Kendi camiasını içeriden gözlemliyor, “bu bilgi niye bizi adam etmiyor” sorusunu soruyor. Cevapları da var elbette.
Arkasında büyükçe bir Nietzsche portresi, hemen yanında bir türküden alınma “
Gönül Ey Sebep Ey” hat tablosu asılı. Beni çok iyi yansıtıyor dediği hat yazısı odanın girişinde sizi karşılıyor: “Ya Rab, beni muhtacına muhtaç etme, muhtaç isem ancak sana muhtaç olayım.” Sanki bu odada her zaman çaldığını düşündüğünüz Türk klasik musikisi eşliğinde başlıyoruz konuşmamıza.
ODTÜ Felsefe Bölümü Başkanı Prof. Dr. Ahmet İnam’ı bir kalemde özetlemek elbette kolay değil.
Allah’a inanan ama dinle pek ilgisi olmayan bir kişi olarak tanımlıyor kendisini. Geçtiğimiz yıllarda ud hocası dostuyla birlikte Nietzsche’nin bir şiirinin hüzzam makamında bestelenmesinde emeği geçmişti. Biz onunla yeni çıkan bir kitabı (Yaşamla Yoğrulmuş Bilgi) dolayısıyla akademik dünyayı ve o dünyanın insan hallerini üzerine konuştuk. Kendi hallerine girmek ise kaçınılmaz oldu.
-Kitabınızı okuduğumuzda sukût-ı hayale uğruyoruz. Akademik hayatta durum bu kadar vahim mi?
(Gülüyor) Durum neyse odur. Çok vahim sıfatını yüklememek lazım ama akademik hayatta aksayan birçok şey var. Düzeltmek için yasal veya sosyal tedbirler almayı düşünüyoruz, oysa akademik hayat insanın beyniyle ve kalbiyle katıldığı bir yer. Oraya katılan bir insanın niteliği, nasıl insan olduğu önemli. Genellikle bu sınavlarla diplomalarla anlaşılmadığı için bir sürü hamhalat insan akademik hayata girebiliyor. Hatta “sana ne benim hamhalat oluşumdan” diyebiliyor. İşte ben şu sınavları verdim, şu tezi yazdım, bu araştırmayı yaptım, demek ki ben âlimim diyor adam. Ama âlim eski Yunandan, Batı’nın klasik dönemine kadar bu olmamıştır, hele bizim kültürümüzde ilim başka bir şeydir.
Üniversite sayısının artmasıyla kendini gerçekten ilme veremeyecek bir sürü insan girdi akademik hayatın içine. Ne Millî Eğitim, ne YÖK, ne de üniversite yönetimi bunun farkında. Hâlâ objektif olabilmek için birtakım kriterler arıyorlar ve o kriterlerde de insan faktörü yok.
-Kriterleri arayacak kişilerde de söz konusu kriterler olması gerekmez mi?
O ne biliyor musun? 19. yüzyıl
Almanya’sında bir üniversite aklıma geliyor. Orada bizim hayatımıza çok ters bir şey var: Üstat. Her şey üstadın iki dudağı arasındadır. Bu bizim
terbiye geleneğimizde, adabımızda da böyledir. Usta çırak ilişkisi… İlim sadece bilgilenme değil, bir karakter oluşumudur. Yani nefs-i emmareden nefs-i kâmileye doğru giden bir şey. Çünkü bilginin başka
hizmeti nedir? İnsanı adam etmeyecekse, güzelleştirmeyecekse… Çağımız insanının öyle bir kaygısı yok. Çünkü karakteri ne olursa olsun o iş yapan insan istiyor. Kurallara uysun,
hırsızlık yapmasın, yalan söylemesin yeter diye düşünüyor.
-
Bilim adamı bilimin verilerinden faydalan mıyor mu yani?
