Babam Prof. Dr. Abdulkerim Abdulkadiroğlu ani bir
kalp krizi sonucu Hakk’ın rahmetine kavuştu. Babamın
vefatında bizi yalnız bırakmayan bütün dostlarımıza öncelikle çok teşekkür ediyoruz. Ölüm bu dünyada hepimizin varacağı son nokta. Bugün olmazsa yarın, bir gün hepimiz bu yolculuğa çıkacağız. Takdir-i
ilahi. Erkendi geçti, zamanlıydı zamansızdı diye hayıflanmanın bir anlamı yok. Yüce Yaratıcı zamanını ‘şimdi’ takdir ettiyse, başımızın üzerinde yeri var
ölümün. Kul hazırsa ölüme, sılaya doğru bir
yolculuk başlıyor. Beklenen yerine ulaşıyor, gözyaşının döküldüğü yer, artık gurbet oluyor. Saat gece yarısını henüz geçmişti. Gün Çarşamba’dan
Perşembe’ye dönmüştü. Biz haberciler gece yarısı çalan
telefonlara alışkınız. Telefon hep başucumuzda durur. Ama o gece telefonun çalışı nedense bir anda yüreğimi hoplattı. Telefonu da endişeyle açtım. Karşıdaki ses
babamın kalp krizi geçirdiğini ve durumunun ciddi olduğunu haber veriyordu. “Gelseniz iyi olur” dendiği an, içimden bir şey koptu. Daha birkaç saat önce babamla telefonda konuşmuştuk. Sesi çok mutlu ve heyecanlı geliyordu. Fakat bu sıradan bir heyecan değildi sanki. Bir an önce bir yere yetişmek için acele ediyor gibi bir ses tonuydu. Bu heyecanın sonu güzel olacakmış, izlenimi vermişti bana. Hatta o konuşmadan sonra kendi kendime düşünüp, sevinmiştim “babam ne kadar mutlu” diye.
Bu düşüncemden birkaç saat sonra gelen telefon üzerine hemen amcamla birlikte İstanbul’dan
Ankara’ya doğru yola çıktık. Yolda babamın telefondaki heyecanlı ama mutlu sesi kulaklarımdaydı. ‘Yoksa onunki, bu dünyadan göçüyor olmanın heyecanı mıydı?’ diye düşündüm durdum giderken. Sabaha doğru hastanedeydik. Doktorlardan aldığımız ilk bilgi 4 kez kalp krizi geçirdiği ve kalbin 4 kere durup tekrar çalıştırıldığıydı. Yoğun bakımdaydı. Kendisini görebildim, cihazlara bağlıydı ama şuuru açık ve bilinci yerindeydi. Beni gördüğü için çok mutlu olduğunu hal diliyle çok iyi ifade ediyordu. Elimi tutup odadaki doktorlara, “bu benim oğlum” dedi. Sonra bana dönüp “bu havada niye geldin?” diye ekledi. Zira Ankara’da kar vardı. Babamı hiç bu kadar bitkin görmemiştim. O, gece-gündüz çalışan sürekli okuyup yazan bir insandı. Bu tempo içinde yorgun olmadığı zamanı pek hatırlamam.0 Bu kadar halsiz olduğuna ilk defa şahit oluyordum. Son birkaç saatinde yanında olabilme imkanım oldu çok
şükür. Durumu kritikti ve 2
Şubat 2006 Perşembe günü saatler öğleden sonra 3 sularını gösterirken doktor acı haberi verdi. Babam vefat etmişti. Hiç düşünemezdim.
O, hayattayken kendisini “zaman fukarası” olarak tanımlardı. Vakit hiç yetmezdi. 24 saat az gelirdi. Bir
akşam bir şeyler okuyup yazmadan, televizyonun karşısına geçip oturduğunu hatırlamam. Tanıyanlar bilir. Misafirliğe bile elinde kağıt,
kalem, kitapla giderdi. Herkes de babamı bu haliyle kabullenirdi. Akşam eve gelen öğrencileriyle geç saatlere kadar çalışırdı. Vefat haberini duyanlar şok yaşıyordu. Öğrencileri, arkadaşları, dostları inanamıyordu. Acı haberi alanlar telefonda ağlamaktan konuşamıyordu. Kimi bir dostunu, kimi hocasını kaybetmenin üzüntüsü içindeydi. Babam çevresi çok geniş bir insandı ama bu kadar seveni olduğunu tahmin edemezdim doğrusu. O; dinini bilen, vatanını, milletini seven, memlekete hayrı dokunacak, ilim, irfan sahibi fertler yetiştirmenin derdini yaşadı hep. Kendisine ait özel bir hayatı olmadı desem, yalan olmaz. Öğrencileriyle bir hocadan çok baba-evlat ilişkisi içindeydi. Her türlü ihtiyaçlarında onlara kol kanat gererdi. 25 yıla yakın süredir
Gazi Üniversitesi Gazi
Eğitim Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı bölümünde
öğretim üyesi olarak görev yapıyordu. Bugün edebiyat camiasında tanınan birçok akademisyen, çocukluğumda babamın öğrencileri olarak evimizde gelir giderdi. Çok da zor bir hocaydı. Babamdan tez yapan öğrencilerinin bazen çok zorlandıklarını fark eder ve onlara sorardım “niçin başka hoca seçmiyorsunuz?” diye. “Abdulkerim Hoca’yla çalışmak zordur ama bittiğinde hep bir adım önde olursun” demişti birçoğu. Fakültede derse giderken, öğrencilerden çok daha fazla çalışırdı. Çoğu zaman sabaha kadar yatmadığını hatırlarım.
