"
Türkiye kendi PKK'sini, ABD kendi PKK'sini,
İran kendi PKK'sini, diğer bazı devletler de kendi PKK'sını yaratmaya çalışıyor."
Öcalan cezaevinde; ama liderliği
tartışma konusu bile yapılmıyor. Bu yüzden, bir liderin, kendi örgütünün farklı gruplara bölünmesinden bahsetmesi önemli bir işaret olmalı.
Öcalan'ın
mesajını kendi örgütüne yönelik "uyanık olun, bölünmeyin" şeklinde okumak mümkün. Ama bu mesaj bir gerçeği de
tescil ediyor: "Farklı PKK'lar var." Farklı PKK'lar, farklı çıkarlar, farklı ilişkiler ve farklı hedefler demek.
"Farklı PKK'lar" bile varsa, "farklı
Kürtler" elbette olacak. Türkiye'nin, İran'ın,
Irak'ın ve
Suriye'nin farklı tarihleri, bu dört ülkeye özgü "Farklı
Kürtler"i kısmen açıklıyor. Türkiye Kürtleri, aşiret uzlaşmaları üzerine inşa edilmiş bir Irak ve Suriye tecrübesine çok uzaklar. Köyün ortasından geçen sınır, akrabaları bile birbirinden ayırırken, iki tarafı birbirine değil, yüzlerce kilometre uzakta olan başkentlere bağlar.
Çukurca Dohuk'a değil, Edirne'ye yakın hale gelir. Bu yakınlıklara yaşananları da ilave edince, ortaya aynı dili konuşan farklı Kürtler çıkar. Iraklı Kürt için 1974 tarihi, Türkiyeli Kürt için 12
Eylül 1980 tarihi önemli hale gelir.
Tarih hafızadır. Hafıza ise kimliktir. O zaman "Bizim Kürtler"in mevcudiyetini idrak etmemiz gerekir.
Kürt realitesi'nden "Kürt sorunu"na
Türkiye'de "Bizim Kürtler" yaşıyor. "Bizim Kürtler"le yan yana, onlarla iç içe "biz", yani Türkler yaşıyoruz. Peki "farklı Türkler" yok mu? "Bizim Kürtler"in hemen karşısında da "Onların Türkleri" duruyor. Bu
topraklardaki derin akla, birlikte yaşama tecrübesine bütünüyle
yabancı,
ithal marka bir etnisite merkezli dünya algılaması ile çevresindeki her farklılığa düşmanca
bakan bir "onlar" var.
Ulus devletten, üniter yapıdan bahsederek, Türklük adına hareket ettiklerini iddia etseler de, geçen yüzyılın ortalarından kalma Avrupaî bir şovenizmi temsil ediyorlar. Türkiye'de işte "Bizim Kürtler" ile "Onların Türkleri" tam karşı karşıya duruyorlar. Arada "Bizim Kürtler"i rahatsız eden bir "Kürt sorunu" var. Bizim Kürtler çözümden, "onlar" ise "hak verirsek daha fazlasını isterler"den yanalar. "Biz"e düşen ise haklıya hakkı teslim etmek, birlikte yaşayabilmek için ise adaleti tesis etmek olmalı.
Mustafa Akyol, su gibi akıcı "Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek" başlıklı kitabına
Cemal Gürsel'den bir alıntı yaparak başlıyor. 27
Mayıs Darbesi'nin hemen ertesinde yayımlanan "Doğu İlleri ve
Varto Tarihi" isimli kitaba, devlet başkanı sıfatıyla yazdığı takdim yazısında Gürsel, "Dünya üzerinde 'Kürt' diye adlandırılabilecek müstakil hüviyetli bir ırk yoktur" diyor. Onların gerçekte "Doğu Türkleri" olduğunu söylüyor. Bugün Kürtlerin "müstakil hüviyetli bir ırk" olup olmadığını kimse tartışmıyor. Kürt kelimesinin yöre halkının dağda yürürken çı
karttığı "kart-kurt" sesinden türediği iddiasını, bir zamanlar bu iddiaya sarılmış olanlar bile, en son eski
Kara Kuvvetleri Komutanı
Aytaç Yalman'ın vurguladığı gibi ironi konusu yapıyor.
