Çünkü bir gün önce yapılan müzakerelerde İsmet
İnönü’ye karşı ciddi bir muhalefet hareketi baş göstermişti. Musul’un
ucuza kapatıldığına inanan, üstelik daha 2 yıl önce
Atatürk’ün ince eleyip sık dokuyarak seçtiği (gerçekteyse atadığı)
TBMM’nin toplam 286 milletvekilinden yarısı o gün oylamaya katılmayı reddetmişti. Evet, o 140 kişi Atatürk’e ve İnönü’ye rağmen katılmayı reddetme cesaretini göstermişlerdi. 2 çekimser, 1 ret oyu vardı.
Gerçekten de çok ilginç bir başkaldırıydı bu. Buraya nereden ve nasıl gelinmişti? Şimdi kısaca buna bakalım.
Biz Mondros, Sevr,
Lozan’a sınırlar meselesi açısından baktık hep. İşte Sevr’de sınırlarımız şu kadardı, Lozan’da bu kadar oldu, vs. Oysa bu sınırlar meselesi yalnız başına ele alınamaz ki.
Bir de Misak-ı Millî takıntımız var. ‘Nedir
Misak-ı Milli?’ diye sorduğumuzda dilimize ilk yapışan
cevap, ‘millî sınırlar’ oluyor. Oysa Misak-ı Millî’nin bir sınır meselesi olmadığını, tabir caizse bir ‘konsept’, yani tasavvur olduğunu, bunu belirleyecek yegâne kriterin de milletin çıkarı olarak konulduğunu bizzat
Gazi Mustafa Kemal, TBMM kürsüsünden açıkça ilan etmişti. Buna rağmen hâlâ Misak-ı Milli sınırlarımızdan söz edenler oluyor. Bunlar ya Atatürk’ü anlamıyor yahut anlamak istemiyorlar.
Kestirmeden söylersek, Sevr de, Lozan da Mezopotamya petrolleri ve
İngiltere’nin güvenlik algılamalarını tatmin etmek içindi; daha da ötesi, kendisi sayesinde yenilgiye uğrayan
Almanya’dan boşalan alana İngiltere’nin bütün pençelerini geçirmesinden rahatsızlık duyan ABD’nin karşı atağı da petrol içindi. İngiltere,
Amerika’yı petrol bölüşüm işinin içine karıştırmamak için uğraş veriyor, Amerika ise dışında kalmayı çıkarlarına aykırı görüyordu.
Bunu en iyi, Sevr’de sınırlarımız dışında kalan Çölemerik’in (
Hakkari merkez) Lozan’da sınırlarımız içine alınmasından, buna karşılık sınırlarımız içinde kalan Musul’un kuzeyinden bir parçanın,
Süleymaniye ve civarının Musul’da dolayısıyla sınırlarımızın dışında kalmasından anlayabiliriz.
Öyleyse esas mesele bizim için
bağımsızlık, petrol şirketleri için ucuz enerji, emperyalizm için ise stratejik güvenlikti. Bunun garantilenmesi Lozan’daki ana davaydı.
İşte Musul konusunda 1926 yılına kadar süren yalpalamalarımızın kökeninde, emperyalizmin gerçekte bu bölgede ne yapmak istediğiyle ilgili gerçeklerin zamanla anlaşılması yatmaktaydı. Gerek Lozan’da Lord Curzon’un
itiraf mahiyetindeki konuşması, gerekse Turkish
Petroleum Company’nin (TCP) Lozan’dan sonra ABD’yi de ortakları arasına alması, aslında emperyalizmin derdinin kuru kuruya
toprak olmayıp verimli, ama yeraltı serveti bakımından verimli toprak olduğunu gösteriyordu.
1923
Şubat’ında TBMM tartışıyordu Lozan’da verilen sözleri. Tartışmak ne kelime, dalgalar gibi köpürüyordu vekillerimiz. Hele
Erzurum mebusu Hüseyin
Avni [
Ulaş] Bey ile Mustafa Durak Bey’in konuşmaları…
Sınırları zorluyordu. Şöyle demişti Hüseyin Avni Bey:
“Hey’et-i Vekile [
Bakanlar Kurulu] ve BMM, Misak-ı Millî’den zerre kadar fedakârlık ederse icab-ı namus-u millî için [millî namusumuz için] çekilip gitmelidir.” Yani hükümetin istifasını istiyordu. Ali Şükrü Bey ise Lord Curzon’un bir ara gündeme getirdiği Musul topraklarının bir kısmının (Sevr’de bizde gözüken toprağın)
Türkiye’ye devredilmesi teklifinin geri çevrilmiş olmasını büyük bir fırsatın kaçırılması olarak görüyordu.
Operatör Emin Bey ise daha korkutucu bir ihtimalden bahsediyordu: “Musul’u verdiğimiz gün, hudut Erzurum’dur.”
1926’ya geldiğimizde konuyu
havale ettiğimiz Milletler Cemiyeti’nin, Musul’un
Irak’ın bir parçası olduğu yönündeki kararının İngiltere’nin elindeki kozları artırdığını ve
Dışişleri Bakanımız Tevfik
Rüştü Aras’ın karşısındaki kurt diplomatlarla başa çıkmakta zorlandığını görüyoruz. Önce Türk Petrol Şirketi’nden hisse alınması gündemdeydi. Musul’u bıraktık, bari petrol kuyularından hisse alalım anlayışı Lozan’da
İngilizlerin oyunuyla gündemimize girmiş, bu zaafımızı gören İngilizler,
ekonomik durumumuzun nasıl bir bunalım içinde bulunduğunu gördükçe baskılarını artırmışlardı.
Sonunda İngilizler petrolden hisse vermek istemediklerini, sadece gelirinden pay (royalty) verebileceklerini belirttiler. 30
Mayıs 1926’da
Dışişleri Bakanı Aras, İngiltere murahhası Lindsay’e % 10 gelir payına razı olduklarını bildirdiğinde İngilizler derin bir nefes aldılar. Çünkü
Londra’dan kendilerine hem daha uzun vadeli, hem de daha yüksek (% 25 gibi) bir pay ödemeye hazır olmaları söylenmişti. 5 Haziran günü İngiltere ile Türkiye arasında
Ankara Antlaşması imzalandığında o güne kadar İngiliz aleyhtarı söylemi dillendiren Türk basını birdenbire sesini kesmişti. Artık İngiltere’den olumsuz bir dille söz etmek neredeyse yasaktı.
Yine de Musul’un ucuza gittiğini düşünenler, 10 gün sonra hiç seslerini çıkartamaz olacaklardı. ‘Neden?’ dediğinizi işitir gibi oldum sanki. Hatırlatayım:
İzmir Suikastı girişimi ortaya çıkartılmış ve hâlâ mırın kırın eden basın ve büyük paşalar, mahkemelere ve hapishanelere doldurularak sesleri kesilmişti.
Musul konusunda en iyi kitaplardan birisi olduğuna inandığım “Musul Sorunu” adlı çalışmasında
İhsan Şerif Kaymaz’ın da isabetle belirttiği gibi, Musul konusunda her şeyi kazanmamıza elbette imkân yoktu; ama her şeyi de kaybetmemiz gerekmiyordu.
Musul’un yitirilmesi, 1926’da
Meclis tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Bugün artık bu yara, unutulup gitti. Ama kanamaya devam ediyor. İçin için… En azından Lozan’ın bir
zafer olmadığını hatırlatıyorsa o da bir teselli kaynağıdır.
MUSTAFA ARMAĞAN/Zaman