İlim, böyle kendiliğinden yapılacak bir iş değil. Yani “bilimin verileri gel beni mesut veya mükemmel bir insan yap.” diye bir şey yok. Bizim çok büyük katkıda bulunmamız lazım. Çünkü bilgiyle yaşamak bir insan olma çabasıdır. Ve bu bizden çok büyük gayret ister. Kendimizi bırakıp, arabaya benzin koyar gibi kafamızın içine bilgileri koyup “ha tamam işte tamam bilgiyle yaşıyorum” demek değildir. İlim bir mürşit olabilir ama biz mürit olabiliyorsak. Yoksa biz mürit olmadığımız sürece, ilim nasıl bir mürşit olabilir, nasıl bizi inşa edebilir?
BİLİM YOBAZLIĞI DA VAR
-Bu sözlerde bilimizm eleştirisi de var mı?
Tabii, bilimcilik. Ben, her türlü yobazlığa ve dangalaklığa karşıyım. Bilim yobazlığı da vardır. Çünkü bilimin sınırlarını bilmemek bilimin insana istediği her şeyi verebileceğini sanmak düşüncesi bizi hakikaten bilimin enayisi yapmaya götürüyor. Aptallaşıyoruz; okudukça, okudukça… Katılaşıyoruz. Fanatik insanlar haline geliyoruz. Bu da bilimi tanımamaktan kaynaklanıyor. Bilim tarihine ve bilime çok büyük katkıda bulunmuş insanların hayatlarını okumuş olsak, bilimin çok farklı bir faaliyet olduğunu anlarız. İnsan sadece bilen bir varlık değildir. Duyan, diğer insanlarla ilişki kuran bir varlıktır. Geleneğini yaşayan toplumsal bir varlıktır. Dolayısıyla insanı sadece belli bilim alanlarının ışığıyla görmeye çalışmak büyük bir yanılgıdır. Bilim bir nokta-i nazardır. Bir bakış açısıdır. Oysa insan tek bir bakış açısıyla görülemeyecek kadar zengin bir varlıktır.
-Bilim, insanı ıskalıyor mu?
Onu söylemek istemiyorum. İnsanın faaliyetlerinde bilimin olmazsa olmaz bir yeri var elbette. Ama bilimi her şey haline getirdiğiniz zaman yanlış yapmış oluyorsunuz.
-Bir akademisyen için de uğraştığı alanı kendisi için her şey haline getirmek belki…
Elbette. Orada iki nokta var. Adam sadece antropologdur, sabah
akşam antropoloji problemleriyle uğraşır. Ama iyi bir antropolog olmak için belki iyi bir tarihçi, iyi bir edebiyatçı, iyi bir
psikolog, insanı anlayacak farklı bilgi ve ilgi alanlarına ihtiyaç var. Kendinizi dar çalışmalara kapattığınız zaman zaten sizin bilimci etkinliğiniz orta kararı aşamaz. İkincisi çağımızda uyanık akademisyenler türedi. Uğraştığı alanın şartlarını yerine getiren fakat çok da ilgisi olmayan; başka şeylerle uğraşan yarım ruhlu bir sürü akademisyen var. Hem avukatlık yapıyor hem hukuk fakültesinde hoca. Tıp fakültesinde hocalık yaparken muayenehanesinde hastalar kuyruğa girmiş. Ve bunların bilimle olan alakaları çok zayıf ve çok profesyonelce. Halbuki bilim profesyonelce yapılacak bir şey değil. Çağımızda bilim para kazanma alanı olduğu için akademisyenler de memur oldu.
-Sanıyorum üniversite hayatında yanlış bir düğümleme sendromu yaşandığını düşünüyorsunuz.
40 yıldır yazıyorum, hep şunu vurgularım. Politik konuşanların yanında ben çok sert konuşan biriyim. İnsanların iç dünyası açısından konuşan birisi olduğumdan benim laflarımı abartılı bulan hatta bir bakanımız gibi ‘hayalci’ bulanlar oluyor. Ben hayalciyim elbet. Çünkü bu dünyanın gerçekleriyle baş etmenin yolu hayaldir.