1992 Mart'ında başbakan sıfatıyla konuşan Demirel'in, "Kürt realitesini tanıyorum" sözü, uzun
Cumhuriyet tarihinin bir dönüm noktası idi. "Kürt realitesini tanımak" inkâr edilen ama yok edilemeyen, var olduğunu her vesile ile kanıtlayan "müstakil hüviyetli bir ırk"ın bu topraklar içinde, sayıca azımsanamayacak miktarda var olduğunu kabul etmekti. 2005 yılında Diyarbakır'da ilk defa bir başbakan, Recep
Tayyip Erdoğan "Kürt sorunu"nu telaffuz ettiğinde, bu ayrı "hüviyet"in meşrû taleplerini de tanımış oluyordu. Önce Kürt vardı. Sonra Kürtlerin Kürt olmaktan kaynaklanan sorunları vardı. Üstelik bu sorunların çoğu Cemal Gürsel'in inkâr ettiği varlıkları il
e devlet arasındaki ilişkiden kaynaklanıyordu. Hiç söylenmedi, ama Türkiye'nin en önemli sorunu da buydu.
12 Eylül'de C-5'te 90 gün direnen ve dik duruşuyla yaşayan
efsane ülkücülerden biri olan kadim dostuma şu soruyu sormuştum: "Anandan öğrendiğin dili konuşmanı yasaklasalar, ne yapardın?"
Kürtçe konuşma yasağından bahsettiğimi hemen anlamış ve tereddütsüz şu cevabı vermişti: "Dağa çıkardım." Türkiye'nin uzun yıllarına ipotek koyan "Kürtçe yasağı"ndan bugün, bu yasağı koyan Kenan
Evren "bir hataydı" diye bahsediyor. Acaba biri, bu "hata"nın kaç insan canına mal olduğunu hesaplayabilir mi? Geçmişte yapılan hataların sahipleri, yani "Kürt sorunu"nun mimarları özeleştiride bulunurken bugün hâlâ devam eden hatalarımızı neden süzgeçten geçirmiyoruz? Türkiye'nin nisan ayından beri, yaklaşık altı aydır tartıştığı "
sınır ötesi operasyon"un bir
kriz şeklinde uluslararası alanda ve bölgede yol açtığı son zincirleme reaksiyonu hatırlayalım. Türkiye'nin "Kürt sorunu" olmasaydı, bu kriz çıkar mıydı? Bizim hatalarımız olmasaydı, iç sorunumuzdan kaynaklanan bir krizi ABD ile pazarlık konusu yapar mıydık? Hırsızın hiç mi günahı yok? Elbette var. Ama hangi hırsızın, yani hangi PKK'nın?
Türkiye bölünecek mi?
Basmakalıp bir ideolojik jargonun içine sıkıştırdığımız "bölünme paranoyası"nı, kocaman bir masaya yatırıp yeniden şerh etmeliyiz. Türkiye bölünür mü? Elbette ihtimallerden biri bu. Ama daha güçlü başka ihtimaller de var. Bir ihtimal ile ufkumuzu kararttığımız zaman, elimiz kolumuz bağlanıyor. Türkiye'nin bölünüp bölünmeyeceğine biz karar vereceğiz. Bugün vereceğimiz kararlara ve bulacağımız çözümlere göre geleceği belirleyeceğiz. Geçmişte koyduğumuz Kürtçe yasağı nasıl Türkiye'yi tehlikeli sulara sürükledi ise, bugün vereceğimiz kararlarla geleceği emniyetli bir limanda yeniden inşa edebiliriz. Türkiye'nin bölünüp bölünmeyeceğine "Bizim Kürtler" karar verecek. Tabii, "bizim" olmaktan çıktıkları zaman. Onların "bizim" olarak kalmalarına ise "biz" karar vereceğiz. Şayet kararı "onların Türkleri" verirse, Türkiye bölünecek. Çünkü "onlar"ın Kürtleri "bizim" olarak görme yetenekleri yok.
