Yaz mevsiminin gelişi, ne suya düşen cemreyle, ne leylekle anlaşılır; bir ağacın dibinde, ufacık bir yeşillikte,
deniz kıyısında ya da bir yamacın başında hafiften
mangal yelleyen ilk adam görüldüğünde, 'Hah işte!' deriz, "Yaz gelmiş." Sonra şehir manzarasının ayrılmaz bir parçası olur mangalcılar, gün ortasındaki avarelikleri ve telin üzerinde cızırdayan köfteleriyle, işe giden
takım elbiseli adamların da yüreğini cızırdatırlar. Yazın gidişi de ne esen rüzgârdan, ne yağan yağmurdan belli olur; ne zaman ki bizim mangalcılar birer ikişer ortalıktan çekilir, 'sefa' bitti deriz, 'Kış yakın olmalı.' Böyle deriz demesine de yaz ve kış, mangal sefası değil de mangal kömürü yapan insanlar için ne anlama gelir hiç bilmeyiz.
Tabii ya, mangal kömürü dediğin yer altından çıkmaz, ağaçtan toplanmaz, marketten satın alınır ama oraya nereden gelir? Şile'nin, Edirne'nin, Çanakkale'nin köylerinden hatta Konya'dan... Biz hem İstanbul'a yakın hem de sakinleri,
dedelerimiz zamanından beri bu işle uğraşıyor diye Şile'nin Çataklı köyünü seçtik.
Ormanın içinden, arada Karadeniz'i görerek, yolumuza çıkan ineklerin kenara çekilmesini sabırla bekleyerek mutlu mesut ilerlerken mangal kömürü yapmanın bunca zahmetli bir iş olduğundan, hatta ailelerin hayat tarzını bile değiştirdiğinden habersizdik. Niyetimiz, mangal keyfinizi
zehir etmek, yediğiniz kanatları, sucukları boğazınıza dizmek değil ama bilmenizi isteriz, o bir paket kömürün arkasında nasıl isli ve
dumanlı bir hayat var.
Kalem gibi kes, istifle
Çataklı, Şile'ye 30 kilometre uzaklıkta, 78 haneli, 250 nüfuslu bir orman köyü. Sakinleri Manav dediğimiz yerleşik Yörükler... Muhtar
Kasım Ünal, mangal kömürü yaparken
iş kazası geçirip ayaklarını yaktığı için köy kahvesini işleten Hasan
Akdeniz eşlik ediyor bize.
Kömür ocakları ya da köylünün dediği şekliyle '
kuyu'lar köyün biraz dışında, köylüler de o kuyuların başında.
Karşıdan
bakan biri, 'Zorluk bu işin neresinde?' diye düşünebilir, hatta biraz daha zorlarsa kendisini bir oyuna bile benzetebilir. Yunus Emre'ye öykünerek sanki
kalem gibi kesilip, düzgün biçimde istiflenmiş odunlardan bir tepecik oluşturulmuş işte, az ötede üzeri
toprakla kaplı başka bir tepecikten ince bir duman yükseliyor. Tutuşturulmayı bekleyen odunlar ve poşetlenmeyi bekleyen kömürler... Her şey gayet tertipli ve
kontrol altında görünüyor ama resme bir de yakından bakmalı, insanlarla konuşmalı ki mesele anlaşılsın.
Kömürün felsefesini mi yapalım yani?