Akademisyenleri anlamak için sosyolojik, hukukî ve malî çalışmalar yapılabilir. Ama akademik hayatın bir de insan ilişkilerine dayanan tarafı var. Ben bu konuda yıllar önce “Filiz Neredesin” diye
roman yazdım. Amacım akademik hayatı mikro düzeyde anlatmak. Asistan hoca ilişkisi, hocaların yaşlandıkça ne kadar huysuz ve tuhaf insanlar haline geldikleri, öğrencisini ve kendisini aldatan akademisyen tipler. Bu tipler benim hep ilgimi çeker ve ömrüm ne kadar
vefa ederse bunların üzerine yazmayı düşünüyorum.
PROFESÖR AMA HAMHALAT
-Burada anlattıklarınız her yerde olabilecek olaylar mı yoksa akademik dünyaya özgü mü?
Hemen her yerde olabilir tabii. Vurgu yapabilmek için bir anlatıcı olarak bazı şeyleri abarttım. Benim bu tipleri sergilememin sebebi, akademik hayata giren insanların kim olduklarına dair bir fikir sahibi olmaları. Akademisyenin şöyle bir meslek hastalığı var. Bu insan hakikaten yetenekli biriyse
küçük yaşlarda çok zeki olduğu için hep sınıfının birincisi, hep iftiharla takdirle geçen birisidir. Sınavları da, yaptığı araştırmaları da başarır. Ve giderek büyüyen bir ego meydana gelir. Dolayısıyla hayatta akademik anlamda başarısızlıklar yaşamadığı için onun olgunlaşması da çok zor olur. Sonuçta en üst makama geldiği zaman o şişirilmiş egosuyla, hamhalat ruhuyla etrafa eziyet eder. 40 yaşında bir adamdır ama hâlâ 12 yaşında bir çocuk yaşar içinde. Kaprislidir, sözüne güvenilmez, neyi ne zaman yapacağı belli olmaz, hayatla ilgili beceriksizlikleri olan tuhaf, çekilmez insan haline gelir. Çok bilgilidir fakat o bilgisinin gelişmişliği oranında ruhî gelişmişliği yoktur.
-Üniversite camiası 3-4 kuşağın bir arada olduğu yer. Kuşaklar açısından bakarsak bahsettiğiniz sorunlar en çok hangi kuşağı ilgilendiriyor?
Her aşamada sorun var. Ama bunu en derinden yaşayan ortalardaki kuşaktır. Yani doktorasını bitirmiş, akademik hayata girmiş, 20’li yaşların sonu ile 30’lu yaşların başlarında olanlar. Büyük bir
baskı altındalar. Bir taraftan da
terfi etmek için kurallara uymak zorundalar. Hem yazacakları makalenin niteliği ve sayısı önemli hem de içinde bulundukları akademik ortama uymak durumu var. Öyle akademik cemaatler var ki yeni gelenleri müthiş bir şekilde ezer.
-Akademik cemaatler mi…
Şimdi şöyle bir şey oluyor. Eskiden, mesela tıp fakültelerinde bir hoca giderdi koridorda, arkasında doçentler hatta yeni
profesör olmuş doktorlar, asistanlar olurdu. Onun görünmesiyle koridorda herkes hazır ola geçerdi. Ben bu Alman ekolünün çok saçma olmadığını düşünmeye başladım. Oradaki üstat çok önemli birisiyse, onun bize vereceği eğitimin kitaplar okumakla kazanılacak bir eğitim olmadığını unutmamak lazım. Çünkü akademik bilgi sadece kitabî bilgiden ibaret değil. Yaşayarak elde ettiğimiz bilgi, rûberû (yüz yüze) ilişkilerle kurulur. Sen hocayla yüz yüze gelmediğin, bir araya gelip yemek yemediğin, konuşup tartışmadığın sürece birçok şeyi öğrenemezsin. Şimdi
Amerikanvari hayatta bu çok önemli olmayabiliyor. Onun için ham insanların sayısı giderek artıyor. Eskiler hep mesafe bırakırlardı arada. Ama bence nasıl ilişki kurarsak kuralım bilgimizi
genç insanlara yaşayarak, onlara dokunarak, onlarla tartışarak, yürüyüşler yaparak, dağa çıkarak vs. aktarabiliriz. Hocalarımla yaptığım 5 dakikalık konuşmada aldığımı, kütüphaneleri okusaydım öğrenemezdim. Akademik hayatta büyük ölçüde verilemeyen şey bu, örtük bilgi.
