"
Türkiye Türklerindir", "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" vs. cümlelerinin ülkenin dağını/taşını, köyünü/kentini, caddesini/mahallesini, gazetesini/televizyonunu kapladığı bu diyarda,
Kürt ne anlam ifade ediyor bizler için, herkes için? Sahiden "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" derken, "Türk'ün Türk'ten başka dostu vardır; o da Kürt'tür" diyebilecek olgunluğa erişebilecek mi bu topraklar?
Türkiye'de yaşayanlar,
Kürtler üzerine hayata kazınmışları bilirler. İşte onlardan birkaçı: "İstanbul'a gelmesinler,
Ankara ya da başka büyük kentlere de gelmesinler,
tatil bölgelerine de gitmesinler, Irak'taki soydaşlarıyla gönül bağı kurmasınlar, kendilerine ait bir dilleri olduğunu öne sürmesinler, DTP'ye oy vermesinler, Meclis'te temsil edilmesinler, işportacılık yapmasınlar, tezgâhtarlık da yapmasınlar, bir araya gelmesinler, sokaklarda çok dolaşmasınlar, aralarında
Kürtçe dedikleri şeyi konuşarak alenen ortaklıkta olmasınlar, yurtdışına filan gitmesinler, gidenleri de bir araya gelip
dernek filan kurmasınlar, maazallah Irak'a da gitmesinler, oturdukları yerlerdeki
ekonomik ve sosyal koşullardan şikâyet etmesinler, dırdır yapmasınlar, mümkünse tiplerini değiştirsinler; sarışın ve yakışıklı olsunlar". Kürtlerin şehirlerde, dağlarda, Kerkük'te ve dünyanın her yerinde bir sorun olarak karşımıza dikilmesinin ardında ne var sizce?
Farkında mıyız, ötekileştiriyoruz...
'
Yahudi Psikanalist' Freud, Slovaj Zizek'in altını çizdiği gibi, Nazi ideolojisinin
tırmanış dönemine denk düşen Monoteizm ve Tek Tanrılı Dinler'de Yahudi kimliğinin mihenk taşı olan Peygamber Musa'nın kökeninin gerçekte
Mısır olduğunu yazmıştı. Eğer Musa Mısırlı ise, Yahudi kimliğinin otantikliği yok demektir. Başka bir deyişle, "Yahudi yoktur" diyor Freud anti-Semitizm'e cevaben. Musa'nın kökenine ilişkin tezin doğruluğu-yanlışlığı bir yana, ilginç soru şu: Niçin bu stratejiyi seçerek en başta Yahudi'yi kimliğinden ediyor Freud? Bu soruyu ilk aşamada Zizek'in milliyetçiliği tartışmak için kullandığı,
tren seyahatinde karşılaşan bir Polonyalı ile bir Yahudi'ye dair 'Yahudi fıkrası' ile yanıtlayalım.
Vagonda Yahudi'yle karşılıklı oturan Polonyalı, hazır rastlamışken punduna getirip, Yahudi'den zengin olmanın sırlarını öğrenmek istemektedir ve sonunda merakını yenemeyip, muhabbetin bir yerinde sorar: "Söyler misin, siz Yahudiler insanların cebini son kuruşuna kadar boşaltıp servet biriktirmeyi nasıl başarıyorsunuz?" Yahudi
cevap verir: "Tabii söylerim; ama bedavaya olmaz, önce bana 5 zloty ver." Yahudi bu parayı aldıktan sonra anlatmaya başlar: "Önce ölü bir
balık bul, kafasını kes ve içine içi su dolu bir
bardak yerleştir. Sonra gece yarısı, ay tam tepedeyken, bir bardağı bir kilisenin bahçesine göm..." Polonyalı açgözlü bir tavırla, "Ee" diye sözünü keser, "Bütün bunları yaparsam, ben de zengin olur muyum?" "Öyle hemen olmaz" diye cevap verir Yahudi, "Daha başka şeyler de yapman lazım; ama geri kalanını öğrenmek istiyorsan 5 zloty daha vermelisin!" Yahudi parayı aldıktan sonra hikâyesine devam eder: "Seni aşağılık herif, ne yapmak istediğini anlamadım mı sandın? Bu işin sırrı mırrı yok, sen sadece cebimi son kuruşuna kadar boşaltmaya çalışıyorsun!" Yahudi sakin sakin, uysal bir tavırla cevap verir: "İşte şimdi biz Yahudilerin bu işi nasıl yaptığını anladın..."
Bu fıkrada, Zizek'in önemli bulduğu nokta, Yahudi'nin Polonyalıyı aldatmamış olması, sözünü tutup ona insanların cebini nasıl boşaltabileceğini öğretmesi ve Polonyalının farkında olmaksızın gerçeği söylemesidir; bu gerçek orada 'sır' olmadığı gerçeğidir. Çünkü Yahudi'nin 'sırrı', "Polonyalının Yahudi hakkındaki fantezisinden -ya da 'bizim', 'onların' davranış kalıplarına, kimliğine özgü beklentilerimizden- başka bir şey değil aslında. Aynı nedenle, Polonyalının aldatıldığını söyleyemeyiz; aldatılıyorsa bile, bunun nedeni Yahudi değil, kendisinin 'ötekine' (Yahudi'ye) ait fantezileridir." Bizim de Kürtlere karşı beslediğimiz duyguların temelinde, onları ötekileştirip fantezi dünyamıza hapsettiğimiz gerçeği olmasın? Ya da onlara karşı hissettiğimiz şey, tam anlamıyla 'içimizdeki
terör'ün bir yansıması olmasın?