Hayatını ilime ve insan yetiştirmeye adamıştı. Boş konuşmazdı. Onun bulunduğu mecliste mutlaka istifade edeceğiniz bilgiler edinir, bilmediğiniz bir şeyler öğrenirdiniz. Müthiş bir hafızaya sahipti. Aslında bu hafızanın temelleri çocuk yaşta atılmıştı. Daha 4 yaşındayken hafızlığa başlamış, 9 yaşında hafız olmuştu. Ve Kur-an çocuk yaştan itibaren hayatının yolunu çizmişti.
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezuniyetinin ardından
Diyanet İşleri Başkanlığı’nda memuriyete başlamış ve kısa sürede başmüfettişlik görevine kadar yükselmişti. Türkiye’yi neredeyse köy köy dolaşarak, Diyanet teşkilatının problemlerini çözmeyi kendine dert edinmişti. Kılı kırk yaran bir dürüstlükle yaklaşırdı olaylara. 12.5 sene boyunca yürüttüğü, başmüfettişlik görevi bunun örnekleriyle doludur. Birçok yerde soyadımdan tanıyanlar, bana babamdan bahsedip insanın göğsünü kabartan hatıralar nakletmişlerdi. Diyanet’ten ayrıldıktan sonra, Ankara Milli
Kütüphane El Yazmaları Nadir Eserler ve Mikrofilm Şube Müdürü olarak görev yaptı. Depolarda çürüyen yüzlerce el yazması tarihi eseri gün yüzüne çıkararak, istifadeye sundu. El yazması tarihi eserler konusunda, belki de dünyadaki uzman birkaç isimden biriydi. 1982 yılında üniversiteye geçti ve akademik alanda çalışmalarına devam etti. 36 adet basılmış kitabının yanında, şu an matbaada basılmak üzere bekleyen eserleri mevcut. 375 adet yayınlanmış makalesi ve kendisi hakkında hazırlanan bir
lisans tezi var. Babam ölümden çok bahsederdi. “İnsan ele düşmeden aniden ölüvermeli” derdi. Ve kendi babasının ölüm yaşı olan 59’ü geçtiği takdirde gönlünden hep Peygamber yaşı olan 63‘ü geçirirdi ölüm için. 63 yaşında ve aniden vefat etti. Demek ki bu iki dileği de kalptenmiş. Üzerinde tek bir
vakit namaz borcu olduğunu sanmıyorum. Her gün muntazam
Kuran-ı Kerim okur, nafile namazlarını aksatmazdı. Sünnete çok bağlıydı. Günlük hayatta Peygamber Efendimizin (SAV) uygulamalarını, güzel örneklerle yeri geldiğinde anlatır, uygulanmasını sağlardı. Bildiğim kadarıyla bırakın haramı, ‘
şüpheli lokma’ bile boğazından geçmemişti. Şu anda bir fakültenin
dekan yardımcısı olan bir öğrencisi, cenazesinde “ben ilk paramı kazandığım ve Hocam o paranın kaynağından emin olduğu güne kadar, 4 sene boyunca tek bir çayımı içmedi. Ne zaman ki benim kazancımın
helal olduğundan emin oldu, o zaman çayımı içti” dedi. Çok prensipli bir insandı. Çok çalışır,
tatil, dinlenme bilmezdi. Dünyalık hırsları hiçbir zaman olmadı. Dünya derdinde olan bir insan, zaten onun yaptığı işlerle uğraşmazdı. İlk dini eğitimi, sorumluluk duygusunu, iyisini karşıdakine ikram etmeyi, milli ve kültürel değerlerimizin temellerini hep ondan öğrendim. Binlerce talebe yetiştirmişti. Ve onlar da bugün yeni nesiller yetiştiriyor.
Bu dünyadan maksat geride hayırlı eserler bırakmak, insan kazanmak ve kapanmayacak bir amel defterine sahip olabilmek ise inanıyoruz ki O bu dünyayı iyi değerlendirmiştir. Mekanı
cennet olsun.
Amin…