-Kafanızda Amerikan, kalbinizde Alman ekolü yatıyor sanki?
(Gülüyor) Ben üniversitede idareciyim. Terfilerde üniversitenin kurallarına uymak zorundayım. Bu, istemeye istemeye olsa da bizzat yaptığım bir iş. Ama gönlüm kalıplardan değil de o arkadaşı yüz yüze ilişkilerle tanıyıp gerçekten ilim sahasında güvenilir birisi olup olmadığını görmekten yana. Hiçbir eser yazmamış bile olsa önemi yok. Onu ancak birlikte yaşayarak görebilirsin. Oysa biz o adamın yüzüne bakmak yerine, kâğıtlara bakıyoruz. Nasıl bir insan olduğuna bakmıyoruz. Yapılan görüşmeler de iş görüşmesi havasında.
-
Problem nedir peki?
Üniversiteler şirket olmaya başladı. Hatta şimdi bize, bu sene gelen müşteri fena değildi diyorlar. Üniversitelerin imkânları kısıtlı, zorunlu olarak kendi yağlarında kavrulamıyorlar ve dışarıya hizmet veriyorlar. Bu tabii ideal üniversite
modeline uymuyor. Benimkisi 19. yüzyıldaki veya eski Yunandaki “akademya” gibi tamamen özgür ve mali açıdan dışarıya muhtaç olmayan bir model.
-O zaman siz “üniversite sanayi el ele” sloganından rahatsız oluyorsunuz?
Evet. Tabii kaçınılmaz bir olay olarak da görüyorum. Bizim üniversitenin içinde 2000 kişilik teknokent var. Bu belki de gerekliydi. Hem kaynak bulmak hem de bizim akademisyenlerin hayatla ilişki kurmaları ve çalışmaları açısından. Ama piyasayla ilişki kuran kurumların adı üniversite olmamalı. Onlar meslek yüksek okulu. İkisi arasında fark olmalı. Üniversite tamamen olup bitenden, maddi ihtiyaçlardan ve problemlerden münezzeh olan bir kurumdur. Benim kafamda üniversite öyle projeler yapar ki hiç uygulamasa da olur. Çünkü bu çok farklı perspektifler ve teoriler getirebilir. Bir üniversiteye
Ar-Ge gibi düşünmek bilime ket vurur gibi geliyor bana.
Meslek okulu çok düşük bir isim ise
teknik araştırma üniversitesi denmeli. Bazı insanlar dinî çağrışımlarından rahatsız olabilir belki; ama manevi, tinsel, kültürel üniversiteler olmalı. Çok az sayıda insanın çalıştığı ve meraklısının geldiği ama hayat ve kültür hakkında çok derinlemesine çalışmalar yapan, etrafa müthiş ışık saçabilecek kurumlar diye düşünüyorum.
-
Türkiye’de akademik olgunluk-kişisel olgunluk yaşının yükseldiği düşünülüyor.
Mete Tunçay böyle bir görüşü dile getirmişti. Doktora da yapmış oluyor ama tamam sen oldun denilemiyor.
