlî Tıp Enstitüsü'nün 18 yıl müdürlüğünü yapan Prof. Dr. Sevil Atasoy da, kurumunda çalışanları fişlemiş ve
raporunu 1.
Ordu Komutanlığı'na göndermiş. Kara Kuvvetleri'ne iletilen bu bilgiler, ana rapora '11 Temmuz 2005 tarihli ek rapor' olarak ilave edilmiş.
Prof. Dr. Sevil Atasoy, 1987'den beri sürdürdüğü İÜ
Adli Tıp Enstitüsü müdürlüğü görevini 26
Mayıs 2005'te bıraktı. Şimdi sıkı durun. Kendisinden önce aynı görevi babası Şemsi Gök yürütüyordu. 1972-1987 yılları arasında, Sevil Hanım da babasının yardımcısıydı. Yani verdiği raporlarla, bir adamı ipe de götürebilen, ipten de alabilen bir kurumun içinde ve başında, toplam 33 yıl görev yapan ve TSK'nın üst yöneticileriyle dirsek temasında bulunan birinden söz ediyoruz.
Devam edelim. Haberin ertesi günü Taraf'ta Atasoy'la yapılmış bir
röportaj çıktı. Atasoy şöyle diyordu: "Raporu ben yazmadım. Bilgiler bana ait, gönderen Ümit Sayın..." Prof. Atasoy, dönemin
1. Ordu komutanı, bugün
Ergenekon sanığı
emekli Org. Hurşit
Tolon'a, kurumla ilgili bilgi verdiğini de doğruluyordu. Gerekçesi de şu: "Akıl danışmak için görüştüm.
Adli Tıp'taki yeni yapılanmaya ilişkin kaygıları sadece ben değil Enstitü'de görevli çok kişi de dillendirmeye başlamıştı. İçimizde 'nereye gidelim, kime anlatalım' diye bir
tartışma yaşanıyordu. Tartışmalar sonucunda
Hurşit Tolon Paşa ile görüşmeye karar verdik."
Akademisyenler, kendi meslektaşlarını fişliyor. Dertlerini rektöre açmıyor. Basına aksettirmiyor. Akıl danışmak için, kalabalık bir grup olarak 1. Ordu komutanına gitmeyi kararlaştırıyorlar. Demokrasi terbiyesi, meslek ahlakı ve onuru, insanî ilişkiler sorgulanmaz mı bu olayda?
Daha bitmedi. Alper Görmüş'ün Taraf'taki tespitlerini de özetleyelim. Fişleme raporlarının Tolon'a ulaştırıldığı günlerde Adli Tıp Enstitüsü Müdürü Prof. Atasoy, 11
Eylül 2005 tarihinde
Hürriyet gazetesinde yazmaya başlıyor. Ama çok özel bir ilgi görüyor. Yazıların anonsu, sürmanşetten veriliyor. Hürriyet'in yayın yönetmeni
Ertuğrul Özkök, bu yeni yazara özel bir teveccüh gösteriyor ve Atasoy'la tam sayfalık bir röportaj yapıyor. Özkök, bu yadırgatıcı
tercih için, "Söyleşiyi tamamen kendi merakım yüzünden ben yaptım." diyor. Fakat bu söyleşiden iki ay kadar önce (21 Temmuz 2005'te), bugün Ergenekon tutuklusu olan eski adlî tıpçı Ümit Sayın'ın, bugün Ergenekon
delil klasörlerinde yer alan bir "MSN" yazışmasında konu şöyle geçiyor:
"Atasoy aradı... Bugün
Ertuğrul Özkök ile görüşmüş... Sıkı dur... E. Özkök, Atasoy'un Şato'ya gittiğini biliyormuş ("Şato"nun Ergenekon jargonunda
Birinci Ordu karargâhı olduğu düşünülüyor.-A.G.) Atasoy'a özel bir sayfa yapmayı
teklif etmiş. Sonuçta Hürriyet'te her istediğimiz haberi çıkartma serbestisi veriliyor bize... E. Özkök bir şeylerin kokusunu almış hocam. O yaş tahtaya basmaz... Şato'ya gittikten 1 ay sonra bu teklifi veriyor."
Pekiyi, sonra ne oldu? Hürriyet ve yayın yönetmenini, sıkıntılar bastı. Ergenekon ve medya sorgulanırken, bu kadar mızrak hangi çuvallara sığacaktı? Atasoy'un işine sessiz sedasız 17 Mayıs 2009'da son verildi.
Her biri tek başına, ülkeyi sarsacak bu olaylar, dürüst gazeteciliğin değerini de, sorumluluğunu da artırıyor. Artık çoğuna yetişemiyoruz, olayların öneminin ve gerçek boyutlarının gösterilmesinin hakkını veremiyoruz. Şu
Ergenekon davası, hiçbir işe yaramasa, sadece Türkiye'deki bataklığı, çürümüşlüğü, kokuşmuşluğu, jurnalcileri, kimlerin kimlerle iş tuttuklarını, herkesin gözleri önüne serdiği için bile asrın davasıdır. Kimilerinin gemisi batıyor ama orkestraları çalmaya devam ediyor...
HÜSEYİN GÜLERCE-ZAMAN