İnsanı gıdıkladığı kadar işaret ettiği tuhaf insanlık hali nedeniyle derin derin düşündüren bir fıkra da bizden verelim: Bir Lazla bir Kürt birlikte idam sehpasına çıkarılır. Cellât, iki kurbanından önce Kürt'e son arzusunu sunar. Kürt, "Anamı görmek isterim" der. Cellât, "Kabul" deyip Laz'a
döner; "Senin son arzun nedir?" Laz cevaplar; "Kürt, anasını görmesin."
Bu iki fıkranın bize gösterdiği şu: Semptom yoksa kimlik de yoktur. Yahudi figürü olmasaydı Nazi milliyetçiliğinin söyleyebileceği pek bir şey de olmayacaktı. Aynı şekilde, Kürtler de olmasaydı, Türklerin söyleyecek hiçbir şeyleri olmayacaktı. "Kimliğin ardındaki travmatik boşlukla karşılaşmayı semptom sayesinde (ve 'öteki' pahasına!) yapay bir şekilde önleyerek illüzyonlarla yaşayabilir insan; bunu seçmeyenler içinse, semptomu yorumlamak tek çare." Ve semptomu yorumlamanın mantıki uzantısı, semptomla özdeşleşmek (ki Lacancı etik de bu şekilde beliriyor): "Biz hepimiz Kürt'üz" diyebilmek. Ya da: Biz hepimiz zenciyiz, Ermeni'yiz, Alevi'yiz...
Çıkış noktası olarak, toplumu ve toplumsal bağları homojen, antagonizm içermeyen statik bir 'bütünlük' olarak görmekten vazgeçmek gerekiyor. Vazgeçmemiz gereken bu 'makro' bakış, ister istemez, bir semptom olarak 'öteki' figürüne ihtiyaç duyacaktır. Bunun tersine, sadece Lacan, Zizek değil, Levinas, Derrida gibi birçok başka filozofun da öne sürdüğü gibi, toplumsallığı 'ötekine' karşı duyulan bir sorumluluk çerçevesinde yeniden tariflemek gerekiyor. Etik/politik tavır da, böylece, 'millet', 'biz' gibi bağların gerektirdiği/dayattığı normları, kuralları ve inançları izlemekte değil, bunları öteki ile karşılaşma çerçevesinde yeniden gözden geçirmekte belirecektir. 'Öteki' sadece yakınımızda oluşandan ötürü bile bizi bu yeniden düşünmeye, 'refleksiyona' zorlayan kişi.
İçimizdeki terörle yüzleşmek...
Etik tavır, 'biz' ya da 'ötekinin' kimliğine ilişkin sorulardan ve hatta 'toplum'dan önce gelen bir tavır. Öteki ile karşılaşma, toplumsal bağın kendisinin kurulması için yapısal olarak gerekli; zira
yabancı figürü olmadan ne 'biz'den ne de 'onlar'dan söz edebiliriz. Öteki olmazsa, tam da varlığını öteki ile karşılaşmaya dayandırdığı için, toplumsal bağ da yok olmaya mahkûm (Bu nedenle Yahudi kıyımı, Nazizm'in de yıkımı ya da toplumsal akışkanlığın kendini yok etmeye yönelen '
ölüm çizgileri'ne dönüşmesi anlamına gelmiyor mu?).
Kürtler şu anda çıplak ve çıplaklık, gerçek bir kimliğin oluşumu engellendiğinde ortaya çıkar. Bu çıplaklık, toplumsal bağlam tarafından imkânsız kılındığında dağılan performansa dayalı sahte bir kimliğin parçasıdır. Bu noktadan sonra, Kürtleri sevdiğimizi söylememiz de, bu sahte kimliği yeniden üretmekten başka bir işe yaramayacaktır. Peki, bütün bu belirtilenlerden sonra, içimizdeki terör nereye oturuyor? Kürtler neden sürekli 'içimizdeki terör'ün ve 'içimizdeki faşizm'in görünür/
gönüllü kurbanları oluyorlar? Neden onlardan nefret ediyoruz? Sürekli böyle düşünmekle, Kürtleri ağır ağır öldürmekte olduğumuza inanmıyor muyuz? En büyük kötülük bu değil mi, insanın ağır ağır ölmekte oluşu? Bu tersine dönüş, ruhumuzun derinliklerine işlemiş durumda. Bunun çözülmesinin tek yolu, ardında gizlenen terörle yüzleşip onu güncelleştirmektir. Çünkü her birimiz, gerçekle karşılaşmaktan duyduğumuz korkunun tutsağıyız. Bachmann ne demişti: "İnsanın gerçek ölümü, hastalıklardan değildir, insanın insana yaptıklarındandır."
İçimizdeki terörle yaşanılacak yüzleşme, kendiliklerin de daha bir güzel ortaya dökülmesini, ifade alanları bulabilmesini sağlayacak. Kendiliğimizin asıl kurbanı 'içimizdeki terör', 'içimizdeki yabancı' ve 'içimizdeki faşizm' çözülecek. Bu kendilik, tüm sürecin gerçeğini görmeyi neredeyse imkânsız hale getiren bir itaat tarafından çarpıtılmış bir kendilik olmaktan çıkacak. İşte tam da burada, biz Kürtleri yeniden göreceğiz. O zaman içimizdeki yabancı olan Kürtlerle ilişki kuracak ve böylece kendimizi yeniden tanıyacağız. Çünkü unutmayalım ki, bir yabancıyı nasıl düşündüğünüz, onunla nasıl ilişkili olduğunuzdan bağımsız değildir; yabancıyla nasıl ilişkili olduğunuz da kendinizle nasıl ilişkili olduğunuzdan bağımsız değildir. Yani, Kürtleri tanımakla aslında kendinizi tanıyacaksınız. Kürtlere bakın, onlarda kendinizi göreceksiniz.
Ali Rıza Taşkale/Zaman