DTP'nin geçtiğimiz ayın sonunda, Diyarbakır'da topladığı "
Demokratik Toplum Kongresi"nin sonuç bildirgesi, "Türkiye bölünecek mi?" sorusuna, tam da doğru adresten gelen cevabı içeriyor. Israrla "Türkiye'nin bütünlüğü içinde", "Kürt sorunu"nun çözümünden bahseden bildirgenin, samimi bir dil kullandığı açık. Çünkü, "ayrı devlet" çözümünü "konjonktürel" ve "felsefik" gerekçelerle reddediyor. Cümle aynen şöyle: "... Ayrı bir devlet talep etme gibi felsefik ve konjönktürel gerçeklikten uzak ve halkların birbirini boğazlamasına kadar gidebilecek bir süreci tetikleyecek
siyaset anlayışı..." Konjonktür değiştiği zaman felsefî sakıncalar giderilebilir mi? Elbette giderilir; ama bugün bize lâzım olan "konjonktür" değil mi?
Türkiye, üzerinde konuşamadığı, aydınlatamadığı için karanlıklar ve hayaletler üretiyor. Aynı bildirge'de, "Bizim Kürtler"e dair belirsizlik, aslında makul olmayan bir şeyin tutarsızlıklarını tüketme fırsatı bile bulamadığımızı gösteriyor. Öcalan'a ait olan ve Bildirge'de de savunulan "
demokratik özerklik" talebinin salt bir retorikten ibaret olması gibi. Şu cümlenin içinden çıkmak ve çıkanları Türkiye gerçekliğine uyarlamak mümkün mü: "Demokratik özerklik... -salt "Etnik" ve "Toprak" temelli özerklik anlayışı yerine kültürel farklılıkların özgürce ifade edildiği bölgesel ve yerel bir yapılanmayı savunur..." Aslında bu cümle, bağımsız bir devlet kurmayı bir kenara bırakın, coğrafî esasa dayalı siyasî federasyonun veya otonominin de nasıl imkânsız olduğunu göstermiyor mu? Malûm "Bizim Kürtler"in yarıdan fazlası, Güney
doğu illeri dışında yaşıyor. "Talepler" arasında önemli bir yer tutan "komünal haklar" tartışmasını Türkiye'de başlatabilsek, bu tartışmalardan öncelikle Kürtler rahatsızlık duyacaklar. Benzer sorunların yaşandığı dünyada, hiçbir yerde çözülemeyen "komünal haklar" sorununu eğer ilk biz çözecek isek, çok uzun bir mesafe katetmemiz gerekecek.
Tekrarlayalım: "Türkiye bölünecek mi?" sorusunun cevabını "Bizim Kürtler" verecek. "Bizim" olmaktan çıktıkları zaman da Türkiye bölünecek. Kürtleri "bizim" olmaktan çıkartacak olanlar ise "onlar" olacak. Öyleyse "bizim" duruma el koymamız, Türkiye'nin birlik ve bütünlüğü ile Kürtlerin onurlu eşit vatandaşlar olarak mutluluğuna kefil olmamız lazım. Her şey hazır.
Şiddet denendi ve kendini tüketti. Zorlamayla, yasakla, yok saymakla sorunu çözeceğini zannedenler de sermayelerini tükettiler. Ekmeğini kana batıranlar her devirde olacak. Terör ticaretini "onların Kürtleri" ile "onların Türkleri"ne bırakarak "biz", "biz bize" her sıkıntının üstesinden gelebiliriz. 24 yıldır biriken kan gölü bile "Bizim Kürtler"i bizden, bizi de onlardan ayrı kılamadığına göre daha yürüyeceğimiz çok uzun bir yol var demektir. Gerisi?
Allah kerim.
Not: "Bizim Kürtler" tabirini zengin içeriğiyle birlikte,
Artvin Valisi
Cengiz Aydoğdu dostumdan ödünç aldığımı belirtmeliyim.
MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE