Yumurtalarını pişirmek için memleketi yakarlar
Şu malum zümreden söz ediyorum. Özellikleri belli: Karınlarından konuşuyorlar. Dillerinin altında
eşek baklası var. Bir türlü esas hedeflerini söylemiyorlar. İdeolojik yobazlıkta üzerlerine yok. Cehaleti saadet biliyorlar. En beteri, dine ve dini değerlere karşı giderilemez bir önyargıları, saklı bir hınçları, maskelenmiş bir düşmanlıkları var.
Onların halini tasvirde “devşirme psikolojisi” dahi yetersiz kalıyor. Aytmatov'un romanında tasvir ettiği “mankurtlaştırma” ameliyesine tabi tutulmuş gibiler. Düşman adına öz anasına, babasına, kardeşlerine, milletine ve değerlerine düşman edilmişler. Can dostlarına düşman, can düşmanlarına dost gözüyle bakıyorlar.
Adeta kortekslerinin alınlarına gelen kısmı alınmış gibiler. Hastalar. Kafaları fobi imalathanesi gibi çalışıyor. Korkularıyla yüzleşmek yerine korkularıyla özdeşiyorlar. Ve HİV virüsü kapmış bir
sokak kadınının virüsünü bulaştırmaktan zevk alması gibi, hastalıklarını yaygınlaştırmaktan özel bir zevk alıyorlar. En tehlikeli
azınlık hastalığı bu: Azınlık psikolojisinden kurtulmanın tek yolunun hastalıklarını yaygınlaştırmak olduğunu düşünüyorlar.
Bilmedikleri alanlarda konuşurken cesaret abidesi kesiliyorlar. Cahilin cür'eti cehaletinin rüşveti imiş. Cehaletlerini ancak böyle gizliyorlar. Hepsinden beteri çıkar, güç ve şehvete tapıyorlar. Çıkarları gerektirdiğinde olmayacakları şey yok.
Yumurtalarını pişirmek için memleketi yakacak kadar gözleri dönmüş bir zümre bu.
Ama etkililer. Baksanıza, memleketi suni gündemlerle oyalamayı ne de güzel başarıyorlar. Bir deli bir kuyuya bir taş atıyor, binlerce akıllı o taşı çıkarmak için kuyruğa giriyor.
Son günlerdeki “mahalle
baskısı” saçmalığı da, “
Türkiye Malezya olur mu?” saçmalığı da, bunun en son örnekleri.
Mevhum “
mahalle baskısı” üzerinden, millete baskı yapmanın daniskası değil de nedir bu?
Bak şu konuşana? Mahalle baskısından dem vuranlar, bu ülkede on yıllardır devlet baskısına çanak tutanlardı. Darbeleri alkışlayanlardı.
Asker sopasına
selam duranlardı. Yasakları savunanlardı. Özgürlüklerin budanmasına ses çıkarmayan, hatta bazen alkışlayanlardı. Farklılıkların bir arada barış içinde yaşaması için atılan her adımı “
laiklik elden gidiyor” naralarıyla jurnalleyenlerdi.
Mahalle baskısından dem vuranlar, rejim sopasının milletin sırtındaki izlerini ne çabuk unuttular? Baş
bakan ve bakan asan
darbecileri ne çabuk unuttular? Temenna
çakmak için sıraya girdikleri 12
Eylül darbecilerinin
cinayetlerini ne çabuk unuttular?
Millete dışkı yedirenleri kahraman diye takdim ettiklerini ne çabuk unuttular? Fail-i meşhur cinayetler ve boşaltılan köyler konusunda sustuklarını ne çabuk unuttular?
Onlara sormak gerek: “Hainleri tanıyalım” başlıklı yazılar döşendikleri andıçlar ne baskısıydı? 28
Şubat zorbalıkları, Sincan'da yürütülen tanklar, görevini yapıp
iddianame yazdı diye bir savcıya yapılanlar, darbe günlüklerini yazdı diye
Nokta dergisine ve Alper Görmüş'e yapılanlar ne baskısıydı?
Bunlar gibi daha yüzlercesini, hatta binlercesini sayabiliriz.
Mahalle baskısı, bu milletin yaşadıkları yanında çok masum kalıyor. Acaba diyorum, “mahalle baskısı” kavramını,
ucuz kurtulmak için mi bayraklaştırıyorlar?
Kaldı ki, o da yok. Hangi mahalle, kimin mahallesi?
Bizim, bin yıldan beri farklı inançları barış içinde yaşattığımız bir coğrafyamız vardı. Bu coğrafyada, farklı dinlerden, ırklardan, milletlerden insanlar huzur içinde yaşardı. Fakat önce sizi devşirenler geldi, işgalci olarak.
İşgalci olarak var olamayacaklarını anlayınca, sizi devşirdiler ve bin yıllık sitemizin içine bir fildişi
kule inşa ettiler. Oraya devşirmelerini yerleştirdiler. Bu “bizim mahalle” dediler. Bu mahalle, mahalle değil Truva atıydı. O atın içinden çıkanlar değerlerimizi yağmaladı ve işgal etti. Şimdi işgal edilmiş değerlerimize ucundan kıyısından sahip çıkmaya başlayınca vaveylayı koparıyor bu “ecnebi mahalle”:
Mahalle baskısı!..
Hadi ordan! Mahalle baskısıymış. Biz salyangozu
Müslüman mahallesinde sattırmayacak kadar değer sahibi, gâvur mahallesinde satılmasına izin verecek kadar da özgüven sahibiydik. Siz geldiniz, salyangozla yetinmeyip
domuz çiftlikleri kurdunuz. Onunla da yetinmeyip, provoke etmek için bizim mahallemizde domuzlarınızı pazarlamaya kalktınız. O da yetmedi, zaman zaman domuzunuzu bize zorla yedirmeye kalktınız. “Domuz
haram” diyene “mürteci, gerici” yaftası vurdunuz. “Sen de yemesen iyi olur” diyecek bir cesuryürek çıktıysa, onu “hayat tarzınıza müdahale” etmekle suçlayıp laiklik aşkına tepelediniz.
Millet size diyor ki: Alın gidin şu domuzcuklarınızı, ille de zıkkımlanacaksanız kendi mahallenizde zıkkımlanın!
Basıyorsunuz çığlığı: mahalle baskısı!
Mahalle baskısı değil bu. Aksine, malum mahallenin millete baskısına “dur” demektir.
SAMİ HOCAOĞLU/YENİ ŞAFAK