TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Ankara Başsavcılığı’na başvurdu. Savcılık da yeni ihdas edilen nöbetçi Sulh Ceza Hâkimliği’nden 17 Aralık Soruşturma Komisyonu faaliyetlerinin yayınlanmasının yasaklanmasını istedi. Bu talebi yerine getirildi.
“Masumiyet karinesi”nin ihlali, böylece önlenmiş oldu!
Cemil Çiçek, düzgün bir politikacıdır. Keşke, “Yolsuzluğu himaye ediyor” görüntüsü verecek bir teşebbüste bulunmasaydı. Normal bir süreçten geçiyor olsak ve herkes Meclis’in bir engelle karşılaşmadan soruşturmayı yürüttüğüne inansa, bilgilerin medyada paylaşılmaması makul görülebilir ama olayların üzeri kapatılıyor izlenimi yaygın. Bütün hâkimler, savcılar değiştirildi ve uyumlu kişiler işbaşına getirildi.
Parlamento’da da AK Parti çoğunluğunun, muhalefeti bastırarak, yolsuzluğu örteceğine dair ciddi şüpheler mevcut. Hal böyleyken, insan, gelişmeleri daha yakından takip etmek istiyor.
Belli ki, bazı ifadelerin gazetelerde yer alması birilerini rahatsız etti. Öyle ya, Rıza Sarraf’ın kuryesi çıkıyor, “Evet Ankara’ya 2 milyon euro, 1.5 milyon dolar taşıdım ama kime teslim ettiğimi hatırlamıyorum” diyor. Tabii ki vatandaş, “Hani belgeler sahteydi” diye düşünmeye başlıyor. Bak, kurye parayı Ankara’ya taşımış…
“Hatırlamıyorum” kelimesi ise istihza ile karşılanıyor.
İsviçre’den saatleri getiren Yusuf Tutuş, bir senede Rıza Sarraf’ın 1 milyon euro’luk saat aldığını söylüyor; Tutuş, Sarraf’ın kendisine, “700 bin liralık saati bir ağabeye vereceğim” dediğini de belirtiyor. Bu da yetmezmiş gibi “Son zamanlarda ağabeylerin sayısı artmıştı” diye konuşuyor.
Adli Tıp, “Tapelere anlamı bozacak şekilde ekleme, çıkarma yapılmamıştır” raporunu veriyor. Bu arada, yazılı dökümü bulunan 10 adet kayıtın kaybolduğunu da öğreniyoruz.
Zafer Çağlayan’ın koruma amiri Emrah Sarıyüce, Çağlayan’ın 700 bin liralık saatinin gece yarısı uçağıyla Rıza Sarraf’ın adamı Murat Yılmaz tarafından getirilerek, Özel Kalem Müdürü Onur Kaya’ya teslim edildiği ifadesini veriyor.
Şahitler konuştukça, bataklık saklanamayacak hale geliyor. Öyleyse hemen tedbir alalım: Sus sus kimseler duymasın.
Bari Zafer Çağlayan’a “Saat kaç” diye sormak da yasaklansın!
Bu devran sürer mi?
Star ve Akşam Gazetesi’nde bir deprem yaşandı. Mustafa Karaalioğlu, Yusuf Ziya Cömert ve Akşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Ocaktan’ın işine son verildi. Bir gün sonra da gazetenin yazarlarından Elif Çakır’la yollar ayrıldı.
Star’ın eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in ses kaydını verirken attığı bir başlık var: “Bu devran böyle sürer zannettik.” Manşetin tarihi eski ama tam da gazetede bugün yaşananlara uyuyor. Siz de öyle düşünmüyor musunuz?
“Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner, bugün çıtırdayan ocak.
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak.”
Fıtrat farkı
Tayyip Erdoğan, Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’nun Galataport kararına yüklendikçe yükleniyor ve “Adalet arıyorum adalet” diyor.
Peki adalet nasıl sağlanacak? Siyasi iktidarın düşündüğü gibi düşünen, kararlarına itiraz etmeden uyan yargı organlarıyla mı? Somut delillere rağmen, gözlerini kapayıp, “bizimkileri” aklayan paklayan hükümlerle mi adalet tesis edilecek?
ABD’nin Ferguson kasabasında, silahsız siyahi genç Michael Brown’u vuran polisin yargılanmasına jüri gerek görmedi. Bunun üzerine ABD karıştı; kan gövdeyi götürüyor. Hatta Ferguson’da okullar tatil edildi.
Obama da siyahi; muhtemelen öldürülen gence karşı bir sempatisi de vardır ama tutup, jüri üyelerine ya da eyalet mahkemesine “vatan haini” demedi. Onları, kamuoyu önünde suçlamadı.
Ayrıca Ferguson’daki olaylara misilleme olmak üzere, Beyaz Saray çevresinde kendi sempatizanlarını toplamadı. Aksine, tepki gösteren halkla görüşmeleri için bölgeye uzmanlar gönderdi. Uzlaşarak, ABD vatandaşlarını yatıştırmak istiyor.
Teşhisim şu: Obama ile Erdoğan arasında fıtrattan gelen büyük bir fark mevcut. Keşke bizimkinin de fıtratı biraz Obama’ya benzeseydi.
Aleviler’in talepleri
12 yıldır AK Parti iktidarda. Aleviler’le çalıştay üzerine çalıştay tertip ediliyor. Kabul edelim ki, önemli adımlar da atıldı ama bazı hassas noktalarda hâlâ istenilen mutabakat sağlanamadı. Bir kere, “Cemevi ibadethanedir” anlayışı AK Parti’ye ters geliyor. Zira Aleviler de Sünniler gibi Müslüman; kitabı Kur’an, peygamberi Hz. Muhammed. AK Parti zaviyesinden bakınca, caminin yanı sıra cemevinin de ibadethane sayılması, Müslümanlar arasında tefrika yaratmak şeklinde algılanıyor. Bu hususta uzlaşma sağlanabileceğini düşünüyorum. İbadethane denilmese bile, aynı camiler gibi, tahsisat ayrılmak suretiyle cemevlerinin elektrik ve su giderleri karşılanabilir.
Cemevlerine yasal bir statü sağlamak için, tekke ve zaviye yasağını kaldırma yoluna gidilirse tartışma çok büyür. Çünkü Anayasa’nın 174’üncü maddesinin teminatı altında olan İnkılâp Kanunu’nun değiştirilmesi gerekecektir. Bu değişikliğe tepki gösterecek yığınla insan var Türkiye’de. Bu yüzden, muhtemelen cemevlerinin statü kazanması da bir başka bahara kalır.
Önemli taleplerden biri de Aleviliğin Aleviler tarafından anlatılarak yazılı ders kitaplarına girmesi. Bu çok haklı bir istek. Neden bir Sünni, Aleviliği anlatsın? Ayrıca, Dede ve Zakirler’in yetiştirilmesi amacıyla üniversitelerde bir bölüm açılması arzu ediliyor. Bu da önemli. Kur’an’ı, usul ve erkânı bilen çok sayıda Dede yok. Daha yüksek seviyede bir eğitim almaları elzem.
İyi niyet yetmiyor; adımları biraz hızlandırmalıyız.