Evet doğru. Ama onun nedeni küçük yaşlarda aldığımız eğitimle ilgili. Bizde tek usul yetişen, birbiriyle yarışmak zorunda kalan, yaptığı işi çok da anlayamayan, sindiremeyen, bilgiyle olgunlaşamayan bir kitle var. Mete Hoca o anlamda söylediyse benim de söylediğim şey bu; ilimle kâmil bir insan olmak, bu müthiş bir şey. Olgunlaşmak iki anlamda kullanılabilir. Hakikaten mesleğin bütün meselelerini kavrayabilecek bilgi düzeyinde olgunluğa erişmek, ikincisi insanî düzeyde olgunluğa erişebilmek. Bunların ikisi bir arada olsa ne kadar güzel olurdu.
DİNDAR MISIN, GAVUR MUSUN? NESİN SEN?
-İkinci kısımla pek ilgilenmiyoruz tabii…
(Gülüyor) Bunu söylediğinizde gülüyorlar. Diyorlar ki sen hayalcisin, bizi tasavvufî bir şeye sokmaya çalışıyorsun. Tasavvuf tabii çok önemli ama bırakalım tasavvufu, bu eski Yunanda böyleydi, hem de yüzlerce yıl. Çünkü Platon’un akademyası, stoa denilen okul, buradaki
felsefe okulları, insanların olgunlaşma yerleriydi. Orada maneviyatla birlikte felsefe yapılıyordu. Felsefe ve maneviyat birbirinden ayrı değildir. Bu Hıristiyanlıkla birlikte birbirinden kopmuştur. Çünkü kilise felsefenin taşıdığı manevi güçten korktu. Bu maneviyatı biz tekelimiz altına almalıyız diye düşündü. Aydınlanmayla birlikte işte insan akıldan ibarettir, duyguları, manevi âlemi hiç önemli değildir demeye başladılar. İnsanı daralttılar. Şimdi psikologlar spritüel zekâ diye bir şey çıkardılar. İşte bu manevi zekâdır. Özellikle Cumhuriyetle birlikte bizim insanımız manevi sözcüğünü duyunca bunun özellikle dinî bir şey olduğunu zannediyor. Manevi olan dinden öncedir. Din manevi olmak zorunda ama
dindar arkadaşların pek çoğu manevi değil. Anasının gözü bir sürü fırlama insan da olabiliyor. (Gülüyor) Maneviyat bilginin temelinde olan bir şey. Maneviyatsız bilgi olamaz. Maneviyatsız akademik çalışma olmaz.
-Odanızda hat çalışmaları görüyorum. Sanıyorum üniversitede pek çok insan istese de bir hat sanatını odasına asamaz. Maneviyatta kastınız ne olursa olsun bunun görünüyor olmasının getirdiği mahzurlar var ve insanlar gizlemek zorunda kalıyorlar. İnsanlara maneviyatla ilgili bir dayatma yapıldığından söz edebilir miyiz?
Dayatma olduğu çok açık. Yani ben dinle alakası olmayan bir adamım. Ama benim bu kültüre bakışımda maneviyat temeli çok önemli. Bana göre maneviyat dinle de bilimle de sanatla da yaşanır. Geleneksel olarak halkımız dinle yaşamıştır. Diğer kültürler de öyledir.
Avrupa Hıristiyan’dır. Avrupalı ateistler de Hıristiyan’dır.
Kiliseye gidip gitmeme meselesi değil. Tavır, bakış, Hıristiyan’dır. Dolayısıyla maneviyatla hayatın dinle içiçeliğini unutmamak lazım. Laikliğin bir yorumunu çok önemli buluyorum ama bizde laikliği dinsizlik veya dinden kurtarılmışlık, dinle alakası olmamak olarak algılıyorsak bu yanlış bir şey. Ben laikliği herkesin inancının özgürce yaşayabileceği bir şey olarak anlıyorum. Dolayısıyla öyle bir gerçek laikliğin olabildiği ülkede insan maneviyatı yaşar. Eğer yüreğiniz, gönlünüz hat sanatı ile yaşamak istiyorsa hattı odanıza asabilmeniz, tezhip sanatıyla uğraşabilmeniz, musikimizi dinlemeniz gerekir. İnsanlar maalesef bu olgunluğa ulaşmış değiller. Bu baskı yalnız mütedeyyin insanlar üzerinde değil, kendisine laik diyen insanların üzerinde de var. Çünkü kendi kendilerine baskı yapıyorlar.
-Kendi üzerinizde de hissediyor musunuz?
Benim gibi insanları bir kalıba koyamadıkları için “Sana dindar desek değilsin, gavur desek çok da benzemiyorsun, yani sen nesin?” diyorlar. Kendi kültürünü seven, ona değişik açıdan bakmaya çalışan bir insanım. Benim üstadım Tanpınar’dır. Caminin avlusundadır, şiirlerini orada yazar. Şimdi bana çok
hakaret edilmiştir dinî kesimden de. Muhakkak bu kültüre hizmet edecek, buradaki maneviyatı yükseltecek insanların sizin gibi olması gerekmiyor. Onun için gerçek bir dayanışmaya ve dostluğa ihtiyacımız var. Ben o anlamda
Müslüman’ım. Elbette
İslam âlemine yapılan baskılara karşı çıkacağım. Birçok insanda olduğu gibi ben hiçbir yerliyim demiyorum. Olur mu? Ben Anadoluluyum, her halde Müslümanlarla yan yanayım ve öldüğüm zaman herhalde imamın beni gömmesini isterim. Bana kâfir bile dediler. Nereden biliyorsun ki benim kafir olup olmadığımı? Camiye gitmediğimi görerek beni yargılaman o anlamda yanlış. Aynı şekilde başını örtüyor, kravat takmıyor, falan tarikata üye diye yargılamak da çok ayıp bir şey. Ben şuna inanıyorum: Bu toprakların insanları yüzyıllarca hayatla mücadele ettiler ve başardılar. Bütün bunları aşacağız bir biçimde. Kavga dövüş kaçınılmaz ama çözüm bulacağız. Ben inanıyorum buna.
FETHULLAH BEY MÜTEFEKKİR
-Hangi boyutta bir
kavga…
Mesela ben karımla kavga ediyorum. Çünkü o çok sıkı bir Atatürkçü. Mütedeyyin kesime olan ilgim belli, ilahiyat fakültesinde arkadaşlarım var. Ben ne olduğu bilinen bir insan olarak onların arasında dolaştığımda mutlu oluyorum. Psikiyatrist bir arkadaşımla
Fethullah Bey’i ziyarete gittik. “Ahmet de Fethullahçı olmuş” gibi bir sürü şey çıktı. Ama ben Fethullah Bey’in yanına dinsiz bir kişi olarak gittim. Oradaki arkadaşlar da beni anlamadı; beni dinlediklerinde ya hoca sen çok iyi bir insana benziyorsun, çok üzülüyoruz senin haline vs. dediler. Ama mesele bu değil. Ben böyle bir adam değilim. Fethullah Bey çok değerli ve saygın bir insan. Kendisiyle üç gün beraber konuştuk. Ben onu bir mütefekkir olarak görüyorum. Ama öte yandan ben ateizm hakkında bir sözü nedeniyle onu eleştirdim. Ben zaten felsefeci ve asî bir adamım. Benim herhangi bir düzen içerisinde olabilme ihtimalim söz konusu değil. Benim gibiler cemaatler arası insanlardır. Atatürkçü gruba da mütedeyyin ortamlara da girebilirim. Hızlı solcu Marksist arkadaşlarım da var. Çünkü ben de muhafazakâr bir ortamda yetiştim. Bir dedem Nakşi’ydi, bir dedem camide imamdı, annem imam kızı, babam namazında niyazında bir subaydı. Küçük yaşlarda camide hep namaz kıldık. Bu, insana çok büyük bir bakış açısı ve tolerans veriyor.