İşini biraz kolaylamış gibi görünen Nazım Kuru'ya soralım mesela; "
Mangal kömürü yapmanın zahmeti nerede?" "Zahmeti dağdan odun getirmekte... Kışın havanın açık olduğu günlerde başlarız odun toplamaya. Traktör bir yere kadar çıkar, odunları sırtımızda aşağı indirir,
traktöre yükleriz. Ormanın tehlikesi çoktur, kimini yılan sokar, kimi devrilen traktörün altında kalır. Köye inip de kuyu açmaya, ocak yakmaya başlayınca rahata ereriz." Nazım Kuru'nun rahata ermek dediği evi barkı, çoluk çocuğu mangal kömürü yapılan alana taşıyıp, ocağın başında yirmi dört saat
nöbet beklemek. Üzeri toprakla kapatılan odun tepeciği hava alırsa ortaya kömür değil kül çıkar çünkü... O yüzden elde bir
kürek, gece gündüz o tepeciğin sağı solu kontrol edilmeli ya da köylülerin deyimiyle
tamir edilmeli; ama dikkatlice... Açılan boşluklardan içeri düşüp yanma tehlikesi var zira... Nisandan kasıma kadar bu böyle gider; dağdan odun getirilir, odunlar kesip düzeltilir, üst üste istiflenip üzeri toprakla örtülür, ocak ustaca tutuşturulup başında beklenir ve sonunda toprak yavaşça açılıp ortaya çıkan kömürden başka bir tepecik oluşturulur ki mangalsever halkımız odun kömüründen mahrum olmasın.
Çataklı köyünde mangal kömürcülüğü ata dede mesleği, ilkokulu bitiren, isin dumanın arasına karışıyor. Babası motorlu testereyi eline tutuşturup, "Ben senin yaşında başladım, sen de başla." dediğinde Nazım Kuru 13 yaşındaymış. İbrahim ve Bilal Bacak kardeşler de öyle. Şimdi ikisi de İstanbul'da çalışıyor ama mangal kömürü onları köye çekmeye devam ediyor. Bir aylık yıllık izinlerini
tatil yaparak değil de kömür yaparak geçirmeleri, kulağa nasıl geliyor? Babalarına
yardım için buradalar aslında, kömür işini sevdiklerinden değil. Sevme sevmeme meselesine gelince Nazım da Bilal de bir hayli dertli. Bilhassa, devletin odun kömürü
ithal etmesi onlar için anlaşılacak şey değil. Nazım soruyor: "Devlet bu işi bitirmek mi istiyor?" Mangal kömürü sadece zahmetli değil, masraflı da bir iş. Bir traktörün ormana gidip gelmesi 100 liraya mal oluyor, benziniydi, elektriğiydi, vergisiydi derken astarı yüzünden pahalıya geliyor. Üstüne üstlük kilosunu 80 kuruşa verdikleri odun kömürü marketlerde 2 buçuk liraya satılıyor. Bir de ithali yerliden ayırmayan 'O da kömür bu da kömür.' diyen kadir kıymet bilmez mangalcılar yok mu? İşte onlara bir çift sözü var Bilal'in; "Kömürün felsefesini mi yapayım yani, onun yanışı başka bunun yanışı başka."
Köylüler; "Böyle giderse mangal kömürcülüğü dört beş yıla kalmaz biter." diyor. Gençlerin İstanbul'da iş tutmaya başladığına bakılırsa zaten, babadan oğula tevarüs eden mesleğe yeni bir halka eklenmeyecek gibi görünüyor. Ama belli mi olur, ocakların etrafını bir oyun alanı gibi gören hatta kendileri için
küçük ocaklar yakan, susayan babalara ibrik yetiştirip, kömür taşımaya yardım eden çocuklardan bazıları odundan kömür yapmaya devam edebilir pekâlâ...
Bizim harman yeri közden kömürden
Kadınlar bu işin neresinde? Kurulu düzenlerini bozup köyün dışındaki barakalara taşınmakla yeterince fedakârlık yaptıkları söylenebilir ama öyle değil. Rutin ev işlerinin dışında dağa odun toplamaya giden de, baltayla odun yontan da, kömür taşıyan da bulunabilir. Sema Ünal onlardan biri... 13 yaşında başladığı mangal kömürü yapımına o gün bugündür devam ediyor. Şikâyetçi mi görünüyor, hayır! Şimdi oturduğu ev derme çatma olsa da köydeki betonarmeye göre daha serin. Hem köy bir orman köyü olmasaydı
buğday tarlalarında ekin biçmeyecek miydi? Onun 'harman' dediği, sönmüş ocağın toprağını döne döne temizleyip içinden kömür çıkarmak. Tek fark bu...