Eşinizle aranızdaki tartışmanın boyutu nedir?
Karımla çok fikir tartışması yapmıyoruz. Ama benim gidişatım konusunda üzülüyor. Tabii bir kadınca koruma duygusu.
-Mürteci olduğunuzu mu düşünüyor?
Evet. Fethullah Bey’le görüşmeme çok üzülmüştü. Geleceğin tehlikeye girer, üniversitedeki hayatını söndürür diye. Karımla bunu çok tartışmadım. Uyarısının ne olduğunu anladım. Ama zaten benim ilişkim bu düzeyde değildi. Yanıldığı şey oydu. Hiçbir partiye mensup değilim,
mason da değilim. Kontrol edilmek benim gücüme gider zaten.
-Bazı mektupları kendi kendinize yazıyorsunuz, tabiri caiz ise kendinize giydiriyorsunuz. Bunu niye yapıyorsunuz?
Münevver aydın bir insan kendini tenkit edebilmeli. Kendine yapılmış tenkitlerin farkına varmalı. Benim aleyhime söylenen hemen her şeyin farkındayım. Küçük görmek anlamında değil. Kendime dışarıdan bakabildiğimi göstermek istedim.
- “Baş kırılır fes içinde, kol kırılır yen içinde” anlayışı var mı akademik dünyada?
Niye yazıyorsun diyen olmadı. Özellikle genç asistanlardan çok iyi mesajlar aldım. Sırrımızı faş et gibi. Çünkü akademik cemaatte her şey açıktır. Ben hiçbir eleştirimi belli bir insana yapmam. Ama orada kendini bulanlar olabilir. Şöyle bir paradoks var. Eleştirdiğim insanlar kitaplarımı okumazlar. Yani benim kitabımı okuyanlar da bu insanlara kızmıştır. Bu yüzden eleştirdiğim insanlara faydam olmuyor. Zaten hiç okumayan adamlar. Halbuki onlara adam olsunlar diye yazıyoruz. Okusalar da çok etkileneceklerini sanmıyorum.
NIETZSCHE TANRI’YA İNANIYOR
-Nietzsche’nin bazı şiirlerini tercüme etmiş bir arkadaşınız hüzzam makamında bestelemişti. Bu bir Nietzsche yorumu muydu?
Nietzsche bana göre dinsiz bir adam değil. Tanrı öldü diyor ama o tamamen Hıristiyanlıkla kavgası olduğu için. Bir güce inanıyor. Nietzsche’nin Tanrı’ya inandığını söyleyebilirim. Orada bizim gücümüz var. Batı’nın Nietzsche’sini ben kendi gözümle yorumlayabilirim. Hüzzam makamında ona
şarkı yazabilirim. Sanki Nietzsche deyince mutlaka senfoni yazmamız gerekiyor.
Türkü de yakabilirim. Onun ıstırabını anlayabiliyorum. Dolayısıyla ben Nietzsche’yi hep kafasında fes, bizim 19. yüzyıl
İstanbul’unda yaşayan bir insan olarak düşünürüm. Bana Nietzsche dervişvâri biri gibi gelir. Tabii bunun felsefi temellendirilmesi de yapılabilir. Bütün filozofları kendimizden çıkarak görmek durumundayız. Bizim arkadaşlar kendilerini hiçbir yerde olarak görüyor. Büyük filozoflarla ilgilenirken sanki kendileri Anadolulu, Türk, Müslüman değilmiş gibi düşünüyorlar. Halbuki buradan bakmak lazım. Tabii zor bir iş. Hem o adamı hem bizi iyi bileceksin. İkisini birden yapan insanlar da hemen hemen yok gibi.
Muhsin Öztürk - Aksiyon